- 798 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
453 - KİRPİ
Onur BİLGE
Biz ilklerdik. Virane’nin çekirdek grubuyduk. Birbirine iyice kenetlenen, birbirinin huyunu suyunu bilen... Aynı göze ait kirpikler gibi bir aradaydık ve birlikte hareket etmekteydik. Gürdük, kıvrıktık, sıktık ve hep yan yana, omuz omzaydık ama birbirimize değmezdik.
O çekirdeğin içinde de bir iç vardı ki o, Neşe, Orçun, Mahir ve bendim. Biz, sacayağı ya da tabure falan değil, sandalye, masa gibi dört ayağı yere basan, kolay kolay devrilecek nitelikte olmayan bir beraberlik kurmuştuk. Birbirimizi nazımız da sözümüz de geçerdi.
Orçun ve Neşe’yle daha bir canciğer, kuzu sarmasıydık. İlişkilerimiz, başkalarının gösteremeyeceği kadar büyük bir hoşgörü içindeydi. Mesela Orçun, okulun Talebe Cemiyeti Başkanıydı. Bizden büyüktü. Siyasetle uğraşırdı. İri kıyım bir babayiğitti. Saygın bir kişiliği vardı. Bütün öğrencilerin ağabeyiydi. Herkes ona: “Ağabey!” diye hitap ederdi. Biz kendi aramızda adıyla sesleniyorduk. Bu, saygısızlıktan değil, samimiyetten ileri gelmekteydi. O da herkese karşı ciddi ve tatlı sert, bize karşı oldukça yumuşak davranışlar içindeydi.
Tavlaya başladık ama kendimizi oyuna tam veremedik. Baş başa kalmışken öyle burun buruna, o kadar çok şey konuştuk ki oyunun tadı kaçtı. Ara verip verip başlanınca konsantrasyon diye bir şey kalmıyor. İlk oyunu, Orçun’un nezaketi ve zara hâkimiyetten vazgeçmesi nedeniyle ben almıştım. İkinci oyunu kaybedeceğim kesindi. Belki de ondan, üzülmemeyim diye sona doğru:
“Yahu, şu tavlayı kapatalım da rahat rahat sohbet edelim! Ne dersin?” dedi. İlkin gururuma dokundu. Bana çocuk muamelesi yapmasına kızdım. Fakat oyunun gerçekten sıcaklığı ve çekiciliği kalmamıştı. Kapattık.
En çok da şiir konusunda konuşmuş, tartışmıştık. Define, okuduğu şiirlerle şiir hevesimizi körüklemiş, şiiri salgın haline getirmişti. Kimimiz yazmaya çalışıyordu, kimimiz yorumlamaya… Ben de eleştiriye soyunmuştum. Huyum kurusun! Bir de acayip meraklıyım ya! “Burada şair ne demek istemiş?” Haydi anla bakalım! Anla da anlat, dilinin döndüğü kadarıyla! Bilmece bulmaca merakım da var ya…
Bizim mikro grubumuz bana, üşüdükçe birbirlerine sokulan kedi yavrularını hatırlatır. Viranecilerin tamamının durumu da kirpilerin halini…
Bir zamanlar dondurucu kışlar yaşanırmış. O zor günlerin ağır şartlarında bütün hayvanlar az çok zarar görürmüş. Telef olanlar da olurmuş. Çetin kış günlerinin gecelerinin yağmurunda yaşında, ayazında karında ne yapacaklarını, nereye sığınacaklarını, nasıl ısınarak koruncaklarını bilemezlermiş. Hastalık onları kırıp geçirmiş! Hepsi zayiat vermiş ama kırana en çok maruz kalan kirpiler olmuş. Çünkü onların, pek çok hayvan gibi kalın kürkleri yoktur. Dikenleri de vücutlarını sıcak tutmaya elverişli değildir.
“Ne yapsak da bu kadar zarar görmekten kendimizi kurtarsak!” diye ihtiyarlar heyetini toplamışlar. Konuyu masaya yatırıp enine boyuna çekiştirmeye başlamışlar. Konuşmuşlar, tartışmışlar, nihayet bir karar almışlar.
Aldıkları karar gereği gündüz ya da gece, hava dayanılmayacak kadar soğuduğunda onlar da diğer bazı hayvanlar gibi bir araya gelecekler, birbirlerine sokularak ısınmaya çalışacaklarmış.
Kararlaştırdıkları gibi bir araya gelmişler ve birbirlerine iyice sokulmuşlar. Bu çözüm yolu işe yaramış yaramasına da ortaya başla bir sorun çıkmış. Fazla yakınlıktan istemeyerek de olsa birbirlerine zarar vermişler. Vücutları delik deşik olmuş, yara bere içinde kalmış. Yaralama ve yaralanma korkusundan ertesi gün aralarına mesafe koymuşlar. Bu defa da üşümüş, donmuşlar! Yaklaşmışlar yaralanmışlar, uzaklaşmışlar donmuşlar, deneme yanılma yöntemiyle en emin ve en yararlı mesafeyi bulmuşlar. Isınacak kadar yakın, incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler.
Bizim öyle uzun oklarımız yok ama başka dikenlerimiz var. Kendimizi korumak için kabarıyor, onları savunmaya hazır vaziyette dikiyoruz. Kendimizi emniyete alıyoruz ama samimiyetin, sevgi ve ilgi alışverişinin de önünü kesmiş oluyoruz.
İyice incelemeden, anlamadan dinlemeden yanımıza kimsenin yaklaşmasına müsaade etmiyoruz, Bu bir taraftan çok iyi bir taraftan da kötü… Yakınlaşmadan ısınmamız mümkün değil ki!
Çekirdek içi minimini grubumuzda can ciğer, Viranecilerin tamamıyla da birbirimizi incitmeyecek kadar uzak, sevgisizlik ve ilgisizden donmayacak kadar da yakın olmaya çalışıyoruz, tıpkı kirpiler gibi.
Bizim oralarda: “Fasulyenin sıkından seyreği daha hayırlıdır!” derler ve ilave ederler: “Kimseyle fazla sıkı fıkı olmeycen! Merhametten maraz hâsıl olur! Ananın gızı, babanın oğlu da olsa, kimseye acımeycen! Acıma, acınıcek hale düşersin!” Biraz fazla zarar görmüş demek ki onlar da birbirlerinden. Özellikle en yakınlarından… “Akraba mı? Akrep soksun!..” derler, yaka silerler! “Hısım, keseyim seni kısım kısım!” Hatta evladından dahi “İllallah!..” diyenler vardır. Özellikle yaşlıların dilleri çok yanıktır, o konuda. Şöyle dua ederler:
“Allah’ım! Beni elden ayaktan düşürme! Köşelere yatırıp da kapılara bakıtma! “Oğlum!”, “Gızım!” dedirtme! Üç gün yatak, dördüncü gün toprak… İmanla Kur’an’la al, canımı! Şeytana bırakma!..”
Böyle bir dünyada yaşamakta olan zavallıcıklarız. Acımasız dünya! Dünyanın suçu yok aslında. Bütün suç bizim! Onun bize bir şey yaptığı ettiği yok! Biz ona zarar veriyoruz, biteviye! O ki bize, Allah’ın emriyle her türlü nimeti karşılıksız sunuyor. Bizim de ona teşekkürümüz o şekilde oluyor!
Canlı cansız bütün varlıklar topraktan çıkıyor, topraktan çıkanlarla birleşe bütünleşe yoluna devam ediyor ve yolun nihayetinde ona dönüyor. O yüzden ona ana deniyor. O da az değil! O, öyle bir ana ki yavrularını yiyor!..
Toprak, temiz kabul ediliyor. Biz yere, yani ona secde ediyoruz. Allah bizim bu kibirli başlarımızı eğdiriyor, en yüksek, en şerefli yerimiz olan alnımızı ona değdiriyor. Ondan geldiğimizi öğretmişti. “İkra!..” dedirterek başlatmış, neyden ve nasıl yaratıldığımızı, sondan on dokuzuncu surenin, on dokuz ayetten müteşekkil, çekirdeğimizi ifade eden, Alak olarak adlandırılan surenin, on dokuz sözcükten oluşan ilk beş ayetiyle kısaca anlatıvermişti.
“İlkin nasıl yaratıldığınızı bilin! Bir yaratanınız olduğunu düşünün ki hiçbir şey kendiliğinden olmuyor. Her hareketliye en azından ilk hareketi verecek bir kuvvetin olması gerekiyor. Önce bunu öğrenin! Sonra yaratanınızı arar, bulursunuz!” mu diyordu?”
“Neden bizi ona doğru eğdiriyor, ona bakmamızı istiyordu? Sonra da ona gitmemizi… Ayaklarımız, dizlerimiz, ellerimiz, alnımız ve burnumuzla dokunmamızı… Her gün bunu defalarca yaptırarak aramızda samimiyet oluşturmamızı mı istiyordu? Yoksa abdestle suyun götürdüğü fazla elektriğin kalanını vücudun uç kısımlarından toprağa aktarmamızı mı?
Belki de şöyle düşünmemizi istiyordu: “Ondan gelmişim, ondan uzaklaşmam imkânsız. Ondan kaçmak, ona koşmak demek! Ayaklarımdan yakalamış. Dizlerim, ellerim… En nihayet alnım ona gidecek. O vaziyette doğmuştum, o vaziyeti alacağım. Yavaş yavaş güçlendiren, yavaş yavaş ödünç verdiği her şey gibi kuvveti de benden alacak. Diz üstü sürüneceğim, yaşar da yaşlanırsam. Ölürsem, bir an gelecek, böyle bir gidişle ona gideceğim! Ayağımı denk almalıyım! Bu vaziyeti almadan vaziyet almalıyım!”
Bu düşüncelerimi kimseyle paylaşamıyorum. Ne düşünecekler, bilmiyorum. Benim merakım var da kimse bu konulara meraklı görünmüyor. Daha konuyu açar açmaz, kirpi gibi şişiyorlar, oklarını atışa hazır vaziyette dikiyorlar. Mübareklerin biri diğerine değmiyor. Zarar vermiyor da zararım alasına hazırlanıyor!
Bazen evin bir köşesine çekilir, kendi halime bir şeylerle meşgul olurdum. Hane halkı alışık ya tozu dumana katmama, yeri göğü kaldırmama! Ele avuca sığacak gibi değilim.
İşte öyle sessiz kaldığım zamanlarda babam beni arıyor, buluyor ve başlıyordu sorular sormaya… Arada ince ince iğnelemeye… Beni kızdırıncaya kadar uğraşıyordu! Sonunda kızdırıyor, muradına eriyordu!
“Durduk yerden ne istedin şimdi ondan? Neden kızdırdın? Uslu uslu oturuyordu, orada… ‘Eşek arısının yuvasına çomak sokmak’ buna denir, işte!..” diyordu. Babam da o kadar çok üstüme varmasının sebebini şu şekilde izah ediyordu:
“Tentürdiyot!.. Sessizse, bir sorun vardır. O sorunu öğrenebilmem için konuşması lazım! Bileyim ki çözüm bulayım! Yarasına tentürdiyot olayım! Kendi kendisine çözmeye çalışıp, meselenin içinde kalmasın! Tabi ki ilgileneceğim kızımla! Söylesin, birlikte halledelim! Hem içine kapanık olmasın!”
Tentürdiyot sözcüğü, mükemmel bir gençlik yetiştirme hayaliyle yanan Necip Fazıl Kısakürek’in Antalya’da vermiş olduğu konferansa gittiğimiz gün girmişti evimize. Dilimize o dolamıştı. Yeni neslin gitmekte olduğu yolu detaylarına kadar anlatmış, örf ve adetlerimize bağlı mükemmel bir gençliğin nasıl yetiştirilmesi gerektiği hakkında pek çok bilgi vermişti. Yapmaya çalıştıklarında babamla o hemfikirdiler.
Özellikle cumartesi veya pazar günleri oluyordu benim içime dönmelerim, tespihböceği gibi yumulmalarım. Haliyle o da evde oluyordu ve suskunluğumun sebebini öğreninceye kadar soruyordu. Boyuna deşeleyip duruyor, arada çatıyor, eleştiriyor, kışkırtıyor, sonunda söyletiyordu. Daha fazla üstüme varıp beni deli ederse, ağzıma geleni söylüyor, içimde ne varsa sayıp döküyorum:
“Güzel bir film gelmiş, Saray Sineması’na! Arkadaşlarım gidecek, siz beni göndermiyorsunuz!” ya da: “Annem, arkadaşımın doğum gününe gitmem için izin vermedi!” gibi ne derdim varsa ortaya çıkarmak zorunda kalıyordum. Bu arada sesler yükseliyor, tartışma başlıyordu. Annem bu durumdan hiç hoşlanmıyordu. Ben de hoşlanmıyordum ama babam keyifle gülümsemeye başlıyor, muzaffer bir edayla ona şöyle diyordu:
“Sen hiç kirpi gördün mü?”
“Evet, gördüm. Ne alakası var şimdi bu olayla kirpinin?”
“Sen bilmezsin! Bak iyi dinle! Her hayvan bir yerinden tutulur. Tavuğu turacı ayaklarından, tavşanı kulaklarından tutarsın. Küçükbaş, büyükbaş hayvanları başlarından tutar kesersin. Fakat kirpi, yakalanacağını anladı mı savunmaya geçer! Oklarını diker! Hiçbir yerine dokunamazsın! Tutamazsın! Bir şekilde tuttuğunda da kafasını bulamazsın! İçeriye çeker, ele geçiremezsin! Ne yapacaksın, kafasını çıkarması için? Onu suya atacaksın! O zaman boğulmamak için kafasını çıkarıp, nefes almaya çalışırken… Tutarsın, koparırsın kafasını!.. Bu kız, kirpi gibi tortop oluyor. Başını içeri çekip, oklarını dikiyor. Ben de sorununu çıkarsın ortaya diye onu suya atıyorum. Sorununun başını, o öfkeden boğulmamak için dışarıya çıkardığında, kafasından tutup, suyun içinden çıkarmadan kesiyorum. Sorununu öğrenebilmek için onu kızdırıyorum, tartışmaya sokuyorum. O zaman derdini öğrenebiliyor ve hallediyorum, sıkıntısı bitiyor!”
İşte böyle biridir, benim babam. Susturmaz, konuşturur! Pusturmaz, tartıştırır! O, bir öğretmendir. Cumhuriyetin ilk öğretmenlerindendir. Atatürkçüdür, milliyetçidir, dindardır! Münevverdir, mutaassıptır, törelerine bağlıdır. Tezatlar içinde dengeyi bulmuş, dengeli kişiler yetiştirmeye çalışmış, ayrıca sürekli makaleler, köşe yazıları yazarak il sınırları içinde kalakalmayan, adım adım ileri gidebilmemiz için fikirlerini Yurt sathına yaymaya çalışan, siyasette de annemle birlikte, aktif biridir.
Kendinden emin, tatlı sert, daha çok sakin ve neşeli, hayat dolu bir insandır. Çevresinde durgun, suskun, sıkıntılı veya somurtkan insanlar görmekten hoşlanmaz. Herkesin derdiyle ilgilenir, çözüm üretmekten zevk alır. Elinden geldiğince, kendisinden beklenen fedakârlığı gösterir. Bazı zamanlarda borçlanarak dahi olsa çevresindekilerin ihtiyaçlarını karşılamıştır. Etrafıyla mutlu olan birisidir. Bizimle mutludur, mutlu olabildiğimiz kadar…
Onu anlatmaya kalksam, öyküye sığmaz, başlı başına bir roman olur! Hangi tarafından başlasam! Hangi yönünü anlatsam! Derya!.. Şimdilik, sıradan bir ilkokul öğretmeni olarak bilinedursun. Yeri geldikçe ondan bahsedeceğim. Hakkını verebilecek miyim, bilmiyorum.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 453
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.