- 1118 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
'fenomenal bir nefretin doğası'
‘Biliyor musunuz?
Ben bu çağdan nefret ettim.
Etimle, kemiğimle nefret ettim.’
Zalimlikte ve cahillikte sınır tanımayan insan olmaktan belki de. Oysa çocukken başlamıştı bu nefret duygusu. Birileri her bir cepheden bizi kuşatmış ve mahvetmişti. Bu yüzden kin duymalıydık. Ülkeler vardı, büyük ama gerçekten zalim ülkeler. Gelip, bize ait olanları çalmak istiyorlardı. Bizi mahvetmek için, dedelerimizi, ninelerimizi öldürmek için evimizin önüne kadar gelmişlerdi. Sonra kendi düşmanlarımız türedi. Hiç bitmedi düşmanlarımız. Düşmanlarla beraber yaşamaya alıştık.
Düşmanı, Vladimir Propp’un masalları incelerken ortaya koyduğu yapısalcılığına kaçıp incelemekten uzak bizler için hep canlı tuttuk. Yakınımızda, her an bizimle beraber düşmandan uzakta hep bir başkasının düşman olmasını arzularken, aslında kendimizi düşman kalıbına sokmaktan korktuğumuz için düşmanı hep uzakta aradık. Çünkü düşman kötü bir insan olarak akıllara kazınmıştı. Onun yaşadığı hayat bizim umurumuzda olamazdı. Varsa bir eşi, çocuğu, annesi, babası ve çevresi, bizim için pek önemli değildi. O çay ya da kahve molası verirken dahi bizim için fenalık besliyor, bizim mahvımız için düşünen biri haline dönüşüyordu. Her ne kadar iyi ejderhaların varlığı da benimsenmiş olsa da, o ağzındaki ateşiyle bizi yok etmesi muhtemel ve yakın ejderhaydı.
Kendini anlamaktan bile aciz, bu cahilliyle yaşadığı müddetçe kendisini dilde cahil olarak görebilecek ama esasta hep cahil oluşu karşısı tarafınmış gibi nakledecek, bu kalbi ya da söze dönük dokundurmalarında da hiçbir zaman geri durmayacağını belirten insan aslında kendine zulmettiğini anlayamayacaktır. Tolstoy’un canlı/insan ayrımı konusunda küçük ama bir o kadar da etkili ayrımı vardır. Ona göre acı duyabiliyorsa canlıdır. Başkalarını acılarını hissedense insandır. Bunu kendime sordum. Bir canlıyım, evet, fazlasıyla. En ufak deri üzerindeki kesikte sızlamalarımı abarttığım, ‘bu da nereden çıktı şimdi, fiziksel bir acı çekmenin sırası mı’ diye düşünüyorum. Bir canlı olduğuma dair basit bir kanıtı kendime sunabiliyorum. Yemeği çok kaçırdığım zamanında metabolizma bozuluyor ve saatlerce bu yüzden sancı çekebiliyorum. Kendi dâhilimde veyahut dışarıdan etkilerlerle fiziksel acıları hissedebiliyorum. Peki, Tolstoy’un insan üzerine yorumuyla ne kadar benzeşiyorum? Başkalarının çektiği acıları umursayabiliyor muyum? Bu noktada çocukluktan beynime işlemiş düşman faktörü birden kendini gösteriyor ve ‘o düşman olabilir, o yüzden onun acıları senin umurunda olmamalı’ diye bir yorum ortaya çıkıyor. Defalarca ‘oh olsunlar’ ve ‘etme bulma dünyası’ ifadeleri beynimin içinde dolaşıp duruyor. Ağzıma kadar iniyorlar sonra. Bilgili bir münafık söyleminden öteye gitmeyen ‘eden bulur’ edasıyla ortalıkta dolanıyorum.
Evet, eden bulur. Zalim olmadığını kati dille belirterek, arzuladığı zalimliği fazlasıyla yerine getirmiş insanların sonudur. Yapıp, eylemlerine dönük tarafsızlığını yitirdikleri her an için acı bir sonla karşılaşmaları. Bu her zalim insanın sonudur. Peki, cahil insan için de aynı son gerekli midir? Anlamanın bir emek gerektirdiği, kolay bir iş olmadığını ehli daha iyi bilir. Anlayabilmek için, gerçekten de bir mana varsa, o manaya erişebilmek için ormandaki ağaçtan odun kesip, onu eve getirme aşamasına kadar geçen süreden daha fazla -bu süre yıllarca olabilir- geçmesi gerekir ki, manaya erişim hâsıl olsun, gerçekleşsin. Ancak her ne kadar manaya erişme arzusu canlı da tutulsa, erişmek için yollar da aşılmış olsa, herkes mana denizinin kıyısına ulaşamaz. Bu ilahi bir kaderin tecellisi de olabilir veyahut insanın gerçekten cahil oluşundaki kıstasa binaen tezahür de olabilir.
İnsana ilahi yorum açısıyla yaklaşıldığında ‘zalim’ ve ‘cahil’ olduğunu okuduğumuz an da fark ederiz. Bu okumadan önceki süreçte test edilse, defalarca rast gelinse bile her zaman ciddi anlamda anlaşılması kolay olmaz. Çünkü yine bir cahilliğin emaresidir ki; her okuyan anlamaz. İlköğrenimde fiş tahtasındaki asılı fişlere benzeyen ve anlam olarak değil de, söylenmesi hem kolay hem de biçim olarak daha rahat özne-yüklem bağlamını ortaya koyan cümleler gibi insan bir hayat sürmeye başladığı an, aslında okuma sonrası anlayış süresinin de kısıtlanışı başlar. Ne demektir bu? Nöropsikologların yaptığı araştırmalarda stresi önemli ölçüde azaltan eylemlerin başında ‘kitap okuma’ gelmektedir. Cümlelerin yoğunluğu, bir tür yan yana, alt alta sıralanmış cümleleri okumak insanı rahatlatır denmektedir. Bunu nasıl anlamalıyız? Özellikle burada belirtilen başlı başına okuma eyleminden ziyade ‘kitap okuma’dır. Bilgiye her yerde insan rastlayabilir. Takvim yaprağında, sosyal medyada, reklam broşürlerinde ve hatta alakasız bulduğumuz kullanma kılavuzlarında bile fazlasıyla bilgi vardır. Ancak bilgiyi yorumlayacak bir zekânın olmayışı, bilgiyi kullanma adına insanı yönlendiren, daha doğrusu birkaç örnekle bu yönlendirmeyi gizli yapan kitapların doğası ayrıdır. Kutsal kitapları bu konuda incelemeye kalktığımızda, kitabın yazılı olarak değil de, vahiy yoluyla peygamberlere geldiğini işitmişiz ya da okumuşuzdur. Burada inanç farklılığına bağlı olarak kutsal kitaplara inanamayabiliriz de ama peygamberler sonrası özellikle vahiylerin kitap hale ya da doğru ifadeyle yazılı hale getirilmesindeki amaç nedir? Yazıyla belirtilmiş bilgi, söz veyahut kaynağa ait gerçeklerin tahrif olması, unutulması daha zordur.
Çoğunlukla cahil olan insanlara karşın göreceli olarak akıllı belirtilebilecek insanların var ettiği kitapların doğasında, asıl amaç hikâyenin hangi kişiye aitliğinden daha çok, hikâye ya da rivayette yazılı olanın içeriğidir. Bu içerik deneylenmiş bir hikâyenin en doğru biçimini ortaya çıkarmak içindir. Bu sunuş itibariyle bilgiye ihtiyacı olanlar kaynakları açıp, oradan faydalanmak isterler. Buraya kadar her şey bize normal gelebilir. Cahil oluşumuz, zalim oluşumuz ve kitapların ortaya çıkıp, sonsuza kadar sürecekmiş havasıyla ortada bulunması anlaşılabilir açıklamalar gelebilir ama çocukluğumuzda bıraktığımızı sandığımız, kitaplar yardımıyla bize sunulan ve bizim düşman oluşturma potansiyelimizi arttıran yazılı kaynakların insanlığa o zaman nasıl bir faydası olabilir ki? Kendi içinde tatmin olunmayan, pek çok vartaları da beraber getiren bu sorunun çözüm kaynağı nerededir?
Ormandaki kesilmesinde mahzur görülmeyen bir ağacın budanarak odun hale getirildiği ve eve kadar sırtta taşındığı küçük hikâyede çekilen zahmetin zannedildiği kadar çok olmadığını bu noktada kabul edelim. Anlam işinin, emek verilmesi gereken, insanın duygularını kimi zaman pas geçip, aklında doğan şüphelerle uğraşadurduğu ve bu sürece zarfınca her defasında sayısız kere kendisiyle mücadele etmekten geçtiği noktada duralım. Bu nokta farazi bir beyanla küçük olsa da, var olmanın ilk işareti ve o işaretin canlılığı, yok olmayacak olmanın da bir kanıtı olarak, kendi varlığını yokluğuyla var eden, şuurlu varlık için ayrıca başka meseleleri ortaya çıkaran, aslında evren kadar büyük bir meseleyi ortaya çıkardığının farkına vardığımızda, bizim zalim olarak nitelendirdiğimiz, cahil insan zevkten dört köşe olma münasebetiyle zafer kazandığını söyleyebiliyor. Varlığın ilk noktası olarak kabul edeceğimiz, tüm yaratılışı aynı noktaya sığdırabileceğimiz gerçeklik hem zalim hem de cahil insan için neden bir zevk kaynağına dönüşsün ki? Problem olarak kabul edilecek olursa, böylesine çözümü imkânsızmış gibi gelen, manası araştırılmaya çalışıldıkça daha büyük anaforlar oluşturan o nokta zalim, cahil bir insan için aslında büyük bir sorun teşkil etmez mi?
Cahil, bu sorunun kendisi adına bir çözümü olmadığını kabul etmekle aslında cahil oluşunu teyit eder. Bu onun için zayıflık değil, gurur kaynağıdır. Çünkü zalim oluşuyla beraber bu cahilliğini, bilgisizliğini ortaya sunarken, akıldan ziyade, duygularına tesir etmiş kini kullanır. Sıfat ya da isim olarak bize aşina gelen bu ifadeleri yine kendi cehaletimizin bataklığında gizlemekten zevk almaya başladığımızı düşleyelim. Aslında cahil ve zalim olan biri, bu iki sıfatını da gizlemeye çalıştığında bundan zevk almaz mı? Ona ait olsa da, bu sıfatları gizleyerek neden zevk alır? Belli ettiğinde, açığa çıktığında olacaklardan mı çekinir? Bu yüzden cahilin ve zalimin ortak paydada buluştuğu hem kin hem de korkudur. Çünkü merhametten öte, iyilikle donatılmamış bir kalpte ekip biçtiği tohumlar kin ve korkudan başka bir şey olmamıştır. Onun sahip olduğu ilk düşmanı, hayatı boyunca onun yanında olacaktır. Daha fenası ilk düşman asla arkadaşsız kalmayacak, yeni yeni düşmanlar bulacak ve bu düşmanlar ordusu kıt aklıyla insanın kin ve korku duygularını beslemeye, onları canlı tutmaya devam edecektir.
Peki, ne yapmalı? Anlamak masraflı, emek gerektiren bir iş ise eğer, bu kadar masraflı bir yükün altına bir insan nasıl girebilir? Kendisi de giremiyorsa bile, bir başkasının girmesini ne gibi ödülle arzulatıp, ona doğru yolun kapısını açma konusunda yardımcı olabilir? İnsan denen canlı, eğer gerçekten başkalarının acılarını hissedebiliyorsa, hem insaflı olur hem de küçümsemekten kaçınır. Bir başkasını küçümseyen, hor gören bir insan insaflı olamayacağı gibi bilgiye karşı küstahça bir davranışta bulunmuş olur. Odun parçasının görevi artık yanmaktır. Yanmaya başladığı an itibariyle faydası dokunur. Kesilmeden, budanmadan önce o bir ağaçken, başka bir göreve ortak olmuştur. Görevi bitince, belki de son görevi olacak mekanda bulunur ve ömrünü tamamlar. Bu basit bir ekolojik işleyişin örneği olabilir ama canlılığı ölüme kadar dünya da devam eden insanın benlik iddiasıyla beraber kendi görevine/ görevlerine bakış açısı değişir. Dünyaya gelme amacını, aramaktan çekinmemesi gerektiği bir anlam ve o anlamı araştırma, o anlamla bütünleşme olduğunu bilmeyen bir insanın eylemlerini sıralarken, basit bir hayvan olma iddiasından başka türlüsü olmadığını kim olumlayabilir? Basit bir hayvan ya da canlının bile gerektiğinde bir başka canlıya bahşettiği merhameti, kendi cinsine gösteremeyen insanın yaşamına kattığı hangi artıyı öne sürebiliriz ki? İnsanların işini kolaylaştıran basit ya da karmaşık bir icat, anlam olarak değerlendirilmeye alındığında, hayatın anlamı karşısında üstünlük taslayabilir mi? Kendi gibi olan, aynı özelliklere sahip başka bir insanın acı çekmesiyle mutlu olan bir canlının negatif olarak sahip olduğu değer bile, insanın uzaya çıkıp, en müthiş buluşları kazanımından daha pozitif değil midir? Değerin negatif olarak değerlendirilmeye alınma gereksinimi, olması gereken değerin bir tür koordinat sistemi perspektifinden başka bir şey değildir.
Dünya var olduğundan beri insan denen canlın hikâyeleri arasında zalim olanların yanı sıra hep bir mazlum tarafta var olmuştur. Kin, korku sadece bu yüzyıla ait bir şey değildir. Her yüzyıl kendi kinleri ve korkularıyla yaşayan insanların misafir oluşudur. Özellikle İslam’ın ‘ahir zaman’ meselesi üzerinden değerlendirmeye alırsak kendi çağımızı bu benzetmeyi yapabiliriz. Peki, yanılır mıyız? Rivayetler ve menkıbeler tahlil edildiğinde her çağın insanı kendi dönemini dünyanın sonuna en yakın zaman olarak belirtmiştir. Biz de bu ifadeyi kullanabiliriz. Doğru olmasa bile yaşanmış, yaşanmakta olan ve yaşanacak her türlü zalimliğin bizim için kıyamet çağrısı olduğuna kanaat getiririz. Biz, dönemimiz itibariyle ilkel/modern insan ayrımı yapmadan, insanın özü itibariyle teknolojik gelişmelerden ayrı değerlendirilince hep aynı kıstaslarla yaşadığımızın farkına varınca, ‘eski çağlarda acaba insanlar hangi mananın peşinden koşmuşlar, bu mana neymiş, böyle bir mana gerçekten de var mıydı, biz o zaman varsa o manaya erişebilir miyiz’ diye sormaya başlarız. Tarihsel sürecin başlangıcı ve sonundan ziyade, içinden geçilen her kademe aynı mananın izleriyle insana her türlü zorluğa dayanabileceği sıfatlar kazanmasını sağlar. Yüzler, kazanımlar, araç ve gereçler farklı bile olsa prosedürün aynı süre ve ivmeyle devam ettiğini bilmek aslında insanın anlam konusundaki çabasına temelde sağlam, sarsılmaz bir inanç verebilir. İddia makamında seviyesiz, hatta zıttı açıklanabilir gelse de, cahilin zalim, zalimin cahil olduğunun doğrulanması pekâlâ mümkündür. Peki, buraya kadar söylenenler ışığında düşünürsek, insanın hem cahil hem de zalim oluşunu bilmek bizim için önemli midir?
Bilimsel açıdan bu konuyu incelemeye kalktığımızda, yeni yeni duygularını bastırmaya başlamayı öğrenen bir çocuğun psikolojisine kadar geriye gidebiliriz. İnsanın elbette çocukluktan sonra iyi yönde gelişimi olası, hatta zor da olsa mümkündür ama çocukluk dönemindeki kazanımlardan kurtulup, bilgiyi yenilemesinin tehlikesi açık değil midir? Öteki ve düşman olarak seçilen insanın ismi ve ırkı fark etmeksizin, her defasında yenileyebileceği ‘öteki’, ‘düşman’ olan bireylerin dünyalarında kendi yanlışlarını görebilmesi muhtemel olabilir mi? Farz edelim oldu ve bu yanlışını düşünmeye başladı. Kazanımını gerçek ışığında, tarafsız bir gözle bakamadığı sürece hadiselere bakışında çok büyük değişimler beklemek aptallıktan başka bir şey olamaz. Bu insan yanlışını bilse bile, neden yanlış yaptığı ya da yanlışını neden sürdürdüğü konusunda suçlu olarak ‘öteki’, ‘düşman’ örneğini canlı tutar. Model değişse bile, kalıp aynı kalır. Hatta hem modelin hem de kalıbın değiştiği süreçlerde bile ‘öteki’ olanın varlığı devam eder. Oysa ne o öteki ne de düşmandır insanın anlam arayışını sekteye uğratan ya da arayışa hiç girmemesine sebep olan. Küçükte olsa kendi ölümünün kıyamet sayılması bu yüzden insan adına önemlidir. Mühletinin farkında olmadığı yaşamı boyunca kendinden başka suçlu arama yolunda vakit geçirir. Adeta anlam arayışında yardımcı olacak olan kitapları, onun düşman, öteki arayışında kaynaklar haline gelir. Cahilliği benliğine devasa büyüklükte, sarsılmaz güçlükte surlar örmüştür. Sıkışıp kaldığı surlar arasında zalim bir kralın keyfi içtihatlarıyla yaşamını idare ettirir. Dışarıdan bakıldığında herkes gibidir ancak içinde kurulması muhtemel ama çok geç kalınmış medeniyet şehrine ait kalıntılarla kibirlenir. Medeniyet şehrinin kapısında yazılı olacak hakikate ait sözler dilinde dolaşır ama kapısı olmayan şehrinin duvarlarında insanların kalbini kazanacak söz yoktur. Düşmanlarına edilmiş yığınla küfürlerle misafirlerini karşılar. Kimi misafirleri onun duvarında yazılı sözlerle mesut olur. Kimi hiçbir şey hissetmez. Bir kısmı acı çeker. Gerçeği ruhunun derinliklerinde hissetmişler onu kurtarmanın bir yolu var mıdır, ‘kapı acaba nerede’ diye etrafında dolanırlar.
Cahit Zarifoğlu’nun nefretini anlayabiliyorum. Biliyorum, bu çağdan nefret edilebilir. En derin hislerle çağa yabancı olunabilir. Tarih içerisinde nakledilen herhangi bir dönem içten arzulanabilir ve ‘keşke o zaman yaşasaydım’ da denebilir. Durumu belirten bu güzel sözler anlam arayışında hatalıdır. Maksat burada düşülen zayıflıktan, artık çaba göstermekten yorulmuş olmaktan veyahut ne yapılırsa yapılsın değişen bir şey yok acziyeti olarak değerlendirebilir. Bir hayvan bile kendi cinsine ait bir canlının ölümü karşısında korkar. Kendisinin başına da aynı ölümün geleceğini düşünebilir. Buraya kadar şuursuz saydığımız hayvanlarla aynı değerleri paylaşabiliriz ama nefret etmek, öldürenden, ölümden, tecavüzlerden ve dahası koca bir çağdan nefret etmek anlam işçisinin azığı olamaz. Duyumsayıp, tattığı her nefret onu yolundan vazgeçirmek içindir. Fakat bir nefret vardır ki, eğer o nefreti sahih olarak tadabilirse gerçeğe ulaşmak için can atar. Zor olduğunun farkındayım, belki kimileri imkânsız bile diyebilir ama insanın ‘cahil ve zalim’ oluşuna, bir nevi kendine nefret beslemesi, bu yolda gerçeği sahiplenmesi niye garip gelir ki? Babasının tohumuyla, annenin rahminde beslenerek çıkmış insan anne babasından ayrı bir varlıktır. Artık onlarla bütünleşemez ve onların yolundan ayrı, kendi yolunda gerçeği arar. Bu basit haliyle kişisel deneyim olarak betimlenebilir ama anlamın, en doğru ifadeyle gerçeği anlamanın yolunda anne babası artık diğer insanlardan farksızdır. Bu bedensel bir bütünlük sağlamaya çalıştığı karşıt cinsi ve kendi çocukları için de geçerlidir. İnsan bilinen yalnızlığının farkına varınca, bu bilinçle hayatı deneyimler. Deneyimlerinin zirvesinde olan şey de kendi cahilliğine ve zalimliğine nefret edip, yola çıkmaktan başka bir şey olabilir mi?
Anomi zirve yaptığı zaman, şuursuzluk toplumda istediği gibi dolaşmaya başladığında çağların, yılların, günlerin denenmiş bir hikâye olmaktan, tarihe not edilmekten başka bir dinamizmi olabilir mi? Özellikle ders alınmamış ve hala çürüyüş temellendirilmeye ve vazgeçilmemeye çaba gösterilirken. Yine de tüm bu olumsuz havanın etkisine rağmen, duyarsız kalmış, nöropati çemberinde sıkışmış bir toplum, ülke ya da dünya için bile ümit vardır. Tüm çürüyüş esprisine karşın, Lacan’ın belirttiği;‘la vérite surgit de la méprise’, yani hakikatin hatadan doğma şansı her çağın kendi hadiseleri içerisinde kaçırılmaması gereken fırsatlardandır.
İster biçimsel bir aydınlanma isterse de imana dönük diyalektiğin gelişim süreci olsun, angaje şiddetli bir arınmayı ve anlam töresine uygun yollarla gerçeği aramayı kabul ediyorsa, bu fırsat kaçırılmamalıdır. Hiçbir birey ölümsüz değildir ama öleceğini bile bile yine de kendisini insanca yaşayabileceği bir yolda aidiyetini temel insanı düsturların dışına çıkmadan kabul etmişse, kendisine nefreti şiddetiyle gizliden tebrik edilebilir. Bu tebrik aslında tebrik edenin aklında çakıldığı öngörülmesi muhtemel kavrayıştan başkası da değildir.
YORUMLAR
westworld adında bir diziye başladım, oradan bir replik "evrim, bu
gezegendeki hisli yaşayanların hepsini tek bir alet kullanarak yapmıştır, hata"
evrim olsun ya da olmasın, hatalarla evriliyoruz. superman yahut insan-ı kamil olur muyuz bilemem tabi. ama hatalar ne kadar erken yapılırsa o kadar iyi oluyor. bunun toplumsal hatalarda da geçerli olduğunu düşünüyorum. toplumsal evrim için kitlesel hatalar gerekli sanırım.
HakkınSesi
Amerika da şu son zamanlardaki no muslim ban tarzı eylemlerini gormussundur. Ateisti, Yahudisi hiç sakınmadan destek veriyorlar. Hatta geçen kanada da camiye olan saldırıda imama gönderilen bir Yahudinin mesajını okudum. İnan insan ne kadar aptal olduğunu anlıyor. Buna sebep şişman düşman zayıf dost olması turu saçmalık..
Dün yeni başlamış bir dizi de Behzat ç. Erdalın 'hayirlisi' derken göz kırpıp, söylediğino gördüm hayırlısı kelimesini.
Burada böyle Amerika da öyle (amerikanin daha geçerli sebepleri varken bile milyonlarca fuck of duyuldu) ve dünya da ayrı ayrı
Kendi menfaatleri doğrultusunda işleyen demokrasisi var olan Cermenlerden bile daha iyisine sahip olmalı toplum. Ama.
Belki işte.. belki
gerçek aranmamalıdır, gerçekten inatla kaçılmalıdır. gerçek yüzsüzdür kendisini gözümüze sokma çabaları içine girecektir, buna karşı önlemimizi almalıyız, mesela bir at gözlüğü iş görecektir. hepimizin istemesek de beynine bi takım bilgiler doğal yada yapay yollardan işlenmiştir. bu bilgiler bizim tek doğrularımız olmalıdır. ve bunları inatla başkalarına da dayatmaktan çekinmemeliyiz. direten olursa kas gücümüzü, yetmezse bir takım ateşli ateşsiz aletler de kullanılabilir. her fikir sahibi, fikrin liderleri etrafında toplanmalıdır, liderin her söylediğini sorgusuz sualsiz kabul edilmeli, diğer fikir liderleri ve askerlerinin azılı düşmanlarımız olduğu unutulmamalıdır. yaşasın tam bağımlı cehalet nokta noktası!
HakkınSesi
bunlar da laf çok keyfimize bakalım.