- 646 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Güneşe biraz umutla gözlerimi açıyorum 5…
Ara sıra hatırladığım ne kadar çok olay veya yaşantım varmış geçmişimde…
Çoğunda teklik hislerimle kendimle çatışırken, birçoğunda da onu tanıdığım günlerden bu günlere sarkan yaşamımdaki düşmüşlüklerim varmış…
Ara ara, gün gün düşüyor aklımdan bana doğru… Bu yaşamımla ne kadar da çok kullanmışım zamanı… Sanki dünler daha yakın geliyor bana, gelecek zamanın uzunluğunda kayboldukça…
Aşkla mı düşündün...
Oysa yaşamak istediğimdi aşk, sanmak ne demekti, ömrümü adadığımdı aşk ve düşlerimin yangını, düşüncelerimin azabı oldu vaz geçmek bilmedim, uğruna ömrümü tüketirken, hâlâ o nefes ile nefes nefeseyim, yaşama ve de aşka...
Bazen gece, bazen gündüz, bulutlu veya açık mavimsi renkle benim baktığım gökyüzü bu…
İçinde bir gurup yıldız arasında benim yıldızım. Ona taktığım isim ile “gecedeki
Işığım” ile çoğu zamanlar onunla konuşur, bir başkasının da ona baktığı ortak bir ışık gibi süzülür yaz gecelerinde sönük bir nokta gibi yerini hiç kaybetmeden dinler durur beni yıllar yılı, yalnızlığımı paylaştıkça…
Gecenin parlayanı ve gecedeki ışığım olmaya yıllar yılı devam eder benimle dertleşmeye…
Gecemin ışığı belki de ruhumun dinlencesi veya yalnızlığımdaki yolculuk arkadaşım sırdaşım…
Ansızın senin bakmayacağını bilerek, sana koşuyor gibi, yapıp, aniden olduğum yere çakılıyor ayaklarım. Tüm geçmişimi hiçe sayarak sözümü esirgeyip, yüzüne gülümsemeden nefretle bakıyorum gözlerine…
Sanki bir ömrün hesabını görür gibi, bakıyorum göz karalarına ve kararmış yüzüne…
Kimin hayatı benimkine benziyordu bilinmez ama benimki kimin yaşamına benzeyen yaşantımdaydım?
Bomboş bu karmaşık düşünceler. Veya tarifsiz bir yaşamın içinde var olmaya çalışırken, kaç kez dolandık çukurlardan veya kaçında batmadan geçebildik bu kaygan zeminli yaşamın derinine?
Aslında kaç kişilik bir yaşamın içinden boğulmadan çıkmak istiyordum?
Üzerimdeki emanet alınmış yüklere baktım, düşündükçe derine gömüldü… Yaşamımın hikâyesinde olduğu zamanların girdaplarında dolaştıkça gömüldüğümüz, yalpaladığımız ve dayanılmaz apayrı bir düşünce yükleri…
Binlerce soruda öne çıkan tek kelimelik bir deyimdi sanki “nerelerdesin?” dediğimde ise ayrıcaklı bir düşsel cevapsız sorunun etrafında bir başka yana dönüp duruyordum beyin kıvrımlarımdan…
Nerelerdesin?
Bence hiçbir zaman cevabını bulamayacağın bir düşünce fırtınası veya bir girdapta bu içinden çıkılamayan uzaklar ve girdaplarla yaşamın içinden ışığa baş eğmek ne kadar da zormuş…
Ömrümün çoğul zamanları hep karanlıklara armağan edilmişçesine, kendime gün ışığında gülmeleri yasaklamışken, zamanın döngüsünün içinde dengesiz düşüncelerle var olmaya çalışmak yokluğunun acısına perçinlenmek gibi bir yaşam zamanıydı belki de, kendime armağan saydığım…
Birkaç gecenin sensizliğinde geçmesi bana vurdukça vurulan kırbaçların sesleri gibi canım acıyarak yaşarken, sensizlik bir zindan hayatında yaşamaya benzerdi…
Zaman tüm deneylerini sensizlikle denerken bende, belki de dayanma gücüm deneniyordu bedensel olarak nefes almalarımla…
Senin yokluğun varlığından pek de fazla değildi…
Belki de yaşarken sen kaderim ile birleşirken kaderim de bir ölçüydü bu artık kendimi yaşamımım sarsıntılarına bırakıp nefes almaktan başka çarem kalmıyordu…
Varlığınla yaşadıklarım ile yokluğunda aldığım nefeslerin arasında da gördüm ki pek de çok fark yoktu belki de…
Yaşamın an zamanlarının güzelliği ile yokluğunun yaşanıldığı zamanların arasında acı bazından pek de fazla fark yoktu belki de aslında, galiba biz yanıltıcı bir sevginin içinde kalmışçasına nedense acılanmalardan veya bağrınmalardan kurtulamıyorduk.
İşte irdelenmesi gereken bu iki zaman arasındaki benzerliğin acılanmalardaki farksızlığın bir sebebi olmalıydı…
Her ne olursa olsun, bu sonuçla tek bir gerçek vardı, biz sevgide avuçlarımızı hep birbirimizden fazla sıkarak tuttuk…
Belki de biz birbirimizin en çok sevme yarışında kendimizi yıprattık. Ve biliyorum ki sen beni seni sevdiğimden çok fazla sevdin, senin de bu sevmenin verdiği baskıydı benim canımı en çok acıtan…
Gecelerin karmaşık gündüzleri ise benim için darmadağın…
Yaşam eskiterek devam ediyor, köklerimiz inceliyor, tutunmamız zorlaşıyor güneş ışığına… O kadar az oluyor ki sarılmalarımız, gecenin ay ışığı zar zor aydınlatıyor karanlıkta kaldığımda ruhumu…
O kadar çok değişim içinde yaşıyorum ki her bir gün diğer bir günle yaşamda örtüşmüyor…
İçimde bitmez bir har, gözlerimdeki ışıkla yaşam savaş halinde ve özlem sanki bir zor uğraşla içimde. Oysa kimsesizliğim vardı kendime göre, varlığım gün gün kendine yabancı bana ve kendime göre sen varlığı acılarla yükleniyor ruhuma…
Ve savaş halinde yaşıyorum kendimle ve düşünüyorum keşke bu hissettiklerim rüyanın karelerini sıralasa ve ben hâlâ kendime savaş halindeyim…
Pekiyi, tüm bunlara sebep sadece sevme duygusu muydu? Evet şüphesiz değmeyene verdiğimiz değer sonuydu bu zayıflayan ruhumuzun titreyen bedenle salınım halinde bulunuşu...
Alev gecesi bu tüm düşlerimin tutuştuğu, geçmişimden gelip avuçlarımdan kaydığı gecenin bir anındaki gülüşlerim ve nefeslerimdeki alev saçan öfkelere veda edemeden geçen bir yaşam bu…
Parçalandım be sevgili, parçalandım bir sana bir bana, bir de hayata bölünüp Alev gecesi bu parçalandım...
Hem parçalanmak, hem de yükümün ağırlaştığını hissetmekle yaşam pek de kolay geçmiyor...
Aynı havayı paylaştığımız, bir bardak suyu bölüştüğümüz, o zamanlara göre yaşam pek de kolay geçmiyor, zamanlara göre bu zamanlar çok daha acımasız, çok daha parçalanmaları yaşamak o günlere göre çok daha büyük travmalara düşürüp, bıraktı beni...
Üzgünüm belki de ömrümün en büyük şaşkınlığını yaşıyorum, bir taraftan beni çok sevmelere dair senin yazıların, diğer taraftan benim şaşkın ve küskün yazılarımın arasındaki git gelmeleri yaşamak belki de parçalanmaların hayata, yaşama yenilmenin bir başka şekli galiba…
Galiba bir öksüzleşme veya bir garipsenme hisleri ile yalnızlıkla baş etme zamanları bu…
Belki de çoktan unuttuğumuz zamanları koşmalarımızdır bu hayatımızın kalan kısmında var olmaya çalışmak...
Belki de bir barış halidir yüreğimizle aklımızın vedaları kabullendiğimiz zamanların içindeki nefeslerle...
Belki de var olma savaşımı bu telaş ve özlem duvarlarından düşmelerimiz…
Geriye kalansa artık bir hayatın içinden sıyrılış anları. .
Kaç zamanın ardından özlem çekmemek veya sadakatın özleminden kurtulup, dolu dizgin bir bekleyişin ardından kopuşup düşmek…
Gaddar bir zaman ölçüsünde var olmaktı belki de zamanın affedilemez tarafı derken gözlerin kapakları düşer uykuya...
Sanki zamanın unutulmazlığını taşıyan buz kesmişliğiydi yaşamın…
Sanki yalnızlığını yaşamaktı zamanın donmuşluğu...
Belki de hiç bir şeyi bilmiyormuşuk gibiydi zamanda donmak...
Uzun bir yürüyüş bu zamanla kendi kendine sahip çıkma ve düşüncelerinin tümüne kendini sığdırma, belki kendine göre…
Zaman sorunu yoktu, ama bedensel olarak eskiyordu zamanlar…
Ömrümü adadığım bir sevgi bu derken, geçmişin tüm girdapları dolaşıyordu anıların içinde nefes aldığı tüm bu sevginin girdaplarında dönüyordu…
Çoğulda içinde bir burkulma, gözlerinde birçok defa ıslanma ve haklılıklarla pişmanlıklar arasında tur atan düşünce çıkmazlarıyla baş etmeyi göze almış bir bedenin salınımlarıydı aslında bunlar…
Tüm bunları yaşarken, ruhun en ağır gelen, inkârcılık ve inkâr edenle baş etmek belki de yaşam zamanının en ağır anlarıydı karşılaştığı bu kesit…
Sevmek yüreğine kilitli kalmış belki de yarınsızlık bir yaşam zamanlarının girdaplarıydı…
Çoğu zaman tek cümleye takılıyordu aklı. “sen hiç sevmenin içinde yaşarken ayaklarını hiç taşların sivrilerine vurdun mu?” diyordu kendini sorgularken…
Yaşamın belki de acılanmaların en çoğul olduğu zaman kesitini oluşturmuştu bu sevme zamanları…
Artık yarınsızlıkla baş etme düşünceleri ile yaşam devam etmekle, sevme zamanlarının içine öfke ve nefret hükmetmeye çalıştıkça, bu ikilem düşüncelerle artık var olmaya çalışmak da zorlanıyordu…
Sonuç neydi?
Yaşamın bu güne sarkan zaman çizgisinde sevgide var oluşumuzla acılanmalarda nefes alışlarımızdan başka anılarıma düşecek tek çoğul yaşam karelerindeki donuk bakışlarımdı tüm cümlelerin sonuna konulacak, belki benden arda kalan tarif…
Donuk bakışlarımın ardına sığan bir yaşam ve sevginin içinde kalan tüm bu sevmelere veya yazmalara değmeyecek bir insan… Veya bir kadın…
Ben kendimi sevmelere adadıkça, o sevmenin arkasındaki koşmalardı bana bedensel acılar veren… Galiba sonuç, ömrün sonuna eşit olan kelime…
Güneşe umutsuz bir bakışla geçmişten bu güne bu gökyüzünün dumanımsı renginin altında yaşamımın acılı günlerinin ardındaki sevinçlerim o kadar azdı ki, hiçbir zaman düşlediğim gökyüzü renginin hiç farkında olarak nefes alamadım…
Oysa ne güzeldir gök mavisinin altında nefes alışlar… İçinde umutların hoşnutluğu, düşüncelerin dinginliği, bedenin sarsıntısız ısısı altında düş kurmanın da ahengi bir başka olmalı…
Veya bir başka olmalı, sevgili gözlerinin derinliklerinde düşlerle bulutlanmalı gözler derken bile, sanki hüzün sarsıntılarından uzak çok nadir de olsa o anları yaşamak uzak dünlerin ardına yaslanmış bir ömrün övünç veren zamanlarıydı şüphesiz…
Kaç zamanın hüzün esaretinden kurtularak içinde yürekteki sevinç vurgunları ile yaşamın an zamanlarında mutluluk dalışları ile kaybolmak, tekrarını yaşamak düşüncesi ile düş kırıklarına uğramak…
Oysa sevginin içindeki mutluluk zamanlarında şarkıları mırıldandığım zaman ne kadar da uzaktı bu günkü nefes alma zamanlarına…
Ömrümün ne kadar bölümü kaybolmuştu bu kırık düşlerle zaman ardına düşmemle…
Uzak sevinçlerin yakın hüzünlere dönüşmesi ne kadar nefes yitikliğine uğramıştı?
Belki de asıl sorgulanması gereken bu kayıp zamanlardaki kesik nefeslerin bedelini kim kime neyle ödeyecekti? Veya bu yıkık zamanların bedensel çöküşlerdeki sebepler nelerdi?
Ve hayatımız bu yıkıkla ne kadar bedensel eksikliğe ulaştı…
Kaç uzun, kaç parmak ucu acılanmalarının bedeli neydi?
Kaç sevgi yılına bedeldi bu düşüş ve kaç sevgi yılında kaybolmuştu buruk coşkular?
Değişimlere sebep sevgideki mutlu yılların sonrası zamanlarsa buna sebep olan doyumsuz duygular nelerdi ve niçini neydi?
Artık yeniden yaşamın başına dönüp, yeniden gelecek zamanlara yeniden başlamaya mecbur olduğum bir gelecek olmalı önümde. Ve hiç kuşkusuz geçmiş hislerden ibret alarak gelecek adımları daha temkinli atmak mecburiyetini hissetmeyi hiç ihmal etmemem gerek yaşama tutunabilmem için…
Yeni yaşam yıllarına daha acısız daha çok iç huzurunu içimde zapt ederek nefes alma mecburiyetim var artık çünkü, iğne ucu ile deştiğim geçmişin gömütünü geleceğe taşımanın anlamsızlığından ziyade, yaşamı gölgeleyen huzurdan uzak nefes almaları tetikleyen geçmişin gölgesi artık korkutmamalı beni…
Ve tutunduğum sevgi beni geleceğe beni güler yüzle taşımalı, derken, bile içimden doğan öfke rüzgârları bile beni engelleyememeli…
Belki de aslında düne kadar mülteci düşüncelere yapışmış gezgin düş kırıklarıydı hayatı zehreden renkler…
Kapkaranlık bir düş yorganının altındaki nefes almalar bunlar. Alaca karanlık düşüncelerin içine sığan bir morluk ve özleyiş demi…
Kaç türlü renkle oluşan bir ışık demeti özlemi veya düşüncedeki pembeliklerle kelime kovalamaca uğraşı bu düşüncelere yapışan…
Aslında belki de koyu bir özlemdi bu alacalığın arkasındaki parlak morluğun oluşma özlemdi…
Kaybettiklerimiz vardı yaşamda ve bunun ardında ise özlediklerimizi yaşayıp yüreğimize kilitleme çabası veya yüreğimize kilitleme gereğine özlem…
Boş verebileceğimiz hiçbir şeyim yoktu yaşamda elimde kalanla…
Galiba en büyük zaaf sadakat ve özleme sığan hoşgörü sanatı veya özlem düşüncelerinin içine sığan koca bir hayat zamanları…
Kimseyle paylaşamayacağım bir sevgi tutsağı idim…
Ve bu düşüncelerle ömrümü küflendirdikçe acıya bulandım…
İçime ayrılığın sızısı düştü…
Gözlerim karardı, gülüşlerim dondu,
İçimde bir yerler acıyor,
Hızlı atıyor yüreğim,
Bileğime doğru parmak uçlarımda karıncalanmalar dağılıyor,
Yarının endişesi gözlerimde yanmalarla,
Ve sen,
Yüreğimdeki sızı,
Acıtıyorsun canımı,
Sözlerimin derinindesin…
Ve sen hâlâ,
acıtıyorsun canımı,
vuslatın heyecanı bileklerimi titretiyor,
sabit bir bakış gözlerimde,
içimden kelimeler fırlayacakmış gibi tepiniyor sanki,
şerefsiz bir ayrılık bakışı hayalimde,
denizin dalgasına vuruluyorum,
uzaklar ve acımasızlıkları, farkında olmadan içimi kemiriyor,
derelerden yuvarlanan akıntı taşları sanki sırtımda toplanıyor,
öksüz,
birde acımazsız düşler bunlar, yüreğime oturan,
acı veren sahipsizlik sanki,
tepe taklak yardan düşüşlerde,
bir şarkının son cümlesi dilimde,
“guruba bak beni an” demek geliyor içimden,
Olmuyor, dilim yuvarlanıyor, ardındaki cümlelerin kelimeleriyle,
Sanki yalnızımsı düşler tünüyor baca kiremitlerine,
rüzgâra karşı bir ben, öksüzleşiyorum kendime…
Uzun bir ah kelimesi tamlıyor sanki ruhumun düşüşünü,
Ve tekrar öksüzleşip düşüyorum diz üstü,
Sağelim yumruk halinde tabanı deşme çabasında
Ve haykırıyorum, nefes nefese sesim,
“guruba bak beni an…” derken ellerim titriyordu…
Sadece sahipsiz bir istek veya rüyadan uyanış bir anda… Her şey olağan düşüncelerle yerine geliyor bu garip düşüş sonrası…
Ayağa kalkabiliyorum ve her şey olabileceği kadar derine dalmak ister ruhumuzda diyorum, derin bir of sesini uzatarak…
Geçecek bu hasret, doğduğu yerdeki saklı yerine gömülerek…
Uzaklar, en uzağın ötesinde gözlerim, düşüncelerimin tümü yığılmış sanki uzakların tepeciklerine…
Geçmiş ağır bir yük, vazgeçilemeyen yaşanmışlıkların düşüncelerini ötelemek, belki de saygın sevgiye sadakat adına ötelemek yüreğin atışlarına saygısızlık olarak düşünüldüğünde mümkün değildi…
Yaşanmışlık bu, sevilip sevilmeyen yönleri ile inkâr etmek düşüncede güçlülük isteyen bir duruşla imkânsızdı…
Ben senin için dünyadaki her şeyden hatta kendimden vaz geçtim diyen için…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.