- 672 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
438 - MASAL
Onur BİLGE
Ben şanslı bir çocuktum. Annem babam, ablam vardı. Sonra Şermin vardı… Bakıcım… Mutlu bir aileydik. Ne hır gür ne kavga dövüş… Her şeyin bir düzeni, planı programı vardı. Herkes üstüne düşen işi yapar, dinlenmeye ve eğlenmeye de vakit kalırdı.
Eğlence yeri namına birkaç sinema vardı. Şehir Kulübü de denilen Tüccarlar Kulübünde veya Öğretmenler Lokalinde yapılan balolar, düğünler, oynanan temsillerden başka bir şey yoktu. Topu topu bir barı vardı. Sonraları pavyonlar, kulüpler açıldı ama oralar benim ailemin gidebileceği yerler değildi. Onlar daha çok ayyaşların sarhoşların gittiği, çoklarının arada yittiği yerlerdi.
Yurt sathında Halk Evleri vardı. Antalya’daki hemen hemen her gün bir nedenle dolar dolar boşalırdı. Ankara’dan İstanbul’dan sanatçılar gelir, şarkı türkü söylerlerdi. Piyesler hazırlanır, o şekilde halkın bilinçlenmesi sağlanmaya çalışılırdı. Bunlarda aslolan, Türkçülük ve Milliyetçilikti.
Cumhuriyetin gençlik yıllarıydı. Savaştan çıkmış, belini doğrultmaya çalışan bir Millettik. Okullarda yapılan müsamerelerde, bayramlardaki geçit törenlerinde özgürlük ve demokrasinin önemi anlatılıyor, Cumhuriyet konusu işleniyordu. Okulun en uzun boylu ve en güzel kızı gelinlik gibi bir elbiseyle çıkıyordu, siyah bir örtünün içinden. Bir alkış kopuyordu!.. Sonra Türk Bayrağını çıkarıyor, ona sarınıyordu. Bir büyük alkış daha patlatılıyordu!.. O çok güzel kız, Ulusumuzu sembolize ediyordu, bembeyaz ve çok güzel olan giysisi, saflığını, temizliğini, asaletini… Bayrak, bağımsızlığını simgeliyordu, Cumhuriyeti… Halk bu kavramları yeni yeni sindiriyordu. Münevver insanların bütün gayesi, bu mefhumları kemiklere kazımak, iliklere işletmek, ruhlara sindirmekti. Eğitim ve öğretimin de ilk hedefi aydın insan yetiştirmekti.
O güzel kız, yüreğinin tüm gücüyle, tüylerimizi ayağa kaldıran, diken diken eden epik bir şiir okuyordu, mutlaka. Diğer şiir okuyanlar da öyle… Arif Nihat ASYA’nın meşhur “Bayrak” şiiri dillere destandı! Dilden dile dolaşıyor, her okunuşunda aynı heyecanı uyandırıyordu. Yürekler yanıktı. Yüreklerde verilen şehitlerin acısı… Yüreklerde Vatan, Millet, Bayrak sevdası!
Yemen Harbi bitmiş, çok şehit verilmişti. Bizim de bir şehidimiz vardı. Babamın halası, Yemen’den yaralı dönen, iki gün sonra can veren kocasını anar, derdi depreşir, ağlardı. “Gaziydi ama şehit sayılır. Yaralı geldi. Yaraları yüzünden öldü.” derdi.
Radyolarda Yemen Türküsü okunuyordu, ağlamaklı seslerle. “Ah o Yemen’dir, gülü çemendir. Giden gelmiyor, acep nedendir?” diye… Yurttan Sesler Kadınlar Korosu vardı, Safiye Aylalar, Zeki Mürenler, Nuri Sesigüzeller, Nezahat Bayramlar…
Yanık türküler okuyordu türkücüler. Ağıtlar yakıyor, uzunhavalar okuyorlardı. Çanakkale Boğazı’nda, Nağra Burnu açıklarında çetin bir sefer dönüşünde Dumlupınar adlı denizltımız, İsveç bandıralı bir şileple çarpışmış. Kapalı bir hava, dondurucu bir soğuk... Sisten göz gözü görmezken... Batan gemide mahsur kalan seksen bir kişiden elli dokuzu boğulmuş, yirmi iki kişi yardım istemiş. Torpido bölümüne sığındıkları için oksijen bitmesin diye sigara içmek, şarkı türkü, marş falan söylemek, hatta konuşmak bile yasaklanmış. Beklenen yardım gecikmiş. Kurtuluşlarının mümkün olmadığını düşündükleri anda bir anonsla yasağın kaldırıldığı bildirilmiş. Aralarından birisi, çakmak istemek için arkadaşına söyleyiverdiği bir cümleyle farkında olmadan hemen oracıkta bir türkü yakmaya başlamış, doğaçlama. O yirmi iki kişi, bekleyişin stresi, ölenlerin kederi ve ümitsizlik içinde kalışlarının kahrı, kurtulabilme ihtimalinin sevinci içinde hep beraber mırıldanarak, birbirleriyle yardımlaşarak tamamlayıp bir ağızdan söylemeye başlamışlar. Böylece, yakılan sigaralarla birlikte bir de türkü yakılmış. Akülü radyolarda Yemen Türküsü’yle beraber o türkü de söyleniyor, o elim olayı hatırlatarak yürekleri dağlıyordu.
“Bir ateş ver cigaramı yakayım
Sen sallan gel ben boyuna bakayım"
Ne hengâmeler atlatılmıştı da çıkılmıştı düze! Henüz yokluk vardı, kıtlık vardı. Karne devri geldi arkasından. “Tanrı Ulu’dur! Tanrı Ulu’dur!..” diye okundu bir zaman ezanlar. Nasıl bir ezandı? Hangi makamda? Kim ne anlar!? Kanunlar çıkarıldı. Yazanlar, bozanlar, kızanlar… Kızanlar yetişti. On yılda on beş milyon Türk yetişti yeni baştan! Milli bayramlarımız vardı, resmigeçitlerle, fener alaylarıyla kutlanan… Kırk bir pare toplar atılırdı o vakitler!
Sonra Hitler… Sonra Musolini… Marksı Lenini… Tekerlemeler öğrettiler bize, oyunlardan önceki sayışmalarda söylenmek üzere: “Bir ki üç dört beş! Amerika kardeş!..” “Deş!” denen çıktı. Geriye kalan kaldı. Sonra tekrar sayıldı. Biri daha çıktı. Böyle böyle bitti, sona bir kişi kaldı. O ebe oldu. Amerika yardım etti. Biz aldık, kabul ettik. Biz gebe olduk onlara. Gebe kaldık. Pahalıya ödedik süttozunun parasını! Kanımızla canımızla… Kardeş kardeşi kıra kıra… “Deş!” dedik, çıktı birisi, “Kar/deş!” dedik, bağrımıza bastık, taş çıktı! Deşti ciğerimizi!.. Boz ayılar bastı ortalığı! Kutup ayıları!.. Ne hülyalara daldık bir vakitler! Ne hülyalara daldık da bir dal kadar olamadık! Tutunduğumuz dallar elimizde kaldı! O ikisinin arasında fidan gibi Türk Gençliği kaldı!..
Ne güzel bayramlarımız vardı! İki dirhem bir çekirdek giyinilen kuşanılan, el öpmeye, şeker toplamaya gidilen… Bayram yerleri kurulurdu Develik’e. Bir dönmedolap, bir salıncak… Tahterevalli, kızaktan ibaret… Sonra ziyaret ederdik hısım akrabayı… Sonra sonra bölüşemedik malı mülkü, parayı turayı… Giden gitti kurtuldu, biz birbirimize düştük! Şimdilerde onlarla da iyiden iyiye araladık arayı…
“Arayı arayı bulsam izini… İzinin tozuna sürsem yüzümü!” diye ilahiler okunurdu Mevlitlerde. Sonra dillerde, her yerde… Ne güzel sözcükler yer etti beynimde!
“Sundular bir cam dolusu şerbeti!” dedi mi Mevlüthan, limonata bardaklarında kırmızı buzlu şerbetler getirilir, ikram edilirdi hemen. İçlerinde soyulmuş ikişer badem… Ona sunulmuş, bize de sunulmuş olsun madem.
Ben çok küçüktüm. Büyüklerin gittikleri filmlere götürülmüyordum. Balolar için de yaş sınırlaması vardı. Ancak belki ayda bir gelen, başrollerde Zeynep Değirmencioğlu ve Parlo Şenol gibi çocuk artistlerin oynadıkları filmlere götürülüyordum. Annemle babam, hemen hemen her akşam gezmeye gidiyorlardı. Bahsettiğim eğlence yerlerine, yazsa baharsa parka, değilse ev gezmelerine… Benimle ablam ve Şermin ilgileniyordu.
Eskiden de uykuyu ertelemeye çalışan bir çocuktum. Aile fertleri gece veya gündüz beni uyutabilmek için adeta savaş verirlerdi. İlle de ille masal söylemelerini isterdim. Bu arada saçlarımı okşarlar, sırtımı kaşırlar, kollarımı bacaklarımı ovarlardı. Böylece gevşememi sağlamaya çalışırlardı. Kulaklarımı okşama usulü de iyi netice vermiş olmalıydı ki o çareye de sık sık başvurmaya başlamışlardı. Gerçekten çok haz veren bir uyutma usulüydü. Narkoz etkisi yapıyordu.
Ovulmanın da kaşınmanın da sonu gelsin istenmez. Vazgeçesi gelmez insanın, bir başlandığında… Ne kadar rahatlatıcı masajlardır! Hem sinir sistemini rahatlatır, kişiyi sakinleştirir hem de sevildiği hissinin huzur ve mutluluğuna gark eder. O zaman teslim eder insan kendisini yavaş yavaş uykuya… Hem de kulağının yanında alçak sesle ballandırıla ballandırıla anlatılan enteresan olaylarla süslü masalları duya duya…
Masal bu ya… Hep aynı tekerlemeyle başlar, o kısmı bık getirirdi! Zaten bilinen, dinlene dinlene ezberlenen bir tirattı. Bazen o kısmı ben söylüyordum, olanca hızımla, anlaşılır anlaşılmaz, hemen sadede geçilsin diye… Her gece: “Belki değişik bir masal anlatır bunlardan biri bana!” diye giriyordum yatağa ve bazen de yeni bir masal konusunda peşin peşin pazarlık ediyordum, yatmadan önce. Bir de kısacık olmasın istiyordum. Onların işine kısası geliyordu. Çünkü anlata anlata anlatıcı yoruluyordu.
“Öf! Yeter artık! Nefesim tükendi!” diyorlardı. Şermin, “Kıpçık!” diyordu bana. “Kıpırdama atık! Uyu! Bek, benim çok uykum geldi! Senden önce uyuyuvereceğim! Kapat gözlerini! Yum iyice! Uyu diye diye dilimde tüy bitti! Yeter bugünlük bu kadar masal! Dilim damağım kurudu! Kuşlar kurtlar uyudu! Haydi sen de uyu!..” diyordu. Derken dili dolanıyordu. Uyuyup uyuyup uyanıp dil döküyordu bana. Zavallım neler çekti benden!
Akşamlara kadar o manda oldu, ben kedi köpek… Sırtına bindirdi beni, lacivert Isparta halısının üstünde dört döndük durduk! Yorulduğumda kucağına aldı, gezmelere gittik beraber. Yemekler yedik, meyveler, çerezler, neler neler… Bahçeye çıktık, oynadık. Çamur oynadık, çiçek suladık, arıkta kayık yüzdürdük, eğlendik güldük. Mahalleyi dolandık, yerden evlerin alçak pencerelerinden içerilere bakarak birileriyle çene çaldık.
Fokfrigocu geçti sokaktan, aldık. Nane şekeri satan Akoğlan geçti, geri kalmadık! Kırmızılı beyazlı kalem gibi yapılan, bükülerek süslenen naneler, sepete yerleştirilmiş. Halka halinde olanlar da var. Al al tak koluna bilezik gibi… Birer birer çıkar, ye! Rüzgârlı şekerlerim benim! Kokulular… Kumrular… Sopa gibi biraz yassı susamlı simitler… Horoz şekerleri, kargıdan yapılan saplara dolanarak satılan rengârenk parlak macunlar…
Balıklı çikolatalar Kambur Bakkaldandı. Tanesi beş kuruş… Çikolata kâğıtları renk renkti. Ekmek yirmi beş kuruştu. Arap sakızı da yirmi beş kuruş… Şiirmesini öğreninceye kadar ne kadar alıştırma yapmıştım! Bir de R leri daha net söyleyebilmek için… En zor harf oydu!
Karlamalar, şişirtmeler… Karların üstüne kıpkırmızı şerbetler… Dondurma kaymaklar… Hele dondurmalar… Koreli’nin de bir tekerlemesi vardı, kendince… Nasıl yamulttuysa, ezdiyse büzdüyse sözcükleri… Hep aynı terane… Fakat sokak satıcılarının arasında bir taneydi! Bir tane!..
“Di di kaymak var! Kaymak, kaymak! Dondurma kaymak kapkay!.. Şekeri çuvaldan!..” derdi ama çok tatlı olmazdı dondurması. Şekere kıyamazdı. Salep de pahalıydı şeker de… Biraz da nişasta falan katıyor olmalıydı. Bakır çalığı tadı geliyordu, dibi kaldıysa ağza. Kazına kazına bakır kazanının dibinin kalayı kalmamıştı. Kalay da pahalıydı. Kolay değildi. Öyle idare ediyordu ama beni korkutuyordu annem, zehirlenirim falan diye…
İşte bütün bunları yiye yiye renklendiriyordum çocukluğumu. Oyunlar oynaya oynaya süslüyordum. Ben ne mutlu bir çocuktum! Ne kadar güzel büyütülüyordum.
Ortası delik bir ve iki buçuk kuruşları ipe diziyordum. Oradan çıkarıp çıkarıp harcıyordum. Ben para nasıl kazanılır bilmiyordum. Harcamayı biliyor ve çok seviyordum.
Hele nane almayı! Şişman bir genç adam satıyordu. Apraş diyorlardı. Saçları, kaşları, kirpikleri bembeyaz denecek kadar açık sarıydı. Onun için Akoğlan diyorlardı. Her nane alışta maniler söylüyordu. Maniyi ondan ve Ramazan davulcularından duymuş öğrenmiştim. Her ikisi de mani söylüyordu ama söyleyiş tarzları çok farklıydı. Akoğlan’ın sesi ince ve yanıktı. Üslubu düzgün, yorumu nazik… Ramazan davulcularının sesleri de güzeldi ama kalın, kaba saba ve tok… Tokmak vurdukça, tokmakla vurur gibi… Çivi çakar gibi… Davul da güm güm de güm güm!.. Kulakları sağır edecek kadar yüksek, gece yarılarında, uyku aralarında… Her seferinde şeytan çarpmış gibi fırlıyordum yataktan! Her uykumda unutmuş oluyordum, sahur vaktini! Neye uğradığımı şaşırıyor: “Ne oluyoruz!..” diye zıplıyordum! Anladığımda, kapıya koşuyordum. Her seferinde çok duruyor, çok çalıyor, çok para alıyorlardı bizim kapımızın önünde. Onlar komşularımızdı. Babamın arkadaşları… Sayarlar severlerdi onu. O, mahallenin münevver bir muallimi, Bey Amcası… Onlar, sair zamanlarda ayakkabı boyacılığı, çalgıcılık, badana boya işleri yapan kişilerdi. Muhacir diyorlardı kendileri için. Karaferye’den gelmişlerdi. Şermin de onlardandı. Uzak da olsa akrabaydılar. Yoksul ama namuslu, dürüst ve güvenilir kişilerdi. Kimseden karşılıksız bir şey kabul etmezlerdi.
Bütün bunlardan hiç şikâyet etmiyordu da Şermin, beni uyutmaktan yaka silkiyor: “İllallah!..” diyordu! “Gına geldi Vallaha!..” Ben yoruyordum, yorulmuyordum. Onun için o uyumamaya çalışıyordu ben uyumaya…
Bizimkiler masalları kitaplardan okumuyorlardı. Hepsi kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa anlatıla anlatıla şiir gibi ezberlenmişti. Kim anlatırsa anlatsın, aynı sırayı izliyor, aynı cümleleri kuruyor, aynı vurgularla vurguluyor, aynı sorgularla sorguluyordu. “Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine! Gökten üç elma düşmüş. Biri senin, biri benim biri de onların ağzına!” diyerek sonluyorlardı.
“Biri bana biri ona… Onların hepsine bir tane… Nasıl paylaşacaklar acaba? Galiba ikiye bölecekler. Ya da soyup dilimleyecekler. Birer dilim yiyecekler. Neden çok düşmüyor da herkese birer tane düşmüyor? Kim düşürüyor onları gökten? Orada elma ağacı mı var?” diye başlıyordum sorular sormaya… Ben kendi kendime konuşuyordum. Yanımdaki o ise, çoktan sızıp kalmış oluyordu, annem ya da babamsa şekerleme yapıyorlar ya da lafı uzatmamak için tilki uykusu uyuyorlardı. Benim için de: “Kuş uykusu uyuyor bu! Buna uyku ilacı almalı!” diyorlardı.
“Bu masallar ne kadar kısa! Hemen de bitiveriyor! Yenileri gelmiyor. Neden çok söylememişler eskiler?” diyordum. Ben de masal uydurmak istiyordum. Neye baksam, onu canlandırmayı, konuşturmayı, kurgulayacağım masala sokmayı düşünüyordum. Upuzun ve ilginç, çok masal uydurmayı… Bin bir tane olsun, her gece biri söylensin, hiç bitmesin!
Çocuklar uyuyuncaya kadar, çocuklar büyüyünceye kadar hiç bitmesin!
Dilden dile dolaşsın, tüm dünyaya ulaşsın, uşaktan kuşağa aktarılsın, asırlarca anlatılsın, yitmesin!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 438