- 540 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÖYDEN İNDİM ŞEHRE
KÖYDEN İNDİM ŞEHİRE
Ah! neydi o lise yıllarımız? Nedense, insan hayatının delikanlılık çağlalarında her şey çok daha başka olur. O meşakkatli ve zor yılların yokluğu ve yoksulluğu bile özlenir sonraki yıllarda. Hatırlanacak, özlenecek o kadar çok şey yaşanır ki, o yıllara yeniden dönmek için insanlar neler vermez ki. Gerçek anlamda dönüş mümkün olmadığına göre, sanal âlemde, mesela; güzel bir öykü ile gitmeyi deneyelim bu gün.
Akdeniz’in incisi, narenciye diyarı Mersin’e yaptığım ilk yolculuğumda, ortaokuldaki Coğrafya Öğretmenim Hamza Tarı’nın anlattığı ve bende büyük bir merak uyandıran Külek Geçidinden geçerken, vahşi doğal yapı ve civardaki maki bitki örtüsünü izlemekten büyük bir heyecan ve haz duymuştum. Mersin’e vardıktan sonra kendimi büyülenmiş hissetmiş, adeta yalancı bir cennete düştüğümü sanmıştım. Gerçekten de o şehir, o yıllarda cennetten farksız bir şehir idi. Yüz bin nüfuslu, henüz göçmen istilasına uğramamış, düzenli ve temiz kent merkeziyle; gündüzleri ülkenin en yeşil, geceleri en parıldayan, en ışıklı şehriydi. Sokaklarını süsleyen palmiyeleri mi söylesem, yoksa her tarafı kaplayan o uçsuz bucaksız narenciye bahçelerini mi anlatsam?
Narenciye bahçelerinden söz açmışken, anlatmak istediğim esas olaya geçmenin tam zamanının geldiğini hatırladım. Narenciyeyi ağaç dalında ilk defa gören birisi olarak, Okulumuzun portakal bahçesini büyük bir ilgiyle izlerken, diğerlerine göre oldukça iri ve daha açık sarı renkli bir meyve dikkatimi çekmişti. O güne kadar o irilikte bir portakalı ne görmüş, ne de yemiştim. Kaliteli narenciyenin ücra ve uzak doğu illerine ulaşamaması nedeniyle daha önce bu büyüklükteki bir meyveyi görememiş olabileceğimi düşünmüştüm o an. Öyle bir portakalı yiyebilmeyi aklımdan geçirmedim desem, yalan olur. Tabi ki, aklımdan geçeni yapacaktım ilk fırsatta.
İlk uygulamalı tarım dersimizde, ağaçlardan bir tanesinin altını belledikten sonra yılan gibi süzülerek, kimseye çaktırmadan sevgili ağacıma yaklaşmış ve o kocaman açık sarı renkli portakallarından birini, hem de en irisini kopararak oradan uzaklaşmıştım. Vardığım ilk dulda yerde meyveyi bir güzel soyduktan sonra, ilk dilimini ağzıma atar atmaz şaşkına dönmüştüm. Dikkatimi bu kadar celp eden o gösterişli ve portakal benzeri iri meyve zehir gibi acı gelmişti bana. Kalan kısmını yiyememiş, bir ağaç altına atmıştım. Bir anlam verememiştim bu işe. O güne kadar gördüğüm en büyük portakal cinsi olan Washington’un iki misli büyüklüğünde olan bu meyve nasıl olmuştu da yenemeyecek kadar acı çıkmıştı.
Ertesi gün, samimi iletişim kurduğum Mersin’li arkadaşlarımdan birisine o meyveyi sorduğumda; adının greyfurt olduğunu, portakal yendiği gibi yenmediğini, suyunun başka bazı işlemlerden sonra içildiğini öğrenmiştim.
Yalnız greyfurtu mu tanımıştım o harika şehirde? Tabi ki hayır. Bu gün hala büyük bir iştah ve zevkle yediğim zeytinyağlı bakla ile orada tanışmış, orada sevmiştim. Mersinliler, bu bitkiyi, her ne kadar “eşek baklası” diye isimlendiriyorlarsa da, tanıdığımdan beri, ben onu mönüme koymaktan büyük zevk almışımdır hep. Yoğurt ve tere otuyla sofralarımıza servis edilen, midemiz ve damağımızın dostu olan baklayı söylemekle birlikte tabi ki, greyfurtun o nefis tat ve lezzetini teslim etmemek ve onun da o günden bu yana favori içeceklerimden birisi olduğunu söylememek eksiklik olacaktır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.