- 1041 Okunma
- 6 Yorum
- 3 Beğeni
'küçük öteki'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Anlam aramayı bıraktım. Bir zamanlar kendimi dine verdiğimi sanmıştım. Sahte metafiziğin mal üzerine kurulan fiziksel bir sağlaşım olduğunu anlayamadığım zamanlardı. O zamanlar mana arıyordum. ‘Eğer’ diyordum ki, ‘eğer bir gün bu mana arama işinden vazgeçersem, bileyim ki tekrar ve daha karışık, anlaşılması için gerçekten günlerin, belki de yıllarımın geçmesinin gerekliği olduğu bir mesafe var olsun.’ Daha sonra her şey istediğim gibi. Yani bir süreliğine. Yaşamak için düş kabiliyetini kaybetmiş biri gibi hissetmeye ve yaşamaya başladım. Gezdiğim sokakların dilsiz kalıp, ses edemediği, şehirlerin birer açık cezaevine döndüğü günlere ‘merhaba’ demiştim. Kötü de sayılmazdı. Kapalı veya açık, her iki türlüde aynı kederle yaşayabilirdim. Ruhunu cümbüşlü katmanlara sarıp sakladıkları bir şehirde midemi test edeceğim bir pastaneye girerken, pastanede kasada duran adamla, bir müşterinin heyecanlı bir halde bir konu üzerine konuştuklarını işittim. Mevzu tanıdık geliyordu. Müşteri oğlunun felsefe okuduğunu, kendi gençliğinde anımsadığı kadarıyla Allah’ın öldüğünü söyleyen Nietzsche’ye taparcasına konuştuğunu, bu durumdan kurtaramadığı oğlundan dolayı da çok üzüldüğünden bahsediyordu. Pastaneci bir şey konuşmaya çabalıyor ama sözcüklerini cümle içinde kullanmaya başlayınca konudan çok uzakta, ‘ya öyle, bu eğitim sistemi zaten dinsizlik üzerine kurulmuş, değiştirmeli efendim’ tarzı müşterinin hoşuna gidecek ama dudağa çalınan bal gibi adamın içinde büyüttüğü sıkıntıya çare olamayacaktı. Tabaktaki zeytinli ve kaşarlı poğaçayı yiyeceğim küçük bir masa ve yine küçük bir sandalyesi olan, pastanenin köşesi sayılabilecek ama sokaktan geçenleri görebileceğim yere doğru yürüdüm. Taze çayın beş dakika içerisinde çıkağını öğrenerek, zeytinli poğaçanın ucundan koparıp ağzıma götürdüm. Güçlükle çiğniyordum. Bir süre yutamayacağımı zannederek ‘su alayım da, içeyim’ diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. Poğaçanın ucu mideme doğru ilerlerken Nietzsche’nin yaşam merkezinde kabul gördüğü güç istemi kavramını düşünmeye başladım. ‘Tanrı öldü’ mevzusu o kadar uzak ve soğuk geliyordu ki, güç istemini sosyal açımdan düşündüğümde herhalde daha mantıklı çıkarım yapabilirdim.
Ali ısrarla yeni işe başlayan Naciye’yi en azından bir akşamlığına yemeğe çıkarmam konusunda ısrar ediyordu. Aklımda başka konular varken, Naciye’yle ilgilenemeyecek kadar kendimi yorgun hissediyordum. İsmi ilk iş yerinde duyulduğunda, isminden dolayı kadını görmeden garipsemiştim. Naciye basit haliyle bir Naci olarak gözümde canlanıyordu. Sabah yeni tıraş olmuş yüzüyle, gömleği tertemiz, sol elinde bilgisayara benzeyen telefonuyla işe başlayacaktı. Her ne kadar bir kadın da olsa, Naci olarak aklımdan çıkaramayacağımdan emindim. Tabi bu emin olduğum süreç, Salı günü işe gidip, onu ilk görüşümle derdest olmuştu. Evet, derdest! Asketik sayılabilecek aşk hayatımın yeni yüzü Naciye’den başkası olamazdı. Neredeyse standart hale gelmeye başlayan güzellik ölçütleri umurumda bile değildi ama Naciye bu ölçütler ölçüsünde değerlendirmeye tutulursa ortalamanın üstünde sayılabilirdi. Yalnız benim asketik saydığım, çile dolu aşk hayatımın izlerini Naciye’nin yüzünde görebiliyordum. Daha ilk günden, ilk beş dakika da, iki kez, üstelik Naciye başkasıyla konuşurken bana bakarak onun da çileye meraklı biri olduğunu anlamıştım.
Naciye var olduğundan beri, o gün pastanede, köşedeki masada oturup zeytinli ve kaşarlı poğaçaları yemeye çalışırken düşündüğüm şeyleri daha sık düşünmeye başladım. Evet, o poğaçalar yüzünden iki gün boyunca mide ağrısı çekip durdum. İlaç almamaya yemin edercesine ağrının dineceği ana kadar pek bir şey de yiyip, içmedim.
…
‘Nietzsche’yi onlardan daha çok yanlış anlayan kimse yoktur’ demişti Hopcan Bebe giyimin sahibi Uygar Bey. İktisadı bitirip, işsiz kaldığı günlerde çok kitap okuduğundan bahsetmişti bir keresinde. Emekli babasından ara sıra aldığı paralarla her seferinde kitap alırmış. Uygar Bey’in şakacı bir yanı da vardı: ‘Üniversite ikinci sınıfı okurken Ramazan Bayramında giyinmek için aldığım pantolonumdan, ayakkabıma kadar her biri benim işsizliğime alay edemeyecek kadar olgunlaşmışlardı.’ Şimdilerde kurulu işiyle pek mesut görüntü çizdiğini de söylemem. Uygar Bey’in işsiz olduğu ama vaktinin çoğunu kitap okumakla geçirdiği günlere özlem duyduğunu sezebiliyorum.
‘Lise sondaydık’ diyor Uygar Bey. ‘Hava soğuk. Babam kurs görmek üzere bir hafta Afyon’a gitmişti. Üzerimde ortaokuldan kalma bir kaban var. Üşümüyorum desem yalan olur, üşüyorum da. Amcamların evleri okuduğum liseye yakındı. Biz de o gün dersten dört buçuk gibi çıkıyoruz. Amcam da o gün işten erken ayrılmış. Neyse, yolda karşılaştık. ’Uygar, nasılsın yeğenim’ filan derken, adam yanımdaki arkadaşa baktı, bir de bana baktı. Arkadaşımın üzerinde cillop gibi bir uzun palto var. Benim üşüdüğümü anlamış olacak ki, çaktırmadan yanımdaki arkadaşa yol verip, illa evine uğramam için ısrar etti. Neyse eve girdik. Yengemle az biraz konuştuktan sonra kuzenim Seda’yı aldım kucağıma, saçlarını okşuyorum. O arada amcam elinde siyah bir paltoyla içeri girdi. ‘Bak yeğenim’ dedi, ‘kendime geçenlerde mont almıştım. Yengene demiştim ki bunu birine verirsin artık. Bu da tertemiz, yeni sayılır. Bana biraz geniş geliyordu hem. Kısmet sanaymış.’ Yok diyemedim. Desem ne fayda, amcam zaten kafaya koymuş, o paltoyu ben giyeceğim. Bun itirazım da zaten olamaz. Yengem paltonun sığabileceği büyük bir poşet getirdi. Paltoyu içine koydular. Amcam ısrar etse de yemeğe kal diye, sınavlarımı bahane edip sevinçle evin yoluna koyuldum. Amcamlardan ayrıldıktan sonra ara bir sokağa girdim. Üzerimdeki kabanı çıkarıp poşete koydum. Poşetteki paltoyu üzerime geçirdim. ‘Allah’ım sana geliyorum’ diye söylendim kendi kendime. Isınmıştım. Mutluydum. Eve gidince annem beni o paltoyla görünce hem sevindi hem de şaşırdı. Amcamın verdiğini söyleyince de mahzun bir şekilde sevinmeye devam etti ama sonra şey demişti, evet, iyi hatırlıyorum: ‘Ah şu baban! Girdik şu kooperatif işine, bitmiyor bir türlü namusuz. Paramızı, yıllarımızı yediler.’
Uygar Bey’in hayatına dair anlattığı palto hikâyesindeki manayı, daha sonra konuyu tekrar Nietzsche’ye bağlamasıyla anlamıştım. ‘ İstemek, arzu duymak, daha çok arzu duymak. İster Spinoza’da bunu irdelemeye kalksınlar, isterse de Nietzsche çemberinde. Bu iki isimde birer tanımlayıcı ya da gerçeği açıklama üzerinde düşünen, kafa yoran ve tanımlayan insanlar olarak görebiliriz. Tabi kapitalizmi geliştiren yanlarıyla düşünürleri irdeleme noktasında değiliz. Başka bir şeyden bahsediyoruz dostum. Efendilerin yanı başında duran en itaatkâr kölelerin bile içlerinde efendi olma arzusunu kaybettirecek bir şey bulabilir miyiz örneğin. Buna yanıltıcı bir soru da diyebiliriz. Zaten o köle bile aslında bir efendidir. Kendi efendisinin yerine geçmek istemez. Onun da emrinde birileri vardır. Ta en baştan sona kadar süregelir bu. Yalnız en bilinçlendiğini düşünen insanlar, daha doğrusu kalabalıklar olabilir. Onlar içinse fikir gereklidir. Doğrusunu söylemek gerekirse ideoloji gereklidir. En dipte kalanların emredeceği insan yoksa bile bir hayatı vardır. Hayatını vakfedeceği ideoloji onun için vazgeçilmek bir sığınak olur. Buna bazıları özgürlüğü de katıyorlar ama yanıldıkları bir nokta var ki, özgürlük zaten hayatın döverek sevdiği bir içtenlikten başka bir şey değildir. Özgür olmak istiyorsan, gerçekten özgür olmak istiyorsan, ideolojiler seni köleleştirir. Kendi söylemini değil, bir insanın uydurma ideolojisinin savunucusu haline dönüşmeye başlarsın. O paltoyla okula gitmeye başladığımda, kendimi başka biri olarak düşündüm. Başlarda bu düşüncenin yitimine uğradığı zamanlarda, ‘Taner’e babası arabalarını veriyormuş da, sürüyormuş, çok mu önemli? Benim de içimi sıcak tutan bir paltom var’ tarzı alakasız bir denklem kuruyordum. Zamanla bunu okuduğum kitaplar sayesinde anladım. Benim için, köleleşmesine müsaade ettiğim ve ona aslında iyi davrandığımı sandığım paltom olmuştu. Taner için bu babasının arabasıydı. Aslında sahip olduğumuz malların ya da sözünü geçirdiğimiz insanların zihnimizde köleleşmelerine imkân sürdüğümüz hayatlarımız hep vardı. Bu düşünceyi Nietzsche icat etmemişti. Fakat ne oldu? Hitler olsun, Stalin olsun, hatta daha hümanist ve kedi sevicileri Lenin olsun bu düşünceyi anlamak istedikleri yönüyle anlayıp, işlevselleşmeleri uğruna hayatlarını harcadılar. Dahası da var elbette ama isimleri bu üçü kadar pek anılmıyorlar. Platon’un Devlet kitabını okuduğum zamanlarda aslında şunu daha iyi anlamıştım. Yirmi yüzyıldan fazla bir süre önce insanların aydınlanması için çaba gösteren insanların hep var olacağını ama bunların çoğunlukla kendi klikleri, daha doğru ve güncel adıyla çevrelerince dışlanacakları ve havari arayışına girdikleri çabalarının genellikle onları daha yalnızlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı korkusu birkaç gün beni bunalıma bile sokmuştu. Neden mi? Nietzsche o çok bilinen maymun-üstinsan bağlamından bunu düşünüyordum. Maymun, insan için nedir? Bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Üstinsan için sıradan insanların davranış biçimi de bu değil midir? Peki, Roma’lı Lucian’dan beri değişen ne olmuştur ki? Nietzsche’de aydınlanma sürecinin verdiği bilgi donanımıyla diyelim, bu übermensch söylemini kullanmıştır. Peki, aklıma şu takıldı her zaman. Dini olarak bir cennet vaat eden biri düşünelim. Dini bir havari ya da peygamber olarak değil, safları kendi yanına çekmeye çalışan farklı bir durumdan bahsediyorum. Bunun dünya adına, üstinsan adına ne gibi faydası olabilir? Dünyanın dokusunu değiştiren, hakların olması gerektiği halklara ait olması gereken yer de ideolojik kavgaların, savaşlar süsüyle ortaya çıktığı ve ülkelerin bu iç çatışmalardan feveran ettiği dönemlere bakalım. Herkes Lenin’i ya da Stalin’i farklı bir boyutta, sosyalizm ışığında denenmiş ama başarısız örgütlenmeler olarak görse de, Aydınlanma sürecinin bir iç terör var ettiği on dokuzuncu yüzyıl perspektifinde Rusya’nın çarlık-bolşevik dengesizliğindeki ayartıların hep Alman ekolünden gelen fikirler olduğunu unutuyorlar mı? Yani ne dediğimi şu an anlamamış da olabilirsin dostum, şöyle açayım konuyu. Yunus Emre’yi, Mevlana’yı ve çeşitli Sufi halkasında yaşamış ve yol göstermiş insanların adlarını çoğu sefer duyarız. Örnek olacak bu şahsiyetlerin, bazıları zenginken, zenginliklerinden vazgeçip birer fakir gibi yaşamaya başlamışlar ve ömürlerini de bu anlayışla sonlandırmışlardır. Bazıları her zaman fakir olmuştur. Maddi anlamda bir fakirlik, yoksunluktan bahsediyorum ama bunu sufilik meselesince incelerken çoğu zaman hep yanlış anlamlar çıkarmışlardır. Nietzsche’nin üstinsan fikrini, dinlerden izole edilmiş, insanların tözsel bir üstlüğüne varan bağ olarak görseler de, genel kabul anlayışı itibariyle dünyada ayrı zamanlarda yaşamış insanların aynı şeyleri konuştuklarını neden kabul etmeyiz? Bize yakın olan, töze ait bilinç olan sufi meselesinin de özü, gerçeği diyeyim, evrendeki güçten yardım almak, bir nevi kendi varlığının izole edilmiş haliyle yaratıcıya bağlanması, onun varlığının kendinde okunması değil miydi? Bunu dindar biri olarak da sana söylemiyorum. Bir ekolden, anlayıştan, Avrupa’dan daha öne aydınlanma süreci geçirmiş bir toplum bireylerinden örnek veriyorum. Güç istenci kavramı da buradan doğuyor. Yani evrenden isterken, evrenin kendi cevherinden arzulanırken, bir yandan da kendi kaosumuzdan kurtulamazsak, kendi kendimizi mahvetme yolunda bilakis yarışır duruma gelirsek, bu gerçek bir yok oluş olmaz mı? Bunu birey olarak düşünebildiğimiz gibi ulusa dayanan ya da fark etmez bir olgular tarihi devletlerin de yaşayacağı büyük sınavlardır. İnsanlar gibi devletler de sınavlardan geçer. Çünkü devlet denilen elde tutulabilir, gerçekçi bir şey değildir. Devleti makamlardan, binalardan, yasalardan ibaret gören insan yanılır. Devlet aslında bizim nesnelliğimizden başka bir şey değildir. Bunu kendi bilgime dayanarak söylüyorum. Çürütülebilir bir fikir ortaya atmış olabilirim ama şu an da geçmiş sağlamalarım bu sonucu gösteriyor. Yalnız benim paltomda, Taner’in arabasında olduğu gibi devletlerin de figürsel düşmanları hep olmuştur. Olmaması, olmayacak oluşuna dair ümit Nietzsche üstinsanında yatıyor. Toplumsal düzenin uyumunu bozan, halkı karıştıran ve genelde bizden olmadığına inandığımız, inandırılmak zorunda kaldığımız mütecaviz olarak bilinen gerçekte toplumun çarkına taş sokan, varsa bir düzeni bozan, bünyeye istikrarsızlık karıştıran ve genelde sınıfların çatışmak durumunda kaldığı, parası olanın daha çok paraya sahip olacağı, fenomen değil, varlığın birer fetişist duygular besleyeceği nesnel düşmandan bahsediyorum sana. Yani dostum, başını ağrıttığımın farkındayım ama insanların düşünce boyutlarının değişmesi gerekli. Boyutlar o kadar zor engellerle kaplı da değil ama insanlar değişmek istemiyor. Düşünebilmek için de elbette bilmek gerekiyor, bilgi lazım. Peki, insanların bilgiyi aldıkları yer totalde totaliter bir ajanda gibiyse, o zaman nasıl doğru bulunabilir? Yaşamda bizi soylu kılan şey, ünlü insanların soyundan gelmek değildir elbette. Sağlıklı düşünebilen, fizyolojik olarak da sağlıklı yaşayan insanlar için geçerli bir terimdir soyluluk. Fakat her türlü zehirlenmeye devam eden bir post-modern çağ ilkelliğinde kendi mikroplarımızdan vazgeçemiyoruz. Biliyor musun aslında sana bunlardan değil de, Tesla’nın frekansların insan psikolojisi üzerinde etkilerinden bahsettiği ve Einstein’ın da bu konuda Tesla’yı destekleyen açıklamalar yaptığından bahsetmek istiyordum. Bir nevi Planck sabitinin kuantum mekaniği olarak irdelenmesi ve dahası insan psikolojisine yönelik araştırmaların aşamalarından bahsedecektim. Foton olarak enerjisi düşük kırmızı ışığın, trafikte durma ikaz ışığı olarak kullanılma sebebiyle, Tesla’nın bahsettiği frekansların insan psikolojisi… ‘
…
Fark edecek yan göremiyorum. Mana aramaktan vazgeçtiğimi söylemedim mi hep? Hayır, aradım. Bir süre hep aradım. Şimdi karamsar ve inançsız olarak burada duruyorum. Hava alıyorum, evet açıkçası tek arzum biraz daha hava almak. Hava. Ne güzel bir şey, hava! Nietzsche’yi üstinsanın imkânsızlığı noktasında nihilist yapan nokta da, beni mana aramaktan vazgeçişim. Hava. Hava ne güzel! Düşüncelerimi mezara gömecek bir Elizabeth olmalıydı.
…
Dünya haberlerini ilgiyle takip eden iş yerinde acayip bir çocuk var. El Chapo gündemimizdeydi o gün ve sabah iş yerinde çay içerken ünlü uyuşturucu baronunun hapiste cinsel tacize uğradığından bahsediyordu. Naciye diye biri yoktu henüz. Çocuk ‘eğer Guzman’a gerçekten taciz etmişlerse, o taciz edenler var ya ölür ya da başkaları sırayla duşta Guzman’a taciz edenleri kimse onları sırayla mahveder kardeşim’ derken Ali, ’ sakin ol, burası yeri değil şu anlattığın şeyin’ diyerek çocuğu susturmuştu. Ali’nin çocuğu susturması umurumda bile değildi. Guzman sonraki haberlerden öğreneceğimiz kadarıyla –tabi çocuğun okumasıyla- elemanlarına parayla tünel kazdırıp hapisten kaçacaktı. Çocuğun okuduğu haberlerden en ilginci el chapo’nun hikâyesi değildi. Afrika’da bazı ülkelerin uyguladığı bir ölüm cezasından bahsediyorum. Afrika’da çevresel ve gensel şartlarla beraber kızlar her ne kadar erken yaşlarda ergenliğe giriş yapsalar da, evlenmeden, tecavüz yoluyla özellikle genç bir kızın hayatını karartanlar için ilginç bir ölüm cezaları olduğunu öğrenmiştim. Başka suçlar için de bu yöntemi uygulasalar da, yine de ruhumun daha rahatladığını düşündüğüm bu ölüm cezası metodunu başarılı buluyordum. Akşamüzeri satılmayan gazeteleri içeri alıp, üst üste istiflerken bakkalın okuduğu haber karşısında verdiği tepkiyi anımsıyorum. ‘Keseceksin bunların şeyini’ diyordu. Konu ciddi olduğu için yorum yapmak istesem de, ‘ya yok yere, yalandan, iftirayla başkaları bu cezaya maruz kalırlarsa, o zaman ne olacak’ dedim. Bakkal pantolonuna doğru bakarak ‘amanin, ne diyorsun sen yahu’ diyerek gülmeye başlamıştı. Afrika’daki o ülkelerde uygulanan ölüm cezası, genelde şöyleydi: Uygun bir lastik bulunuyor. Lastik sapığın başından geçirilip, kollarına kadar indiriliyor. Üzerine benzin dökülüyor. Etrafta insanlar biraz sonra feryat ede ede ölecek sapığın ölümüne şahit olmak için bekliyorlar.
…
Ali’nin şark kurnazlığına yenik düştüm. Akşam yemeğine beni davet ettiğinde işkillenmiştim ama dışarıda, güzel bir mekânda yemek yemeyeli de çok olmuştu. Restorana girişinde Ali’ye telefon açtım. ‘Yoldayız dostum, yengen biraz ağır hazırlandı, malum. Kadınlar işte dostum’ sesiyle karşılaştım. Üstüne Rana’nın ‘a, utanmıyorsun musun karına öyle söylemeye’ diye cümlesini duydum. Ali ‘duydun mu dostum, ah kadınlar’ diye devam ederken, ‘bekliyorum sizi tamam’ diyerek telefonu kapattım. Saçma sapan diyaloglarla uğraşacak halde değildim.
Ali ile Rana restoran kapısının önünde beni görünce şaşırıp, ‘niye masaya geçip oturmadın’ diye sordular. ‘Siz iki güzide ekselansları ayakta karşılamak istedim’ dedim. Rana kahkaha atmamak için kendini zor tutarken, Ali ‘sana güzel bir sürprizim’ var diyerek kolumdan tutup, restoranın kapısından içeri adım attık. Rana arkamızda kalmıştı.
Masa numarası hoşuma gitmişti. Sade, rahatça söylenebilen, insana külfetsiz gelen ve rahatlatıcı bir yanı olduğuna inandığım ‘dört’ numaralı masanın sandalyelerinde oturduk. Rana’ya bakarken gözlerimi kamışmış gibi yaptım. Rana ‘ne oldu, niye öyle baktın’ deyince, Ali’ye dönüp ‘haksızlık ediyorsun Rana’ya, bu kadar güzel bir eşin var ve biraz geç kalmasına insan bozulur mu’ dedim. Söylediklerim Rana’nın hoşuna gitmişti. Güzelliğin reveransı sayılabilecek her türlü sözü kullanabilirdim eşler arasında. Bu konu da beni rahatlatan küçük ama gerçekten küçücük bir şey vardı. Ben her ne kadar onların arkadaşları da olsam, bir yabancıydım. Hastalandıklarında yanlarında da olsam, yardım edebileceğim durumlarda geri kendimi öne atsam da, bir yabancıydım evet.
Ali ‘buranın balıyla tereyağı muhteşem oluyor, yiyelim mi, ne dersiniz’ diye sorunca, Rana istemediğini yüz ifadesiyle belirtirken, ben ‘olur’ dedim. Sıcacık, çıtır ekmeklerle beraber gelen bal ve tereyağı gerçekten Ali’nin dediği kadar güzellerdi. Bir dilim ekmekle yemek öncesi farklı başlangıç yapmıştık. Ali telefonuna bakarken Rana’ya bakıp, ‘geç kaldı ya, nerede kaldı acaba, arasam mı’ diye söylenirken, Rana’nın ‘bu gelen olmasın’ demesiyle Ali arkaya dönüp baktı. Gelen Naciye’den başkası değildi.
Naciye ‘arabayı park edecek yer bulamadım, ne kalabalıkmış burası’ derken, Rana ayağa kalktı hafiften ve kendisine uzatılan eli sıktı. Ali’nin bacağını sıkıyordum. Bana yaptıkları bu küçük oyundan hoşlanmadığımın farkındaydı ama nezaketsizlik edecek de değildim. Naciye’yle, iş yerinde ara ara bakıştığımız, birkaç kez iş üzerine konuştuğumuz kadınla karşı karşıya yemek yiyecektim. Herhangi bir biri olsaydı, Naciye değil de başka bir bayan karşımda otursaydı böyle bir şey düşünmeyecektim. Evet, gerçeği sır gibi tutup, aptalca gözlerimi kaçırıp, kendime ihanet etmeye devam edemezdim. Naciye’ye bir şey demem gerekiyordu. Evet, aptalca bir durumdaydım. Karşıma geçip oturmuştu. Gri bir kazak giyinmişti. Saçlarını iş yerindeki gibi aleladede arkadan toplamıştı ama kahretsin ki güzeldi. Naciye’nin üzerinde Rana’nın ışıltısından eser yoktu. Yine de kendi çekiciliği yadsınamaz bir haldeydi. Sabah işe gelirken sürdüğü hafif makyajdan başka bir şey yüzünde yoktu. ‘Hoş geldiniz’ dedim, daha kibar olamazdım herhalde. Ali ayakkabısını ayakkabıma sürtüyordu. ‘Hoş bulduk’ dedi Naciye. Ali’ye bakıyor, hafiften başını çevirip Rana’ya bakar gibi yapıyor ama en sonunda yine karşısında benim gözlerimi buluyordu. ‘Biraz geç kaldım, kusura bakmayın. Kızımı kreşten alıp, anneme bıraktım.
Ali bu gerçeği biliyor muydu? Naciye’nin bir kızı olduğundan haberi var mıydı? Bunu yanımda oturan Ali’den değil de, Rana’dan da öğrenebilirdim. Rana’nın yüzüne baktığımda konuya alakasız bir yüz hattından ziyade, gözbebekleri büyümüş bir halde Ali’ye bakındığını fark ettim. Gerçeğin yalansız ve dublörsüz bir halde karşısına çıkanların sessizce verebilecekleri bir tepkiyle Rana ve Ali susuyordu. Sol ayakkabısını sağ ayakkabıma doğru sürtmekten Naciye geldiğinden beri vazgeçmeyen Ali, bu hareketine son vermişti. Hayal kırıklığına uğramış olmalıydı. Evet, Ali gerçekten bir hayal kırıklığı içerisindeydi. İlginç bir şekilde Naciye bir kızının olduğuna dair alt bilgi geçtiği an itibariyle onu kendime daha yakın hissetmeye başladım. Merak etmeye başlamıştım. Kızını, varsa kocasını, nasıl bir hayata sahip olduğunu. Ekmeği elime aldım. Sıcaklığı ilk geldiği andaki kadar net olmasa da, yine de çıtır ekmek dilimi üzerine tereyağını hafifçe sürdüm. Üzerine de baldan yayıp Naciye’ye uzattım. ‘Buyurun lütfen. Ali’ye göre bu restoranın özel bir kuralı varmış. Buraya ilk gelenler mutlaka bu bal ve tereyağından yemeleri mecburiymiş’ dedim. Naciye geri çevirmedi. Uzattığım ekmek dilimini iki parmağıyla avucuna yaslayarak tutuverdi. Ağzına götürmeden önce gerçeğe yakınlaştığımı hissetmeye başladım. ‘Buranın böyle bir kuralı olduğunu pek zannetmiyorum ama gerçekten balı ve tereyağı çok lezzetlidir. Eşimle buraya birkaç defa gelmiştik.’ Ağzını açıp, ekmek diliminden bir parça alırken, boğulacak gibi hissediyordum. Bu histen nefret ediyordum. Gömleğimin bir düğmesini üstten açmak zorundaydım.
Ali’nin ne düşündüğünü tahmin edebiliyordum. Rana büyük ihtimal içinden Ali’ye kızıyor olmalıydı. Kızı olmasa, hatta eşiyle burada hiç yemek yememiş olsa, yine de bir ihtimal Naciye uygun olabilirdi ama iki cümlede her şey mahvolmuş gibiydi. Rana, Naciye konusunda aklında bir listeyi çoktan yapmış ve Ali’yle beni karşısına alıp, bana neden olmaz konusunda küçük bir nutuk çekecekti. Bu deneyimi önceden yaşadığımız için, Rana’nın verebileceği tepkileri iyi biliyordum. Ali bu sefer azmettiren rolündeydi. Diğer deneyimde sadece şahitti ama bu sefer kalbin katline doğru azmettiren olabilirdi.
Ana yemeklerimizi yerken sohbet edebilme adına Ali’nin açtığı saçma sapan finans konuları üzerine konuşup durduk. Rahatlatıcı değildi. Finans özelinde bizim işimiz olması yanında, hayatın vazgeçilmez bir dayanağıydı ama bu masa toplantı masasındaki masa değil ve biz dördümüz iş için değil, enerji akışkanlığı sağlamak adına toplanan dört insandık.
Uzun sürmesini istediğimiz yemek ritüelimiz, aslında yenen ana yemekler sonucu bitmiş sayılırdı. Rana huzursuzdu. Ali tedirgindi. Naciye anlamsız bir yüz ifadesiyle karşımda oturuyordu ama ara ara gözlerine denk geliyordum. Kim daha etkileyici bakıyordu? Ben mi? Bir başkası onun donuk bakışa sahip olduğundan bahsedebilirdi. Sahi, anlamsız mıydı gerçekten bakışları? Ama ben bu bakışların ardından pek çok hikâye sezebiliyordum. Bana bakışlarından bir mana çıkarmamalıydım. Hayır, bu zor olanıydı. Çıkarabilirdim. İşte bu daha zordu! Evet, arzuyla, etkilenmiş bir halde ona baktığımı saklayamıyordum. O an atmosferdeki enerjiyi yakınlaşıp, tek karede tutmak zorundaydık. Dudaklarının uzunluğuna hayret ediyordum. Aslında çok uzun sayılmazlardı. Kalın değillerdi bir kere ve çok uzunlardı. Hayır, uzunlardı ama çok uzun değillerdi. Konuşurken tereddüt etmesini bekliyordum. Nokta atışlar yapabilecek dudakları olduğunun farkındaydım. Tereddüt yoktu. Hayat hikâyesi ona şaşırma şansını sadece gözlerine bırakmıştı. Dudakları tereddütten uzaktı. Öpmek istediği an, tereddütsüz bir şekilde öpebilirdi ve çok güzel öpüşebilirdi. Gözlerinden anladığım kadarıyla, benim şaşkınlığımın yanı sıra arzulayışımın etkisiyle sessizliğe bürünen yeknesak bir ruh-beden ilişkisi sabitleniyordu. Kilidi dudaklarıydı. Ağzıydı. Ruhu ağzının arkasında saklanıyordu. Gri kazağının altında, göğüslerine yapıştığını hayal ettiğim bir kalp vardı. O an dokunduğun an kendisine, tüm sıcaklığı ve kan akışını tek yerden kontrol edebilen bir kalpten bahsediyorum. Basit bir pompa değildi o; kalpti.
Rana’nın bir bahane bulup bu yemeği sonlandırmasını bekliyordum. Ali ve Rana artık tribüne gönderilmiş oyunculardı. Gerçek oyuncu ikimiz kalmıştık. Ben ve Naciye. Beklenen bahana gelmek üzereydi. ‘Alicim’ dedi Rana, ‘bugün Cuma değil mi, bugün anneme uğrayacaktık akşam, söz vermiştik, hatırlıyor musun?’ İşaret fişeği verilmişti. Ali bir süre aklını yordu. Gereksiz bir yoruştu. Rana’nın bakışını Naciye iyi ki de göremiyordu. ‘Hadi, kalk gidelim’ işaretiydi gözlerini ve alnını oynatışı. Ali bardağındaki suyu yudumladıktan sonra ‘sahi ya, doğru, hay Allah, aklımdan çıkmıştı Rana’ dedikten sonra Rana’nın rahatladığını yüz ifadesinden anladım. Bu demek oluyordu ki, yemeğin sonuna gelmiştik.
Akşam sürprizlerle doluydu. Ali ‘hadi seni de bırakırız evine’ derken, Naciye’nin annesinin benim eve yakın olduğunu öğrenmemiz gülünçtü. Evet, buna gülmüştüm. Naciye’nin gülümsediğini fark ettim. Rana’nın canı sıkılmıştı. Duruşundan bile bu sıkıntı belli oluyordu. Ali’nin ‘sen bilirsin’ edasıyla restoranın kapısı önünde duruyordu. Birkaç saniyelik ‘iyi akşamlar’ dileme ve tokalaşma zarfında, Naciye’yle çift olsaydık nasıl olurdu acaba diye düşünmeye başlamıştım. Naciye’yle arabasına doğru yürürken, dönüp Ali’ye baktım. Ali arkasına dönmüş, elini ahize gibi yapıp kulağına götürüyordu. Rana mahcup bakıyordu. Arabalarına binmek üzereydiler. Onları mutlaka arayacaktım. Bu konu da şüphe yoktu.
Metroyla buraya gelmiştim. Aslında çok yakın bir yerde değildi. Arabayla daha kısa olacağını da söylemek aptalcaydı. Trafik vardı. Naciye bu konu da huzursuz değildi. Yüzüne bakıyordum arada. Yine o donuk ifadeyle karşılaşıyordum ama çok dikkatliydi. Gözünü yoldan ayırmıyordu. Arka koltuğa çantasını bırakmıştı. Arabanın içi çok güzel kokuyordu. Bir şey konuşmak zorunda değildik. Buna sebep konuşacak hiçbir şey bulamamamdı. Yine de iş konusu açılabilecek tek konuydu.
-İş yerine alıştınız mı?
Nasıl aptalca bir girişti bu! Kabacaydı ve aptalcaydı. Doğal filanda değildi. Zorla bir şeyi kabul ettirmek amacı güdüyormuş gibi kendimi hissettim. Alışmadıysa ne olacaktı? Nasıl bir tepki bekliyordum?
-A, iş yeri mi dediniz? Sektör de altı senelik geçmişim var. Kızıma hamile kaldıktan sonra bıraktım çalışmayı. Dört buçuk sene sonra yeniden iş hayatına girdim. Aslında biliyor musunuz, dört-beş sene gibi kısa gelebilecek aralıklar bile finans sektöründe devrimlerin yaşabileceği aralıklar olabilir. Bazı şirketler bir sonraki seneyi hesaplayamadığından dolayı iflas edecek hale geliyor. Ama iş yerini beğendim. Realist hedefleri var. Reel olarak çalışma programları olan şirketler her zaman bu sektörde tutunur, biliyorsunuz. Bir de bir şey diyeceğim, siz de fark ettiniz mi bilmiyorum ama Müdür Bey’in odasındaki Siyah kuğu tablosu dikkatimi çekti. Ne manaya geldiğini biliyorsunuz değil mi?
Verilebilecek en profesyonel cevaplardan biriydi. Hikâyesine dönük, kızıyla alakalı da duruma da bilgi vermişti. Yakın zamanda eşinden ayrıldığını düşünmeye başlamıştım. Siyah kuğu meselesini açması, Naciye’nin zeki bir kadın olduğunu gösteriyordu. ‘Elbette, siyah kuğuyu bilmeyen birinin finans sektöründe işi olmasın zaten’ dedim.
-Aslında tekrar iş hayatına dönmek istemiyordum. Eşimde bu konu da kararı benim vereceğimi ama kendi arzusunun evde kalıp, kızımıza bakmaktan yana olduğunu söylüyordu. Fakat…
Sözcükleri fakattan sonra daha değerli olacaktı.
-Yurtdışında bir iş gezisi vardı. Fuar gibi bir şeydi. Üç arkadaşıyla beraber gitmişlerdi. Dönüşte havalimanındaki olan o saldırıya, yani katliama…
İyi ki trafik yoğun da, hızlı gitmiyorduk diye düşündüm. Naciye’nin ağlayacağını belki kriz geçirebileceğini hayal ettim. Sesinde bir an da ağlamaklı tonu fark ettim. Uzun sürmedi. Toparladı kendini.
-Ben yarın yaşayıp, yaşamayacağını bilmeyen bir insanım. Bu gerçeği eşimin ölmesiyle öğrenen biri değilim elbette ama insan unutuyor işte. Gerçeğimiz bu. Biz buyuz. Yapabildiğimiz bugün itibariyle ama biliyor musunuz biz insanlar hep yarın için yaşayıp duruyoruz. Yarın. Yarınlar. Yarınlar için yaşayıp duruyoruz. Ne var o yarınlarda peki? Bir daha göremeyeceğini bilse bir insan, eşiyle küs ayrılır mı seyahat öncesi? Evet, ben onunla küsmüştüm. Küçücük bir meseleydi. Bana değer vermediğinden bahsetmiştim. O da biraz incitici konuşmuştu. Normalde işe bile giderken sarılıp, beni öpen adamla gideceği seyahat öncesi küsmüştük. Aklımızdan geçen neydi biliyor musunuz? Dönüşte nasıl olsa barışacak, birbirimize sarılıp, eski, mutlu hayatımıza devam edecektik. Ama gelemedi. Bir daha gelemedi. Ne benim yanıma da ne de kızının yanına bir daha dönemedi.
Naciye konuşurken ona doğru bakıyordum. Restorandaki ruh halimden eser yoktu. Muzip bir hikaye avcısı kendi köpeğini yanlışlıkla vurmuş ve başını çevirip, sağ şeritteki arabalara bakıyordu. Aslında arabalara ya da onların içindeki canlılara değil, hiçbir şeye bakmıyordu. Bakmıyordum. Göremiyordum.
-Kusura bakmayın, size de böyle anlatıyorum, sizi sıkmışsam özür dilerim.
Ne cevap verecektim ki şimdi? Hayır, veremezdim, verirsem ne diyebilirdim ki? Sustum. Arabaya binerken mutlaka arabadan inerken dahi olsa, ‘çok güzelsiniz, duru bir güzelliğiniz var, size bakınca insan rahatlıyor’ tarzı aptalca şeyler söyleyecektim.
…
Eve yakınlaşmıştık ama evden biraz uzakta inip yürümek istiyordum. İlerideki benzinlik en iyi seçim olacaktı. Oradan bir şey almalıydım.
Bana güvendiğini söylüyordu. İlk defa birine bunları anlattığını, beni güvenilir bulduğunu, iş yerine geldiği ilk günden beri diğer arkadaşlara nazaran kendisini daha yakın bulduğundan bahsediyordu. Ne demek istiyordu? Acılarını paylaşabileceği güvenilir bir dost ya da neyse… Ne olabilirdi ki? Aklımı neden karıştırmıştı ki? Benzin istasyonunda inip, ona teşekkür edip, istasyon marketinden sigara alıp çıkacaktım. Tek amacım buydu. Neden beni allak bullak etmek zorundaydı ki? O sessiz kadın, donuk yüz hatlarıyla acı gerçeği kabullenmiş Naciye ne demek istiyordu? Aylar sonra acısını tamir etme yolunda, ilk yabancıya aktarım filminde yardımcı oyuncu ben mi oluyordum?
Anahtarlık elimdeydi. Kapıyı açtım. Bir süre içeri girmeden kapı eşiğine başımı yaslayıp durasaksadım. Koridorun ışığını açtım. Kapıyı kapatıp, duvardaki boy aynasının önünde durdum. Ayna gerçek bir übermensch gibi karşımda duruyordu. Orada duran şeyin, bana bakarken ne düşündüğünü biliyordum. Bir kahkaha veya acı veren bir utançtan başka bir şey olamazdı.
YORUMLAR
İnsanlık sonsuzluğa uğurlanırken Ölü tanrılar hortlatıldı. Bir devrin devi Friedrich Nietzsche'nin yazıdaki yeri tesadüfi asla değil..Şu an yaşadığımız toplum popülasyonuna bakınca Deja-vu...
Amipler gibi yaşayan sürü... Sorgulamak sadece beynimizi yoruyor. İşgal ettiğimiz alan çok az...
Sevgilerimle..
Not : Yazıyı okumadım. Bunları buraya yazmak içimden geldi .... !!!
Dün akşam bir kısmını, bu akşam öteki kısmını okudum. Yazıların ağır yazılar. Okunup geçilecek şeyler değil. Diğerleri kek ise, senin yazıların kesinlikle rokoko.
Paragrafları birazcık makul tutsan insanların gözü korkmayacak HakkınSesi. Bir başlayan da sonu gelmeden bırakamayacağını bilmeli. Ben mecburiyetten böldüm.
Sitenin en sevdiğim yazarlarındansın vesselam.
HakkınSesi
Bu pişmanlık aslında daha iyi nerede sorusu iken artık gerek yok kıvamına geldi.
Bu tür platformlarda hatta sosyal medya için uzun değil saçma otesi uzunluklar bunlar.
Diyeceğim o ki planlı programlı bir yazma metodu olmalı gerçek boyutunda yazan insanların.
Özel olarak senin için de bunu düşünüyorum. Birkaç senedir yeni gelen güzel çocuğunun sorumlulukları vardı ama o da büyüdükçe senin fikir dünyan bos kalmayacak. Okumak yazmak isteyeceksin.imkan oldukça. Metot, program, az az ama verimli çalışma bir nevi.
Umarım daha güzel günlerde daha güzel şeyler üzerine de konuşabiliriz insan olarak. Hepimiz.
Aynur Engindeniz
Daha güzel günlerde daha güzel şeyler konuşmak...Olsun be kardeşim, buna da amin inşallah.
Güzelliklerle kal. Ve lütfen içindeki o sesi dinleme, yazdıklarını paylaş. Ve bu işi ciddiye al. Sen gerçekten çok iyisin.
Yazınız derin izler bırakıyor, yeni ufuklar açıyor. Ne olursa olsun her emek doğrudur.İnsan öyle güzel yaratılmış ki, insana böyle bir yetenek verilse insanı yaratamazdı.İnsan çevresini güzelleştirmekle sorumlu.Çine bile gitseniz bilgi ile gidersiniz. birşeyler öğretmek çabası ve manalar yüklemek çabası çok güzel. Saygılarımla
"Tanrı öldü!" Nietzsche'nin ünlü sözü. Şöyle bi özgeçmişine baktığımızda dindar bir aileden gelip, dedesi ve babasının rahip olduğunu, kendisinin de papaz olma yolunda adımlar attığını ve hatta bunun için Bonn üniversitesi ilâhiyat ve filoloji öğrenimine başladığını daha sonra da düşüncelerinin değiştiğini; aykırı ve taşkın biri olduğunu öğreniyoruz. Bununla birlikte genelevlerden kaptığı frengi mikrobu nedeniyle sonrasında kadınlara karşı sergilediği muhalif bir tutum da var tabi...
Übermensch (üstinsan) fikrini; dinin-hristiyanlığın 'köle ahlãkını' benimseyen ve prototip insan modelleriyle aynı fikir etrafında toplanan kaderci, yoksul ve ezik insanların saplantısı haline gelmiş tek inanç merkezinin eşitlik kavramından uzak yaşayıp, kültürlerini de çöküşe sürüklediği gerekçesiyle dile getirdiği bir kavramdır. Almanya Fransa arasında patlak veren savaşla birlikte gönüllü hasta bakıcıyken cephede güçlü düşmanlarla karşılaşması; güç isteminin hayatta kalmak için mücadele etmekte olduğunu değil tersine gücü ve egemenliği ele geçirmekte yattığını benimsedi ve güç kuramı da burdan doğdu...ne yazık ki naziler de Nietzsche'nin üst insan fikrini kendi politikalarına göre gelişigüzel uyguladılar.
artık ben de anlam aramıyorum bi yerde. bana göre her şey olduğunca anlamsız zaten. duvarlar rutubet değil hüzün kokuyor artık. yine de dün mutfaktaki pencerenin pervazına konulmak üzere dört tane küçük kaktüs aldım. dört iğnesi elime battı. derimin altındaki çürüklerin kokusunu almış olmalılar ve bu mikrobu onlara bulaştıracağım korkusunu...yoksa ısrarla dikenlerini, vücuda kan yoluyla geçen illet bi hastalık gibi batırıp durmazlardı. iki gündür mutfakta onları daha uzun görmek için kendime bahaneler uyduruyorum. ve en çok da işlek olmayan güzide bir yolu camdan seyrediyorum. 'güzeller ama değil mi?' diyorum kendi kendime. bir de üç buket çiçek aldım cam vazodaki suya koydum. açık pembe. beyaz. koyu pembe. türünü bilmiyorum. önemli olan hangi çiçek familyasından geldiği değil. önemli olan gözümü alan davetkãr renkleriydi diyorum. suyu sünger gibi içine çekip iki kat hacmine ulaştılar bugün. hãlã güzeller ama bu duvarların soğukluğuna fazla dayanamazlar. güneşi görmüyorlar çünkü. solmaya, çürümeye mahkûmlar onlar da. çürümenin kitabını okusak n'olur, okumasak n'olur? çiçekli masallar anlatın bana. protezli ve plastik olmayan çiçekler getirin. gülün rengi de bir çocuğun yanağına konan kuş olsun.
p.s: ne zamandır yoksun. sorma ya özledik seni:)
HakkınSesi
Bazen kedilere imreniyorum. Oksanmaya ihtiyaçları oldugunda o kadar sakin olurlar ki, daha da şımarık hale gelip sırt ustu uzanır, 'hadi burayı da kaşı derler.'
Aslında buralardayım. Genel d paylaştığın yazıları dahi okumaya gayret ediyorum. Ama öyle bir karanlık içerisinde hissediyorum ki kendimi, yazmak ile biraz rahatlayabilecegini düşündüğün platform eşiğinde dahi sarsılıyor ve sahasında karanlığı görüyorum.
Van Gogh' atıf ettikleri bir söz gibi.. kendi ateşimiz var, insanlık ateşi ama insanlar ateşe yaklaşıp sarılmak yerine, dumandan cekinip kaçıyorlar. Nereye gidiyor bu kadar insan? Neredeyiz? Kimseler yok gibi. Sahi neredeler? Neredeyiz?
Açık açık yazamadiktan sonra acaba yazarsan yakınlarıma zarar gelebilir mi endişesi taşıyor insan. Eğer yalnız gerçekten yapayalnız bir birey olsa insan denen mahluk, bu konuda daha cesur olabilir miydi? Sünepe ellerine, beynine, dahası haysiyetime, onuruma söz geçiren kim?
Sana ümitle başlanmış yollardan bahsettiğim kısa cümlelere hâlâ sadık biriyim. Yani toplu bir şekilde gömmek, tarihe yalan gerçeğe suç diye intikal edebilir.
Yaşadığım şehirde eski kitap satan yerleri biliyordum ama gitmiyordum hiç. Bir süredir banka kartında yaşanan puruzden dolayı eski yarıda bıraktığım kitaplara kalmıştım. Neyse, nihayet o kitapçılardan birine karlı bir gün gittiğimde kitapların yakılmak için bekleyen odunlar gibi raflarda durduğunu görünce canım sıkıldı. İyi birine benziyordu kitapçı. Yine gideceğim. Hiç olmadı kuzenlerime kitap almayı dusunuyorum. Niye anlatıyorum bunu dersen, bu karanlık daha pis bir karanlık. İnsan eğer karanlığa alışır ve öyle yaşarsa aydınlıktan, gerçek ışıktan hep korkar.
Sana bu konu da bir şeyler dikte ediyorum gibi gelmiyor farkındayım ama gelse dahi öyle olmadığını karanlık baskısı ne müthiş ifade ediyor değil mi?
Yine gideceğim.
Yine ümit besleyecek ve ümitli olacağım.
Yalnız insanlara , belki de en yakınındaki en genç insanlara anlatmalı daha güzel şeyleri.
Yaşları başına vurdukça artık altmış yaşından sonra insana dünyada iyi olmayı anlatmak zul oluyor. Tebrik edilecek yanın diploma ya da makam değil insanlık olduğunu çocuklara anlatmalı.
Öğretmen olsaydım mesela, işsiz bir öğretmen olarak bunları sana söylüyorum olurdum. Fakat öğretmenlik okulda, belgeyle yapılan bir şey değildi eskiden. Bilgi kutsaldı. İnsanlığı bildiren bilgi, hukuku yücelten bilgi...
'kurumus ekmek gibiyim dostum
kuşlar bile naz ediyor
önce şüphe ediyorlar
sonra yemeğe başlıyor
ne zevk bu Tanrı'm
yaşadığımı bilmeden.'
Gule
sonra o tünelin sonunda ufak çaplı bi ışık beliriyor ve her şeyi unutuyoruz yine...eski rollerimize kavuşup kaldığımız yerden devam ediyoruz...oysa bazı gerçekler karanlıkta ayna gibi boyunun ölçüsünü aldırır, 'hey sana diyorum beni bırakıp nereye gidiyorsun' der ve bi süre seni alı koyar gideceğin yerden...işte bu süreyi ya da o uzun tüneli çabuk geçenler de var...ama bir de günlerce içinde rehin kalanlar...
evet söylediklerinde haklısın...kedi örneğin ya da 'gerçekleri açık açık konuşamadıktan sonra' da olduğu gibi...
evet ağrılı ve sancılıdır bazen sesli konuşmak...ateşe dokunmak gibi yakıp kavuruyor içimizi...evet bayat ekmek gibi ıslatılmış çoğu kez kirpiklerimiz masada ama sahte aydınlık podyumlarında herkese gülüp poz vermektense; münzevi dünyamda o karanlığı ve gerçekleri tek başıma kucaklamayı yeğlerim...