Bed-baht
Tam olarak ne zamandır bu kadar şanssızım emin değilim. Ama o kadar uzun zamandır işlerim rast gitmiyor ki, doğduğumdan beri böyleymişim gibi hissediyorum. Ailemi genç yaşta yitirmem, memleketimden uzaklaşmak zorunda kalmam, aile servetimizi dolandırıcılara kaptırmam, sonra büyük zahmetlerle tekrar biriktirdiğim parayla açtığım Los Angeles’taki küçük pasta fırınımın kül olması büyük talihsizliklerimden sadece bir kaçı. Tüm bu talihsizlikler bir yana günlük hayatımda ki aksilikler de hayatımı zehir ediyordu.
Öyle ki, son zamanlarda eşim ve arkadaşlarım başlarına gelen her türlü aksiliği de bana bağlamaya başlamışlardı. Sonunda çevremde bir kaç can dostum hariç kimse kalmadı. Eşim de şiddetli geçimsizliği bahane ederek (asıl sebep tabi ki bu değildi) benden ayrıldı ve ailesinin yanına döndü.
Bundan sonra büyük bir boşluk yaşadım. Zaten zoraki çalıştığım reyon görevlisi işini de bırakarak, hala benimle irtibatı kesmemiş arkadaşlarımdan birinin Walnut’ta bulunan karavanında yaşamaya başladım. Tek amacım gün içerisinde karnımı doyurup, ardından güzel bir uyku çekmekti. Tabi bahsetmiş olduğum talihsizlikler o kadar hayatımın bir parçası olmuştu ki, onlardan bahsetmiyorum bile.
İşte tüm bu olağanüstü sıradanlıklar arasında onunla tanıştım. Hayatımı değiştiren kadınla... Hayır, aşık olmaktan veya cinsellikten söz etmiyorum. Tam anlamıyla hayatımın sonsuza dek değişmesinden bahsediyorum.
Beverly Hills’te Cafe Istanbul adında bir Türk mekanının önünden geçiyordum. Park metrelerden birinin dibinde gördüğüm 1 sente uzanmak için eğildiğimde her zamanki talihsizliklerimden birini yaşamak üzereydim. Yol kenarına park etmek isteyen bir sürücü duramadı ve parkmetre ile beraber beni de altına aldı. Bayılmadan önce çevremde koşuşturan insanların seslerini hatırlıyorum. Daha sonra tanıdık bir kokuyla uyandım:
-Yunan kahvesi mi bu?
-Türk, Türk kahvesi...
Gözümü açtığımda otantik bir sedirin üzerinde uzanıyordum ve yanımdaki sandalyede de ellibeş-altmış yaşlarında bir kadın oturuyordu. Gülümseyerek sözlerine devam etti:
-Yunan olmalısın. Çünkü Türk kahvesine sadece bir Yunan, Yunan kahvesi der.
-İsmim Stelio, evet Yunan’ım.
-Memnun oldum, ben de Aysel. Nerelisin peki?
-İmroz.
-Gökçeada demek. O zaman biraz da bizdensin, Türkçe de biliyor olmalısın.
-Çok uzun zaman önce evet. Şeyden sonra Amerika’ya göçtük.
-Neyden sonra?
-Şey işte bilirsin, 74 olayları...
-Anlıyorum, merak etme burada herhangi bir düşmanlık görmeyeceksin. Bir çok Yunan ve Ermeni arkadaşım var. Siyasetçiler bizi ilgilendirmez, biz aynı toprağın insanıyız.
-"Tesekkur edirim"
-Hah bak bir şeyler hatırlıyorsun. Kötü bir kaza atlattın, ama sadece morluklar var. Darbeden değil de sanırım, korkudan bayıldın. Tabi bir Dodge Ram’i üstümde görsem ben de bayılırdım sanırım. Morluklara zeytinyağı merhemi sürdüm. Bir kahve içersin sanırım, Türk olanından. Hah hah haa... Bekle biraz, aç mısın diye sormayı unuttum.
-Değilim...
-O halde üç seferdir guruldayan karnın can sıkıntısından ses çıkarıyor olmalı.
-Şey...
-Merak etme para istemeyeceğim, hemşehrilerime bu kadarcık ikramımız olsun değil mi? Hem senin bu üstün başın ne böyle, kalacak yerin yok mu, neyse senin anlatacak şeyin çok gibi, önce bir karnını doyuralım, kahvelerimizi içerken konuşuruz.
...
-Demek eşin gittiğinden beri böylesin.
-Evet, onu da suçlamıyorum. Sonuçta hayatım çekilmez bir hal almıştı ve o da bundan direkt olarak etkileniyordu. Ama yokluğuna alışamadım.
-Üzüldüm, geri döndürme imkanın yok mu? Ya da benim yapabileceğim bir şey?
-Maalesef... Tabi bu üzerime yapışan laneti kaldırmanın bir yolunu biliyorsan...
-Bak ne diyeceğim, tabağı fincanın üzerine kapat ve ters çevir. Bakalım ne göreceğim.
-Nedir bu, bir tür adet falan mı?
-Hayır, kahve falı. Herkes gelecekten haber vermesini bekler, ama telve geçmişten bahseder.
...
-Anlattığından çok daha zor ve karmaşık bir yaşam geçirmişsin. Çok sıkıntı çekmişsin, bunlar da seni gamsız biri yapmış. Hmm, ilginç, gerçekten üzerinde kara bulutlar var. Üzerinde değil hatta, her yanında. Bak görüyor musun? Bu bulutları ucundan tutan biri var sanki, çenesi sivri, keçi sakallı da olabilir. Ağzında da bir şey var, sigara, belki de pipo.
-Bekle biraz, keçi sakal ve pipo mu dedin?
-Evet, sanırım.
O anda yirmi yıl geriye gidiverdim. İhtiyar Georgi, saçımı çekip bana bağırıyordu. "Hayatın zehir olsun seni piç! Talih senden hep uzak olsun, olsun ki her adımında Georgi gelsin aklına!! Böylece Georgi’nin köpeğini öldürmek neymiş anlarsın! Seninle son bir kez daha görüşeceğiz!!" Köpek, o ihtiyar bunağın tek arkadaşıydı ve biz de kuyruğunu tutuşturalım derken köpek bulaşık teli gibi alev almıştı ve koşarak Georgi’nin evine daldı. Evin de bir kısmını yakıp, viyaklayarak can verdi ve çakmağı çakan bendim. Bu sahne hepimizi derinden etkilese de, Georgi ile dalga geçmekle yetindik. Saçımı öyle sert çekmişti ki, kaçarken bir tutamı Georgi’nin elinde kalmıştı.
Bunları anlattığımda Aysel duraksadı.
-Saçlarınla sana büyü yapmış olabilir, ne dersin?
-Büyü mü? Lanet herif, zaten öyle şeylerle uğraştığını söylerlerdi. Peki ne yapmam gerekir sence?
-Bu kadar talihsizlik bence normal değil. Eğer bu adam sana büyü yaptıysa gidip ondan büyüyü bozmasını istemelisin. Özürle, ricayla veya başka yollarla bilemiyorum. Tabi hala hayattaysa. Ama her halükarda Gökçeada’ya dönmen gerekiyor gibi.
-Nasıl giderim? Az önce 1 sent için canımdan oluyordum.
-Bilemiyorum, sizin dernekleriniz falan yok mu, onlardan yardım istesen? Ben yardımcı olmak isterdim ama...
-Çok uzun zamandır öyle yerlere gitmiyorum. Ayrıca sen de bana yeterince iyilik yaptın. Bunu bir gün muhakkak ödeyeceğim. Şimdi İmroz’a gitmenin bir yolunu bulmalıyım.
...
Aysel’in söylediklerini arkadaşlarıma anlatıp onlardan borç istediğimde delirdiğimi düşündüler. Fala inanmakla aptallık ettiğimi, hatta bir Türk’ün lafına uyduğum için tam bir sersem olduğumu söylediler. Ancak Aysel’in söylediklerine inanmak istiyordum. Hem yaşadığım onca şeye bir açıklama getirmişti, hem de amaçsız olan hayatıma bir amaç kazanmış gibi hissediyordum. Ayrıca eski günlerime geri dönebilir, sevdiğim kadına tekrar kavuşabilirdim. Tüm bunların umudu beni harekete geçirmişti. Ne olursa olsun bu büyüyü bozacaktım.
Bana yine yardımını esirgemeyen, karavanını kullandığım Raymond oldu. Kredi kartında biriken millerle bana İstanbul’a tek yön uçak bileti aldı. Yanıma da üç yüz dolar civarında para verdi. Dönüşü ben hallederim dedim. Şansımın döneceğine o denli inanmıştım.
Hemen o hafta Londra aktarmalı bir uçak bulup yolculuğuma başladım. Ray insanların görünüşe önem verdiğinden bahisle bana bir kaç kıyafet de vermişti. Gerçekten de üzerime bir ceket geçirdikten sonra farkı gördüm. İstanbul’a indiğimde hoş bir nostalji yaşasam da vakit kaybetmeden İmroz’a doğru yola koyuldum. Uzun bir otobüs yolculuğu ve ardından feribot seyahatinden sonra doğduğum topraklara vardım.
Toprağa ayak bastığımda buralardan hiç gitmemiş gibi hissettim. Yüksek dağlar denizden aniden yükseliyor, heybetli bir görüntü oluşturuyordu. Adanın içlerinden gelen kekik kokularıysa çocukluğumu gözümün önüne seriyordu. Limandan bindiğim minibüsün şoförüne seslendim:
-"Shinudi’ye gitmek!"
-Buyur?
-Shinudi...
-...?
Cam kenarında oturan bir ihtiyar araya girdi:
-Dereköy demek istiyor evlat!
-Dereköy mü? Oraya gitmez birader!
-"Ya hangi?"
-Hiç biri, orada kimse yok artık, in cin top oynuyor.
Dediklerini az çok anlamıştım ama boş gözlerle ihtiyara baktım. O da gülümseyerek Yunanca devam etti:
-Sen uzun zamandır yoksun herhalde, kimse kalmadı orada. Tek tük ihtiyar varsa vardır.
-Kimse yok demek. Georgi, o da mı...?
-Georgi? Keçi Georgi mi?
-Keçi, ah evet ta kendisi.
-Maalesef, o da geçen yaz doksan altı yaşında vefat etti.
-Geçen yaz mı, kahretsin.
-Ne oldu, yakının mıydı?
-E-evet, nereye defnedildi peki?
-Shinudi’de, Hagia Marina’nın karşısına...
-Nasıl gidebilirim?
-Panaghia’da in, oradan yürüyerek Agridia’ya doğru devam et. Yoldan birine denk gelirsen alır seni bineğine.
...
Adanın merkezinden batıya üç saat boyunca yine talihimin bir eseri olarak tek bir insan görmeden yürüdüm. Çocukken buraları hiç zorlanmadan yürüdüğümüzü hatırlıyordum. Şimdi ise bir ömür gibi gelmişti. Köyün doğu ucuna ulaştığımda gördüğüm manzara karşısında göz yaşlarımı tutamadım. Köy aynı bıraktığım gibiydi. Lakin yaşam belirtisi yoktu. O cıvıl cıvıl kahvehaneler, sinema salonu, çamaşırhaneler ve kiliseler bomboştu. Boş sokaklarda gezindim. Kaybolup gitmiş hayalleri izledim. Oturduğumuz evi bulduğumda içim burkuldu. Tavanı çökmüş, ortasında devasa bir incir ağacı büyümüştü. Ocağımıza incir ağacı dikilmişti Türklerin deyişiyle...
Daha sonra köyün aşağısına, Hagia Marina kilisesine gittim. Mezarlık tam karşısındaydı. Gündüzün aydınlığında bile korkutucu görünüyordu. Mezar taşlarına bakarken arkamdan demir kapının sesiyle irkildim:
-İyi günler efendim.
-İyi günler.
-Ziyaret için mi geldiniz?
-Evet, Georgi’yi arıyordum.
-Şuradaki servinin altında.
-Siz?
-Ben buranın bekçisiyim. Tabi artık burada yaşamıyorum. Arada bir gelip çeki düzen verip gidiyorum. Siz Georgi’nin nesi oluyorsunuz? Kimsesi yoktu diye biliyorum.
-Uzaktan bir akrabasıyım. Onu canlı görmeyi arzu ederdim. Ona dair söyleyebileceğin bir şey var mı?
-Adı üstünde keçiydi Georgi, huysuz aksi ihtiyarın tekiydi. Doksanında bile aynıydı. Son zamanlarında yalnız yaşadı burda. Sonra bir gün ona yiyecek bir şeyler getirdiğimde ölü olarak buldum. Elinde de bir tutam saç vardı simsiyah. Kendi saçı değildi. Biriyle boğuştu mu acaba diye düşündük ama öyle bir emare de göremedik. Bırakmadı saçı elinden öylece gömdük.
-Ci-ciddi misin?
Bunu duyduğumda şok olmuştum. Elindeki benim saçım olmalıydı. Demek gerçekten bana büyü yapmıştı. O saçı ondan almalıydım. Ama nasıl?
-Mezarı tekrar açabilir misin?
-Anlamadım...
-Mezarı diyorum tekrar açsan, son bir kez görsem.
-Aman efendim olur mu öyle şey, uğursuzluk getirir. Hem zaten ortaya çıkan görüntü pek hoşunuza gitmeyecektir.
-Rica ediyorum.
-Hayır, kesinlikle olmaz.
-İstersen para veririm, amerikan doları. O elindeki saç bana lazım.
-Hemen burada gidin yoksa ben sizi göndermesini bilirim!
-Peki peki tamam sakin ol gidiyorum.
Bekçinin yüzündeki ciddiyeti görünce şakası olmadığını anlamıştım. Hemen koşar adım oradan uzaklaştım. Ama buralara kadar gelip eli boş dönemezdim. O saçı ihtiyardan almalıydım. Mezarlığın aşağısındaki derenin kenarına gidip çalılıkların arkasına saklandım ve beklemeye başladım. Bekçi uzun süre bahçeden çıkmadı. Çıktığında ise hava kararmıştı. Demir kapıdan çıkıp sağına soluna uzun uzun bakındı. Sanırım gitmemiş olma ihtimalimi o da düşünmüştü. Daha sonra demir kapıyı büyükçe bir zincirle kilitleyip gürültülü mopedine atlayarak uzaklaştı. Zifiri karanlıkta ıssız köyde yapayalnız kalmıştım. Güç bela kiliseye ulaşarak kapısını yokladım. Kilitliydi. Bir müddet tekmeledikten sonra eski kilit kırılarak düştü. Kandilin olacağını tahmin ettiğim yerde gerçekten de yağ dolu bir kandil ve kibrit buldum. Kandili yakıp mezarlığa gittim. Demir parmaklıkların arasından kandili içeri soktum, ben de kapıya tırmandım. Tam atlayacakken pantolonumun paçası sivri demirlere takıldı ve dengemi kaybederek yere çakıldım. İhtiyara bir küfür savurdum. Az sonra tüm bu uğursuzluklara son verecektim. Boynum ve ayağım incinmesine rağmen kalkıp bekçinin aletleri koyduğu köşeyi buldum. Bir kazma ve kürek alarak köşedeki servinin altına gittim. Georgi Parakevas yazan taşı bularak kandili yere bıraktım ve kazmayı vurdum. İlginç bir şekilde toprak yumuşaktı ve yeni kazılmış gibiydi.
Kısa sürede tabuta ulaştım. Ceviz ağacından oldukça büyük bir tabuttu. Bütün parasını bu tabuta vermiş olmalıydı. Ağır kapağını güçlükle kaldırarak yukarı çektim. Çıkan koku midemi bulandırdı. Bir müddet kokunun dağılmasını bekledim ve kandili alıp tekrar mezara indim. Gördüğüm görüntü beklediğimden daha iğrençti. Takım elbise içerisinde yarı iskelet, yarı insan bir durumda Georgi oldukça çirkin bir şekilde yatıyordu. Kandili eline doğru tuttum, saçlarım elindeydi. Kurumuş parmaklarının arasında çekmeye çalıştıysam da başaramadım. Sanki mezara konulduktan sonra elini günbegün sıkmış gibiydi. "Ver şunu lanet ihtiyar" diye bağırdım. Zorladım, tekmeledim ama başaramadım. Yukarı uzanıp kazmayı almaya yeltendim, yetişemeyince çukurun iki tarafına ayaklarımı koyarak tırmanmaya çalıştım. Toprak yumuşak olduğundan döküldü ve çıkamayınca bir küfür daha savurdum.
-Seni orospu çocuğu, şu halime bak, ama son bir kez görüşeceğiz demiştin. İşte görüştük. Şimdi o elini koparıp buradan defolup gideceğim ve sonsuza kadar bir daha görüşmeyeceğiz.
Lafımı bitirmemle kafama yediğim bir darbeyle gözlerimin kararması bir oldu...
...
Gözlerimi açtığımda karanlıktı. Zifiri karanlık. Yanağıma bir şey batıyordu. Kafamı kaldırmaya çalıştığımda bir şeye çarptım. Az sonra bilincim yerine geldiğinde delirecek gibi oldum. Bir tabutun içindeydim. Üstelik yalnız da değildim. Sanırım Georgi ile aynı tabutu paylaşıyordum. Yanağıma batansa dişleriydi. Korkudan çıldıracak gibiydim. Bütün gücümle sırtımı dayayarak kapağı yukarı ittim. Azıcık olsun kımıldamadı. İyi de bunu kim yapmıştı. Bekçi olabilir miydi? Yoksa kapak kayıp üzerime mi düşmüştü. Yine talihsizliklerimden birini mi yaşıyordum? Hayır şimdi olamazdı bu, şimdi olamaz. Tam sonuca bu kadar yaklaşmışken olmamalıydı. Son bir kez daha görüşeceğiz demişti lanet ihtiyar. Son kez derken sonsuza dek burun buruna yatmak aklımın ucundan geçmemişti.
Nefes alamıyorum, göğsüm, göğsüm daralıyor. O da ne ihtiyar gülüyor musun bana? Tanrım, ebedi uykumu onunla paylaşmak istemiyorum. Tanrım, merhamet et. Baba’ya, Oğul’a ve Kutsal Ruh’a yücelik olsun; ezelde olduğu gibi şimdi ve sürekli ve sonsuza kadar, amin.
Αναπαύσου εν ειρήνη
YORUMLAR
Fatih ne yaptın yaa :) ! Bu bir film olsaydı başrolümüz ne yapar eder Mcgyver vari bir çıkış yolu bulurdu ve o lanetten çoktan kurtulmuş olurdu tabi bu bir japon filmi değilse...Gelelim realiteye var böyle kem gözler, kara büyüye ruhunu satan tiplemeler ha birde Stelio gibi , birine veya biri için önemli bir şeye zarar verip bed-bahtlıktan kurtulamayanlar ki Stelio bunu isteyerekte yapmış gibi görünmüyor bir çocukluk etmiş vakti zamanında ve bazı hatalar bir ömre bedel sonuçlar doğuruyor ne yazık ki...Devamı yok ama olsaydı Fatih'in gözünden bir dante olur Stelio ile cennet ile cehennem arasında trajikomik bir yolculuk yapardık kesin diye düşünüyorum...yine sendendi yine espriside gerilimide kıvamındaydı ne diyelim W.I.P Fatih :))
athena tarafından 3/10/2017 9:58:10 AM zamanında düzenlenmiştir.
athena tarafından 3/13/2017 4:02:42 PM zamanında düzenlenmiştir.
grafspee
Sevgili Fatihim,az önce deftere girdiğimde ön sayfada Sami hocamın yorumunu gördüm ve tıkladım. Açılan sayfa senin sayfan olunca, önce resim tanıdık geldi ve öykünü okumaya başlayınca birkaç satır sonrasında yav ben bu yazıyı okumuştum diyerek yorumlara bir göz attım ve kendi yorumumu göremeyince anladım ki, büyük olasılıkla o an yorum yazmaya fırsatım olmamıştı daha sonra yazarım derken teşkaleden unutmuşum. Neyse, yine klasik cümleler kuracağım ve diyeceğim ki, öykü yazmak senin ve senin gibi sayfadaki özel kalemlerin işi, iyi ki varsınız.Kalemine yüreğine sağlık. Ha, bu arada senin öykülerini okuyan okuyucunun kalp sorunu varsa tavsiyem dil altı hapını yanına alsın....:)
Saygı ve sevgilerimle.
Serhat BİNGÖL tarafından 3/9/2017 6:51:51 PM zamanında düzenlenmiştir.
grafspee
Öykü yazmak isteyenlere en önemli tavsiyem mutlaka senin yazılarını okumaları oluyor. Gerçekten de bu konuda üzerine yok.
Bu da çok çok sürükleyici bir öyküydü.. Öykünün sıradışılığı yanında benim en çok dikkatimi çeken husus olayın geçtiği mekanlar oldu. Gökçeadanın bir adının da İmroz olması herkesin bilebileceği bir şey ama Shinidu'nun Dereköy olduğunu herkes bilemez mesela.
Yani ya bayağı bir araştırmanın izleri var bu yazıda ( Daha pek çok yazıda da aynı ) ya da bayağı bir yer görmüş olmanın.
Kısacası her halukarda senin yazılarını okumak bir zevk.
Selam ve sevgilerimle.
grafspee
Bu öyküyü öğlen kızımın okulunun bahçesinde okudum. Bitirince fark ettim ki mekan da çok önemliymiş okumalarda. Bulunduğum yer ağaçlık sakin bir yerdi. (Çocuklar derste olduğundan.) Öyküyle örtüştü manzara.
Hakikaten bedbahtmış adam. Sonunda kurtulmasını beklemedim desem yalan olur.
Çok güzel bir öykü. Çok beğendim. Siz gerçekten durup durup harika kurgularla karşımıza çıkıyorsunuz.
Selamlar.
grafspee
Harika..harika..ucu açık oykuleri hep sevmişimdir..ayrıca okurken insanın kalbinin ritm duzeyi değişiyor..ha adama uzuldum mu..çok iyi olmuş;)...
grafspee
:) vay keçi vay :) güzeldi.
içerisinde ki sosyal mesajlarda iyiydi elbette talihsizlik burda uzun uzun devam ediyor.
grafspee
bu tür finalleri seviyorum, öykü kafada devam ediyor. kafamda öteki tarafta geçen bir saç kapma mücadelesi beliriverdi mesela.
biz yine de karakterimize "rest in peace" diyoruz.
westworld için de teşekkürler. forumlardan birinde gördüm. konusuna baktım, ilgimi çekti ve izlemeye başladım.
grafspee
westworld kalite kokuyor. yine öyle bir dizi istersen, taboo.
Eyşan Deniz
bravo fatih sana..
çok kolay değil mi bu kadar sıkıntı çekmiş birine göre ilginçte tabi
önce merhaba ama hoşçakalsız gidişler
silebiliyorsan bunu da sil.!
Öykünün sonuna varınca istemsizce, lütfen biri şu adamı hemen çıkarsın oradan, diye söylendim. Daha bu sabah, yaptığımız bir eylemin, söylediğimiz bir sözün hatta bir düşünce kırıntısının bile dönüp dolaşıp farklı suretlerde tekrar yaşamlarımızın içinde kendine rol bulduğunu düşünmüştüm. Falda çıkan Keçi Georgi gibi.. Bu bir kurgu üstelik olay örgüsü muazzam işlenmiş bir kurgu. Gerçek olan geçmişin görülmeyen elleriyle boğazımıza uzanması.
Bahtını ters çeviremeyen Stelio için üzgünüm.
Bir de şu ''Siyasetçiler bizi ilgilendirmez, biz aynı toprağın insanıyız.'' önermesi. Keşke diyor insan..
Çok iyiydi.