- 731 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
'et ete, demir demire'
Çayı uzatırken ağzıma gelen ekşimsi sıvı gözlerimi kısıp, yüzümü germeme sebep oldu. ‘Ne oldu’ dedi Hakan. ‘Hiç’ dedim, ‘biraz midem yanıyor sanki. Olur, oluyor bazen.’ Hakan önemsemez bir tavırla cebinden çıkardığı sigara paketini göstererek ‘yine zam geliyor şu melete, büfeler sigara vermiyor, iki kuruş kar için sigara satmıyor ibneler’ dedi. Sonra avucuna duran boş sigara paketini iyice sıkıp çöp kovasına fırlattı. ‘Ben gideyim de, sigara alıp geleyim kusura bakmazsan. Sen burada bizimkileri bekle istersen. Dikkat et, demirleri takıyor ustalar, pek yaklaşma, kafana düşer filan, Allah korusun. Hemen gelirim’ diyerek dudakları arasındaki sigaradan bir nefes aldıktan sonra hızla yürümeye başladı. Arkasından bakıyordum. Çay tabağını çöp kovasının yanındaki pencere eşiğine koyup, bardakla iki ustanın çalıştığı yere doğru yürüdüm. ‘Denize seyredeyim bari’ diye düşündüm. Acayip bir yeşil renge bürünmüş deniz dalgalarını sahile vururken, beş on tane martı iki yüz metre ötede, suyun üzerinde oturmuş düşünüyorlardı.
Bardak parmaklarımın arasında, dudaklarımın arasındaki sigarayı yakmaya çalışıyordum. Neyse ki cebimden çıkardığım çakmak birkaç çakışta sigaranın ucunu tutuşturmayı becerebileniydi. Cebimde dört tane çakmakla dolaştığımı hatırladım bir an. Cebime baktım. Sol cebimin alt tarafındaki leke gözüme ilişti. Sanki iş yapan iki ustadan yüzümü kaçırıp, boşlukta manalı bir şeyler arıyor gibiydim. İki metrelik iskelenin üzerinde duran iki ustadan öndeki ‘birader, sağa sola bakacağına bize az yardım etsene, düşüreceğiz şunu yoksa’ dedi. Bardağı koyacak bir yer aradı gözlerim. Pencere eşiğindeki on santimlik mermere yaklaştım. Hareketlerim yavaştı. Adımlarım ağırdı. Bardağı hiç bırakmayacak gibi mermerin üzerine koyup geri dönmeyi becerebildim. Dudaklarımın arasında sigarayı sıkarken, iki elimle ustanın dediği demiri tutmaya başladım.
‘Tut abicim, tut, sıkı tut.’
‘Tutuyorum, ne yapayım?’
‘Abi sen öne geç’ dedi öndeki usta. İki usta, başımın üzerinde Allaha emanet duran iskele tahtasının üzerinde bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı ama ne yaptıklarını algılayamıyordum. Demir havanın soğukluğuyla iyice soğumuş bir haldeydi. Paslı demiri inceliyordum. Başımın üst tarafında kilide benzer on santimlik, aralıkları olan kıvrımlı bir boşluk fark ettim. Sol tarafında kamyon kasalarında çekiçle vurulup açılan ve kapatılan demirleri anımsadım. Düşünmenin en talihsiz olduğu zaman aralığında olduğumu unutmuş bir halde ‘ne biçim erkeğim ben ya, demirle, çekiçle uğraşmayan erkek, erkek midir? Mal gibi yaşıyorum. Erkek dediğin bir elinde çekici, keseri, kazması, küreği, kol gücüyle emek vermeli kazancı uğruna, ben ne halt yiyorum? Hiç! Sendikaymış. Ne sendikası! Bit pazarına gidersin, kullanılmış dahi olsa tahta kısmı yeni çiviyle sağlamlaştırılmış bir sürü demirli malzeme bulabilirsin ama sendika da neymiş? Çalışanın hakkını savunmak benim gibi malların işi mi?’ diye düşünürken, ustanın sesini duydum:’ Birader, kaldırsana demiri, kaldır, hadi oturtmaya çalışacağız şunu.’
Ellerim ilk üşüme anından sonra demirin soğukluğuna alışsa da, demiri kavramada yine de güçlük çekiyordum. Ustaların ellerindeki bir liralık eldivenler dikkatimi çekti. O eldivenlerin de soğuğa karşı işlevi olmadığını görebiliyordum. Ustalar ellerini ara ara çırpıp, tekrar iskelenin üzerinde uğraşmaya devam ediyorlardı. Dayanamadım. Yeni bir sigarayı cebimden çıkarıp, tek elle demiri tutmaya devam ederken ‘ustam’ dedim, ‘ne yapıyorsunuz orada, ben olayı kavrayamadım da.’ Ustanın sinirleneceğini umuyordum. Böylece haklı çıkacaktım. Demirle uğraşmayan erkek, erkek değildir sözümü doğrulatmış olacaktım. Beni küçümseyecek, nasıl işe yaramazın teki olduğumu yüzüme vuracaktı. Yanıldım. Usta beni yanıltan bir ses tonuyla ‘birader’ dedi, biz çatıyı çoktan bitirmiştik. Buraya mühendis getirmişler, kontrol ettirmek için. O mühendis de demiş ki, iskeleti sayılan şu kıvrımlı demirlerin arasına yeni demir daha atsınlar da sağlam olsun. Sabah bir tanesini, şu soldakini attık on dakika da ama bu bir saattir bizi uğraştırıyor.’ Çocuk gibi ‘bu niye böyle, şu neden böyle değil’ tarzı olacaktı ama yine de sormak istiyordum. Dayanamadım. ‘Usta’ dedim, ‘bu niye oturmuyor ki peki?’ Diğer ustanın bu sefer sesini duydum: ‘Namusuz demirci, bunları ayarlayan az eğik yaptığı için zor oluyor böyle.’ Benimle ilk konuşan usta diğer ustaya ‘abi, şu ön tarafa mengene koyalım da, sonra aşağıdan birader demiri kaldırsın da, itelim bakalım koyabilecek miyiz, oturacak mı yerine’ dedi. ‘Tamam Seyfi’ dedi diğer usta. Birinin ismini öğrenebilmiştim. Seyfi usta benden yardım isteyen, ayrıca bir çocuğa anlatır gibi yaptıkları işi müşfik bir şekilde anlatandı. ‘Birader, şuradan mengeneyi versene’ dedi Seyfi usta. Tuttuğum demiri yukarıdan tuttuklarını görünce, demiri bırakıp, mengenenin olduğu yere yürümeye başladım. Eğer demiri benim yardımımla oturtabilirlerse kendimle gurur duyacaktım.
‘Memduh abi, dur sen öne geç, birader tutuyorsun değil mi demiri, ver abi mengeneyi’ dedi Seyfi usta. Diğerinin ismi de Memduh’tu. İsimlerini duyup, öğrenmem hoşuma gitmişti. İşte şu öndeki, daha yaşlıca olanı Memduh, arkadaki, mavi montlu, müşfik olay anlatıcısı ise Seyfi’ydi. Memduh usta bir eliyle benim aşağıdan tuttuğum demiri tutarken, diğer eliyle mengeneyi tutuyordu. ‘Tutuyor musun’ diyerek demir işaret etti. Eğer tuttuğum demiri bırakırsam, dokuz on metrelik demirin aşağıya düşeceğini anlamış biri olarak demiri sımsıkı tutuyordum. Memduh usta üst tarafta, oturtmak istedikleri hizaya bir türlü gelmeyen demiri sabitlemek için mengene yardımıyla önceden kaynattıkları ara demir profiline benim aşağıdan desteklediğim demiri sıkıştırdı. Olup olmayacağını anlayacağımız an gelmişti. Oturacak mıydı demir yerine yoksa her şeye yeniden mi başlayacaktık?
Seyfi usta ‘kaldır birader’ dedi, ‘kaldır demiri.’ Bir an için yanlarında kendimi usta gibi hissettim. Demiri kaldırıp, tüm işi kendim becermiş gibi gururlanabilecektim. Yayla yolunda aklımdan geçenleri anımsadım. Bir dakika önce ‘burada ayı, domuz, kurt var mıdır? Belli mi olur gelir saldırırlar’ diye düşünürken, bir dakika geçmeden bayır aşağı giderken motosikletin önüne uçan ve bana saldıran kurdun gölgesi gözlerimin önüne geldi. ‘O mengene düşecek oradan’ diye düşünmemle, demiri aşağıdan kaldırıp, var gücümle yukarıya desteklemem arasında yine bir dakika süre yoktu. Mengenenin sıkıştığı yerden çıkıp, serbest düşüşünü izledim. Eğer çekilip, iskele tahtasının altına geçmeseydim, mengene kafama inecekti. Seyfi usta ‘hadi ya, olmadı, bırak birader, çek demiri, olmayacak böyle, iple şu arka taraftan önce sabitlememiz lazım’ diyerek aşağıya indi.
Kartal gözüme çarptı. Memduh ustada iskeleden aşağıya inmişti. ‘Bu arabalar’ dedim, ‘neydi zamanında, bir komşunun vardı da, ne özenirdim sürmeye. Bir türlü de süremedim.’ Memduh usta gülümsedi, ‘benim eniştenin bu’ dedi. ‘O da mı sizinle çalışıyor’ diye sordum. ‘Yok be’ dedi Memduh usta, ‘Almanya’da o. Almanya da fabrikada çalışıyor. Bu kartalı Türkiye’ye gelince kullanıyor.’ Şaşırdım. ‘Nasıl ya, kartalla mı geziyor burada. Daha afili bir araba filan bulamamış mı?’ Memduh usta ‘yok be, köftehorun cipi var. Bu işte dağa bayıra çıkarken iyi oluyor.’ ‘He ya’ dedim, ‘bunları köylüler çok sever, arkasına da baya malzeme alır. Sizin için de ideal. Kaynağıdır, taşıdır, bilemesidir derken aletler sığar arkaya.’
Seyfi usta halatı getirince, tekrar iskelenin üzerine çıktılar. Aşağıdan onların ne yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalışıyordum. Önceden kaynatılmış iki demir arasına halatları bağlayıp, bu oturtmaya çalıştığımız demiri en azından bir tarafından sabitlemeye çalıştıklarını anlayınca ‘oluyor, senden yavaş yavaş oluyor’ diye düşünmeye başladım. Sol taraftaki profile halat geçirilirken zorluk çekmemişlerdi ama sağ taraftaki profil daha uzak olduğu için Memduh usta neredeyse düşmeye ramak kala iskelenin üzerinden kolunu sağ taraftaki profile kadar uzatıyordu. Halatı hafifçe sallıyor ve demirin üst tarafından geçirmeye çalışıyordu. İlk iki denemesi sonuçsuz kalmıştı. Neyse ki üçüncü denemesinde halatı geçirmeyi başarmıştı. Demir en dipte iki mengeneyle sabitlenmişti. Ortaya yakın kısımdan da halatla sabitlenmek üzereydi. Böylece baş tarafından yine uğraşıp, demiri oturtmaya çalışacaktık.
Seyfi usta da yanıma inerek, demiri beraber tutarak yukarı kaldırmaya başladık. Memduh usta iskelenin üzerinden yön vererek, demiri oturtmaya çalışıyordu. Seyfi ustayla beraber demiri ne kadar zorlasak da, bir türlü sağ tarafa doğru yön veremiyorduk. Midemin yangını sonucu yüzümde bıraktığı ifadeden daha gerginine sebep olan demiri kaldırıp, yön verme çabaları bir işe yaramayınca, ‘benim aklıma bir şey geldi’ diyen Seyfi ustaya baktım. ‘Ne oldu ustam, hayırdır’ dedim. ‘Profil kesip, iki taraftan kaynak yapacağız. Sonra vura vura çekiçle oturtacağız bu sefer’ dedi. Şaşırmıştım ama mantıklı geliyordu. Memduh usta ‘ya olur mu şimdi öyle, zor iş gibi’ diyerek plana biraz uzak dursa da, başka seçenek aklına gelmiyordu. Seyfi usta iki metrelik profili tahminen yarıya bölüp, iskelenin üzerine çıkarken, Memduh usta aşağıya hiç inmemişti. ‘İskeleyi biraz ileri almalıyız’ diyen Seyfi ustaya, ‘ustam, sıkı tutunun ben iterim’ dedim. Önce gücümü deneyecektim. İlk itişte iki adamın da üzerinde olduğu iskeleyi iteceğimi düşünmüyordum ama yine de zorladım. Destek aldığım ayağımı sıkıca yere yasladım. Baldırımın köşesiyle iskele demirini iterken, ellerim yön veriyordu. Önce bir iki santim derken, bir metre iskeleyi istenen yere getirmeyi başarmıştım. Aslında bu işlerde çalışan biri için normal gelebilirdi ama benim gibi biri için basit bir olay değildi. İki usta aralarında ‘şuradan mı yoksa buradan m kaynatalım’ derken, kaynak makinesinin olduğu yere baktım. Kabloyu gözümü kestirdim. Kaynak tabancasını görüne, olduğu yere doğru yürüdüm. Tabancayı elime alıp, iskelede duran Memduh ustaya uzattım. ‘Sağol ya birader, sen de uğraşıyorsun böyle’ derken, ‘ne olacak canım, ne yapıyoruz sanki’ diyerek tevazu göstermeye çalıştım. Ciddi mana da yaptığım bir işten bahsedilemezdi ama hiç işim olmadığı halde pantolonumu kirletiyor, ellerimle paslı, soğuk demiri tutuyordum. ‘Elektrot lazım mı’ diye seslendim. İşe iyice kendimi kaptırmış gidiyordum. Memduh usta pantolonun sol arka cebine elini uzattı. On, on beş tane elektrot adamın arka cebinde duruyordu. ‘Oturunca batar be bunlar’ diye düşünürken, ‘geldiğinden beri adamın oturduğunu gördün mü’ diye kendime cevap verdim.
Demirin ilkini kaynattıktan sonra, sıra ikinci demiri kaynatmaya gelmişti. Seyfi usta iskeleden aşağıya indi. İskeleyi beraber iteleyip, Memduh ustanın demiri kaynatacağı bölgeye götürüp, kenara çekildik. Cebinden çıkardığı sarma sigaradan bir dal alırken, ‘benimkinden yak bir tane’ dedim. ‘Bu güzel bak, kendim sarıyorum, iki ayrı tütün kullanıyorum ben bunda’ derken Seyfi usta, ‘ben hazır sarılmış alıyorum, al bir dene’ dedim. O kendi sigarasını bana uzatırken, ben de kendi sigaramdan ona uzattım. Midem yanmaya devam ediyordu. ‘İnşallah bu sefer olacak’ dedim. ‘Olacak ya, bakalım, olacak gibi’ dedi Seyfi usta. ‘Nasıl sigara, tadı iyi mi’ dedim. ‘Bitlis mi bu yoksa Adıyaman mı’ diye tütünün çıktığı yeri sordu. Diyarbakırlı çocuktan aldığımı biliyordum yalnız. Salladığımı fark ettirircesine ‘Adıyaman olmalı’ dedim. Sustuk. Memduh usta ikinci demiri de kaynatmıştı. Demiri tekrar aşağıdan iterken, Memduh usta çekiçle kaynattığı demirlerin olduğu yerden vuracak ve demiri yerine oturtmaya çalışacaktık. Seyfi usta ‘ben de yukarı mı çıksam, demiri kaldırabilirsin mi’ diye sordu. ‘Çık sen ustam, ben hallederim’ dedim. Eğer demir yön değiştirip, sağa doğru gelmeye başlarsa, o da iskelenin üzerinde tuttuğum demirin üst tarafındaki kilidi çevirip, demiri aşağıdan sabitlemiş olacaktı. ‘Hadi kaldır’ dedi Memduh usta. Demiri aşağıdan kaldırmaya ve yukarı itelemeye başladım. Memduh usta çekiçle kaynattığı kısma var gücüyle vuruyordu. Bu sefer çekiç düşer mi acaba diye korkum yoktu ama aklımdan geçmiş olduğunu düşünmem bile korkutucu geliyordu. Var güçle geriden alınıp, ileriye itilen bir çekicin direkt kafaya ya da bedene çarpması talihsiz bir yaralanmaya sebep olabilirdi. Neyse ki iskelenin aşağısındaydım ve bu ihtimal sıfıra yakındı. ‘Bismillah de ustam’ diyerek Memduh ustanın çekici vuruşuna bakıyordum. Demir orta kısmından sağa doğru gelmeye başlamıştı. Bu demek oluyordu ki, ön tarafta kaynattığı yerden de vurmaya başlarsa, demir sağa yönelecek ve oturması gereken yere gelebilecekti. ‘Memduh usta dur, iskeleyi az geriye alayım’ diyerek, iskelede duran Seyfi ustaya tuttuğum demiri emanet ettim. ‘Tamam, yeter bu kadar, buradan vurabilirim’ diyen Memduh ustanın sözünü ikiletmeden iskeleyi bırakıp, demiri tutmaya ve kaldırmaya başladım. Memduh usta çekiçle vurdukça, demir sağa doğru yöneliyordu. İstenilen yere oturtabilecektik nihayet. Olacaktı. ‘Ha gayret ustam’ dedim. Çekiç sesi kulağıma azap gibi gelmiyordu. Demire vurdukça demiri, seviniyordum. ‘Az daha ha gayret’ diyen Seyfi ustanın sözüyle demiri var gücümle havaya kaldırdım. O da iskele üzerinde demire yön vermeye çalışıyordu. Memduh ustanın kaynattığı demire son vuruş sesiyle Seyfi ustanın sesini duydum:’ Oldu be, oturdu sonunda.’
Demir oturunca yerine, Seyfi usta yukarıdan tuttuğum demirin başımın üzerinde duran kilit kısmına elini uzattı. Çevirmeye çalışıyordu. İki kez zor da olsa demiri etrafında döndürmüştü ama paslı ve ağır demir artık dönmek için daha büyük güç istiyordu. Çekici bana uzatarak ‘şuna vur şurasından da, havaya kalksın az daha, demir orada sabit kalsın kaynağını yapalım’ dedi. Çekiçle demirin kilit kısmına vurup, iki kez de ben çevirince, demir üst tarafta yerine oturmuş demiri havada sabitleyebilmişti.
İskeleden uzaklaşıp, yarım bıraktığım çayın bulunduğu pencere kenarına doğru yürüdüm. Memduh usta yerine oturmuş demiri sabitleyecek kaynağa geçmişti. Çay bardağına elimi dokundurdum. Soğumuştu. Gece boyu bardak burada kalsa, içindeki çay donmasa da, buzdolabından çıkmış sudan daha soğuk olabilirdi. Tekrar bir sigarayı ağzıma götürürken, Hakan’ın sesini duydum:’ Ya kusura bakma arkadaşım, geciktim. Sana dediğim gibi, bulamadım bir türlü meledi. Bakkallar satmıyor. Süpermarkete gittim, oradan alabildim ancak.’ İnanmıyordum kendisine ama bu çokta önemli değildi. Suyun üstünde duran martılara tekrar baktım. İçlerinde biri kalkıyor, yavaşça suyun üzerinde yana doğru sürünüyor ve hiçbir şey olmamış gibi tekrar duraksıyordu. Bakışlarımı daha uzaklara, kara parçalarının olduğu yerlere uzatırken, bir ayakkabı sesi dikkatimi dağıttı. Hakan ayakkabı sesinin geldiği yönelerek ‘o, hoş geldiniz Nurcan hanım, biz de arkadaşları bekliyoruz’ dedi.
Düşünmeye başladım. ‘Bir elli boylarında olan kadın, altındaki topuklu ayakkabılarla normal bir kadın olduğunu mu zannediyor? Ne bu tak tak bir de ses çıkarıyor, nereye gitse milletin dikkatini çeker böyle.’ Uzatılan ele elimi uzattım. Samimiyetsiz, parmak ucuyla yaptığı tokayı kendisi de hoş görmese de, ‘bu kadar müsaadem var yabancı erkeklere’ der gibi bakışı gözlerinde sabitlenmişti. Belki de hayatının profiline sabitlenmiş bir bakıştı gözlerindeki ifade. Korkuyor olabilirdi. Evham yapıyordu. Elini hiç uzatmasa belki daha iyi olacaktı. Şule bu konuda tanıdığım en realist kadınlardan biriydi. Cinsiyeti fark etmez, eğer karşısında duran insanla tokalaşmak istemiyorsa, ellerini arka tarafta birleştiriyor, Uzakdoğu biçiminde saygıyla hafifçe başını eğerek ‘merhabalar’ derdi. Merhabalar sözcüğü bir ara rüyalarıma bile giriyordu. Hatta bir keresinde rüyamda iki gün üst üste erkek bir çocuğumun olduğunu görmüş ve çocuğumun adını ‘merhabalar’ olarak koymuştum. Birkaç gün rüya tabirine bakmamakta direnmiştim. Evet, az çok tabir yeteneğimin olduğunu bilsem de, yine de rivayet olarak daha geçerli bir tabirden okumakta fayda olabilirdi. Yalnız yine tereddüde düşmüştüm. Eğer rüyada o erkek çocuğunu seviyorsam, bir düşmanın benim zayıf anımı beklediğini ve bu ana denk geldiğinde de bana saldırıp, bana galip geleceğinden bahsediyordu. Modern bir toplumda bana savaş açacak birini tasavvur edince, ilkel insan olmanın güzelliğiyle sarsıldım. En azından bir ok ya da bıçakla vurulup, yaralanabilirdim. Mağaramda beni gafil avlayacak bir düşmanım olabilirdi ama bu çağın modernliği savaşları da komikleştirmişti. Ne olacaktı? Cüzdanımdaki para mı azalacaktı? Olmayan şey azalamazdı. Dolar mı yükselecekti? Dolarım yoktu ama her ürün de artış olması bana küresel alemin oyunu olabilirdi. Değer düşmüş paramla ortada kalabilir ve ekmek aldığım paramla sakız ancak alabilirdim. Sahi ekmek fiyatı o kadar artabilir mi diye düşünürken, sahih ekonomistlerin ekmek fiyatı konusunda temel değişkenin buğday rekoltesinde ya da buğday ithalatındaki artış ya da azalmaya dayalı olduğunu söylediği ana kadar şüphe içindeydim. Evet, ekmeğime gözünü dikmiş güçler de olabilirdi. Bırakın yiyelim. Bırakın yiyelim. Bırakın…
Acayip kokuyordu Nurcan Hanım. Parfümünün iğrenç mi yoksa hoş bir kokuya ait olup olmadığını çözemiyordum. Bir süre yanında oturunca, hatta başını göğsüne yaslayıp, öylece kalınca insan kokuya alışabilir gibi geliyordu. Sınıf öğretmeni olan Nurcan Hanım sendika konusunda bilgi birikiminden ve tecrübelerinden faydalanılmak için il sendika toplantısında özellikle ayrı bir buluşma yapmamız gerekliliğinden bahsetmişti. Hakan’ın kardeşinin işlettiği kafede toplanıp, buluşmayı yapacaktık. O gün, bugündü. Hakan buradaydı. Diğer gelmesi gereken altı kişiden daha haber yoktu. Oysa saat iki olarak belirlemiştik. İkiyi otuz iki geçiyordu. Telefonu tekrar cebime koydum ve Nurcan Hanım’a baktım. ‘Ay, soğudu havalar değil mi? Şal olmadan çıkınca boynum ağrıyor. Şunu bir çıkarayım’ derken, Hakan kafede çalışan çocuklardan birine ses etti. ‘Üç çay getirir misin Rıfat.’ Çay içmek istemiyordum. Midem yanıyordu. Kafenin çayları berbattı. Başka bir zaman buraya geliyor olsaydık, mutlaka inceden inceye çay konusunu açar ve ne kadar adice bir çay demleme şekilleri olduğundan bahsedebilirdim. Bana göre yanan midemin sebebi bu çay olabilirdi. Haksızlık ettiğimin farkındaydım ama bir yere saldırmak istiyorken, işi hep adi yoldan bitirmeyi, tekme tokat, uzlaşma olmadan, en büyük hakaretlerle sonuca gidebilirdim.
Seyfi ve Memduh ustaya başımı çevirdim. Kaynak işi bitmek üzereydi. Tek demiri yerine oturtmak iki saatlerine mal olduğu için, yarın erkenden gelip, işe devam etme düşüncesindeydiler. Bunu da uygulama noktasında pek gecikmediler. Seyfi usta dışarıda kalıp zarar görebilmesi muhtemel malzemeleri bizim oturduğumuz kapalı mekana taşımaya başlamak üzereydi. Televizyonun monte edildiği duvarın kenarında, yerde onların malzemeleri duruyordu. Kapıyı açıp, kaynak tabancasını ve makinasını içeri getirdiği ana kadar Nurcan Hanım’ın havalardan açtığı muhabbeti dinlemek zorunda kalmıştım. Neyse ki Seyfi usta aletleri içeri bırakırken, ‘biz Duran Bey’e söyledik, buraya koyuyoruz, sıkıntı olmasın’ diye Hakan’la konuşmaya başlayınca, Nurcan Hanım’ın da sesi kesilmişti. Tırnaklarına sürdüğü mor oje dikkatimi çekmişti. Gotik bir karakter gibi durmayan Nurcan Hanım’ın çok da koyu renkte olmayan mor ojesi parmağını kapı kenarında sıkıştırmış da, tırnakları morarmış havası veriyordu. O an Şule’nin mor oje süren kadınlar konusunda afili sözü aklıma gelince, gülümsedim. Ortada gülecek bir şey yoktu. Seyfi usta selam verir gibi başını eğdi. Ona da gülmüş sayılabilirdim ama bu öyle bir gülmek değildi. ‘Ben kendi cinslerimi algılamakta bazen güçlük çekiyorum. Nasıl siyah saçla güzel olan biri, saçını sarıya boyayıp imitasyon gibi ortalıkta geziyorsa, renkleri uyumsuz takınan kadınların seçimleri de o kadar itici ve iğrenç geliyor. Kadın saçlarını sarıya boyatmış, sürmüş tırnaklarına mor ojesini, altında da siyah rugan ayakkabı. Ne ayaksınız siz Allah aşkına! Komedi dükkanında rol kesiyorlar sanki!’ Şule basitliğin tanrıçası olduğunun farkındaydı ama illa süslenmek istiyorsa, bunu zevkle yapmaktan geri durmuyordu. Bir gün akşam yemeğine çıkacaktık ve ilk defa gecikmişti. Apartmanın kapısı önünde onu bekliyordum. Aşağı inince saçları önce dikkatimi çekmişti. Saçını küte benzettiğim ancak sonradan kendisinin kuaför ilmiyle açıklaması üzerine asimetrik katlarla farklı hacimler verdirerek yaptırdığı bir saç modeliydi. Boynuna çarpan hacimli saç tutamını avuçlayıp, ‘ne güzel bu böyle’ demiştim. Yemek boyunca karşımda yeni biriyle tanışıyormuş gibi onu incelemiştim. Bakışlarımdan ayrı bir haz aldığının farkındaydım. Yemek sonrası ne yapalım diye düşünürken, ‘uzun zamandır sinemaya gitmedim, bir film mi izlesek’ diye söyledim. ‘Hayır’ dedi, ‘benim daha iyi bir fikrim var.’ Nereye gidiyoruz bile diyemeden şehir tiyatro binasının önüne geldiğimizde ‘tiyatro mu, sever misin sen tiyatroyu’ demem neredeyse bir olmuştu. Sanırım ben zamanları karıştırıyor olabilirim ama ne fark eder! Sahne çocuklarındı o gece ve o gün için çok önceden bilet aldığını, bana sürpriz yaptığını koltuklarımıza oturduğumuzda itiraf etmişti. Yardım gecesi gibi bir şeydi ama meblağı yüksek bir yardım değildi. Başta daha çok çocukların sahne becerilerini geliştirmek adına düzenlenen bir gece organizasyonu gibi gelmişti. Yanılmıştım. Andersen Masallarından, Keloğlana, Aziz Nesin’in Çiçu’suna kadar değişik oyunlar sahnelenmişti. Yalnız Çiçu konusunda kaygılarımı, sahneye çıkmış ve ilk repliğiyle yalnızlığında boğulduğunu söyleyen çocuğun yılların oyuncularına taş çıkartırcasına oyunu sergilemesiyle inanılmaz mutlu olmuştum. Elbette istenilen dekorlar ya da arzu edilen süreler Çiçu için geçerli değildi ve dahası şişme kadın çocuğun hiç görmediği annesiydi. Farklı duygular içerisinde, karışmış bir haldeydim. O gece Şule’nin güzelliği bir yana, üç saat boyunca tiyatroda sıkılmadan durabilmiştim. Şule ‘beğendin mi’ diye sorduğunda, gözlerimi ondan kaçırarak ‘bu çocukları kim bırakacak evlerine, vasıta filan ayarlanmış mı’ diye sormuştum. ‘Yurtta kalıyor canım çocuklar. Özel bir program bu. Bu gece çok yoruldular. Sanırım misafirhaneye gidecekler ve yarın sabahta erkenden bir haftalık gezi programına çıkacaklar. Bir sonraki ay İzmir’de sahnelenecek bu oyun. Vaktimiz olursa orada da gider seyrederdik değil mi?’ diye cevap vermişti. Her şey bir yana, Kibritçi Kız oyununu gerçekten farksız oynayan kız çocuğunu sarıp sarmalamak, onu teselli etmek istemiştim. Bunu sanırım tiyatro salonuna gelen insanların çoğu istemiş olmalıydı ki, peçete seslerini, burun çekiş seslerini, yer yer ağlama seslerini duymuştum.
‘Fevkalade, işte geliyor arkadaşlar!’ Nurcan Hanım’ın sesiyle kendime geldim. O gece Şule’yle sarılıp, ağlamıştık. Yemekten sonra gece sevişmek aklımdaydı. Evet, bunu kendisine de söylemiştim o gece ve sanırım sevişmiştik. Et ete değmişti. Kollarıyla sarılmıştı boynuma. Yer değiştiriyor, ağlıyor ve tekrar sarılıyorduk. Öpüyorduk. Sanki birbirimizi o gece kaybedecek gibi öpüyorduk. Saçlarının kokusu değişiyor, ter ve gözyaşı karışıyor, yastık dirseklerimiz altında çürüyordu. Gece boyunca sevişmiştik. Dermanı olamayacağımız dertlerden bahsetmiştik. Dünyada bunlardan yüz binlerce vardı. Bir palyaçonun sözünü bana söylemişti o gece:’ Kimse Tanrı olamaz canım. Hiç kimse. Kimse her bir insanın yardımına koşamaz ama denemeyenlerse o var olan umut ışığını kapatırlar. Eğer çabalamayacaksan, ne diye yaşıyorsun?’ Palyaço sonuna kadar haklıydı. Umut en azından bir yolun daha olduğuna dair insanları inandırabilirdi. Bu var olmaya özgü bir şeydi. Kırılmaya müsait ama asla sonlandırılamayan bir şey. İşte herkesin o büyük günahlarıyla Alp dağlarından kayıp, soğuk suların aktığı nehirlerden insanlara çıkan tapınak. Çok uzağa gitme, burası, şu cadde, şu sokak. Everest mi uzak? Ya şu karşıdan geçen insan? Nereye çıkmak istiyorsun ki? Kalbimin en üst tahtına mı, yoksa bir dağa mı? Denizleri aşmak mı zor, korkuları aşmak mı? Uzaya mı çıkacağız, Mars’ta hayat olabilir mi? Ya şu pencerelerinde desenli perdeler duran evler. Burada mı tüm insanlar? Hangi birisinin derdiyle hemhal olabiliyoruz? Kelimeler otomatik bir silahtan farksız olamaz bu konuda. Tehlikeli bir zarafet duruyor insan olmanın keyfinde. Gözüme bakmaktan korkan gölgeme sesleniyorum. Çocukların sesleri, ciddi konuşunca ne kadar da rahatsız ediciler! Sağ tarafımda duran eski bir kürsü ve sol tarafımda ayağı bağlanmış özgürlük. Seyrediyorum buradan güneşi. Çiçekler zamanla solacak. Yeniden birbirimizi tanıyacağımız an gelene kadar hiçbir çiçek, diğer çiçekten farklı olmayacak. Aynı doğacaklar ve aynı bakacaklar milyonlarca yıldır baktığını düşündüğümüz Güneş’e. İşte bizim baktığımız o Güneş. Zaman hallerin üzerinde hatıralar besliyor. Yüzlerden öte resimler var ve daha uzaklar. Elinin arasında ancak yalnız ve daha uzak. Buradan bakınca hiçbir şey gözükmüyor.
‘Arkadaşlar, Ankara’daki arkadaşlarımız her ilin kendi il temsilci adayını belirlemesini rica etti geçen gün. Burada ben geçen gün açamadığım konudan bahsedeceğim. Hakan Bey bu konuda benim adayım. Kendisini sendikamızın il temsilciliğinde görme arzusundayım ancak bu hep beraber vereceğimiz bir karar. Aranızdan bu konuda, yani ben de il temsilcisi olmak isteyeniniz var mı? Böyle bir talebiniz varsa, elbette oylama da değerlendirilmelidir.’ Nurcan Hanım susunca karşısında oturan ve beraber künefe yemekten gelen altı arkadaşın arasında biri ‘elbette Hakan Bey konusunda itirazımız yok ama bizim içimizden, bize yakın birinin il temsilcisi olması, ne gibi yarar sağlayacaktır bizlere? Sorunlarımızın iletilmesinde, değerlendirilmesinde veya daha açık söyleyeyim, bizi ciddiye alma hususunda daha gerçekçi bir yol sunacak mıdır bize? Yoksa her şey eski usul devam edecekse, Hakan Bey’i yormamıza gerek kalmaz. Boşuna bu konu da kendisini yorma mecburiyetinde kalmaz. Haksız mıyım Nurcan Hanım?’ Nurcan Hanım konuya ilgi gösteren birini karşısında bulunca hoşuna gitmişti. Yüzündeki mimiklerden bu kolayca anlaşılabiliyordu. Elini saçlarının ucunda gezindirmemek için kendisine zor hakim oluyordu.
İşte arzular şekillendi. Baştan beri varmak istediğimiz nokta ve başladığının farkına vardığımız büyük ve yüce anın ufuklarda yakınlaştığı gelecek. Şimdi ya da geçmiş, oturup Güneş’e bakıyoruz. Dalgalar savaşırken, ıssız, yapayalnız evlerin açık kapıları arasında sıkışmış ve hayatının son nefesini vermiş yengeçlere basmama konusunda önem gösteren köpeklerin ayak izleriyle dolu kumların arasında o güzel, merhametli sessizliğin medeniyetine varıyoruz. Büyük bir deniz bu. Hangi çalgı aletinin telleri bu kadar hisli olabilir? Saçların rüzgârlar bu sessizliği kutluyor. Üç gündüz, üç koca gündüz ve dört gece, dört yalnız kalınmamış gece. Sembollerin bir şey ifade edeceği varsa da, geri duruyorlar. Odanın içi ufak, daha ufak olamaz. Bazı özel şeyler burada saklanıyor. Mesela ağzı bağlanmış poşet içerisinde duran ekmek parçası. Gerçek ev sahipleri çoktan uyumuş olmalılar ve zaman buna müdahale etmemek için direnmekten de vazgeçmiş. Süslü cümleler yerini sessizliğe bağışlıyor. Beni neden almıyorlar? Beni almıyorlar. Onu aldılar. Artık o sessizliğin içerisinde konuşuyor. Havalı bir tutam yapabilmek değiştirmişti oysa aklımı. Ölçüsüz kalıyorum burada. Dinsiz bir uşak gibiyim, istediğim mektubu yazabilirim sütunlar arasında ve satırlar hırsız bir ideacı oluverirler. ‘Beni de alın içeriye.’ Hangi mektebin duvarlarında daha büyük şevkle kaçmak istemişti ki insan? Lüzumsuz bir ses, yağlı et parçacıkları arasında hangimiz daha kavisli yalanlar söyleyebiliriz? ‘Beni de alın…’ Daha çok yalan söylemek için: Seviyor. Daha çok yalan söylemek için: Konuşuyor. Daha çok yalan söylemek için: Anladığını söylüyor. Daha çok yalan söylemek için: Meseleler bayağılaşıyor. Daha çok yalan söylemek için; bunların hepsi yalan ürünü. Kim kimi övüyor ve tahtaların bir ses tonu olduğundan hiçbir şey anlamayan kafalar, akıllı olduklarını sanmaya başlıyorlar. İşte bir ekol sahibi öncüler. Bir tarafa, siz de bir tarafa. Lambanın altında Güneş’e özlem duyuyorum. Kollarımda, kendi kollarıma sarılmanın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorum. Yapayalnız kaldım. Ne yapacağını bilemez halde ne yapmayacağını bilecek kadar da zayıf… Şimdi kalbime hangi sözün öngörüsü ilaç olabilir? Söz diyorum, sözün çabasında türlü mağlubiyetler var. Beni bütün insanlık âleminden dışarı çıkarın dese dahi, yarım saat önce öleceğini bile biri, o son saniye de tüm ömrü boyunca o an ölmeden, bir metre karelik yerde yaşamak ister. Yaşayınca tutsak kaldıkları korkunç hal; benim. Keyif çatamıyorum. Suratım binlerce yıllık asık bir surattan kaçamıyor. Düşüncelerin sahibini aramaktan önce, bulamamaktan öte ve yıldızlara. Sema burada kalkan olsun. Durdursun ancak gözlerimiz özgürlük aşkıyla baksın.
‘Hakan Bey, peki sizin fikrinizi alabilir miyiz bu konuda?’ Nurcan Hanım Hakan’la önceden konuştuğunu saklamak ister gibiydi. Hakan ılık, şekerli su gibiydi:’ Takdir sizin arkadaşlar. Bu konuda eğer talebiniz bu yöndeyse, benim olmamı istiyorsanız, sizin de belirttiğiniz gibi sorunların bir an önce merkezde toplanıp, sıkıntılara çare bulunması adına aracı olmaya çalışacağım. Tabi, önce seçilmek gerekiyor. Yani sendikamız içerisinde çeşitli grupların olduğunu, il olarak bu konuda zorlanabileceğimizi siz de iyi biliyorsunuz:’ Telefonu cebimden çıkardım. Saate baktım. Akreple yelkovan arasında yaklaşık yüz on derecelik bir açı vardı. Daha derine indim. Saat yenilgilerden sonra daha bir gerçek gelir insana. Sıralamak istedim: Yenilgiler. Kaç tane? Kim için daha acı olabilir herhangi bir insanın herhangi bir insan daha ağır olduğunu düşündüğü yenilgisi? Gerçek yenilgiyi belki de bu kıyas doğuruyor ama yenilgi gerçek bir kayıpsa, yitimse, bunun damla damla yok olmakla alakası da yok. Yok olmanın dahi gerçek bir yok olmakla alakası yok. Bazen delice hevesleniyorum. Her şey o an çözüme ulaşacak gibi hissediyorum. Nabzım artıyor. Heyecanlanıyorum. Kalbimin kendi kanımla ısındığına hayret ediyorum. Isınıyor. Ruhum ısıtıyor. Yükseliyor. Bir şey kapkara içimden yükseliyor ve beni daraltan, sıkan, boğan elbiselerden geçiyor. Düşüncelerden de daha yükseğe, bilinmeyene yükseliyor. Orada kalmalı diyorum. Orada durmalı ve gereksiz tekrarlardan uzak durmalıyım. Beni hüznün gölgesinde bulabilirsin. Acelesi olan dalgalarla işim yok. Daha sakin ve hüzünlü, yüzünü ağırca kapatıp, sesi göğse saplayıp, saklamaktan bahsediyorum. Soğuk bir şaka burada göklerden bahsetmek. Yerin dibinde yeryüzünden bahsetmek gibi. Şımarık hallerden sonra hala yükselmekten bahsediyorlar. Sesleri duymamak için yüzümü çekiyorum. İşte camların arkasında duran iki gence sormaktan geliyorum. Nerede sevginiz? (Yalan söylemeyecekler. Bilgisizler.) Ruhumun içinde ferahfeza bir mağara biliyorum. Zamanında çokça dostluk gördüğüm gözlerimle donattığım katmanların da içinde. Çekirdeğin tadından bahsediyorum. Beni burada yontabilecek birileri aradım. Baltalarla saldırsınlar. Kessinler, biçsinler. Saçlarımı tırmıklarla yolsunlar. Yenisi çıkacak. Etimi deşsinler. İşte orakla iki avucumu parçaladılar. Kalbime saplanan büyük bir balta ucu, kaburgalarımı parçalayıp sırtımdan çıktı ancak kardeşim toprağın bağrında mesut olabilirim. Billur bir mermer burada damlaların tesiri altında eriyeceği günü özlemle bekliyor. Yontul ve özüne dön. Çekirdeğinde bulacağın yüz, ne kadar da dikkatli bırakmışsın orayı. Merdivenleri kullanma. Düş. Üzerine yazıldığı, tarih atıldığı andan önce de bu düşüşü gözetlediğini şimdi itiraf edebilirsin. Nasıl söyleyebilirim esir bir kuşun artık kanatlanmayıp, olduğu yerde sonsuzluğa karışacağını. Sonlandırılmakta çok geç alınmış acının artık gideceği yer mi yoksa başladığı yer mi, o an karar verebilir insan. Haşin bir göz ve korkuyorum bakmaya. Zindan demirleri oysa ne tatlı gelmişti! Bırakma beni burada. Rüzgarla filizlerini döken ağaçlara hayranlığımdan beri kendi kökümü hatırlamakta zorlandım. Niye bir başkasına bu kadar hayran oldun ki? Burada durup kalacağım. Şuracıkta. Neden bu kadar eziyet ediyor bana? Demir diyorum. Et ete, demir demire, akıl akıla; fikirlerle fikirleri yont; Allah’ım, nasıl zayıfım, görüyorsun. Korkuyorum. Tahammül edemiyorum. İnancım burada gevşedi. Bir cilttim. Ciltler oldum ve sürükleniyorum.
‘Aaa, nereye gidiyorsunuz?’ Nurcan Hanım’ı şaşırttım. Oysa şaşıracak bir şey yoktu. Kalkıp, gitmek istiyordum. Künefe yedikten sonra, dişleri arasında gezindirdiği kürdanı hala ağzında dolaştıran adama sinir olmuştum. Hakan yanıma yaklaşıp ‘nereye’ dedi. ‘Sonra anlatırım, acil bir işim çıktı. Ben de seni destekliyorum. İnşallah yeni il temsilimiz sen olacaksın’ dedim. Gülümsedi ama yüzünün yarısı merak doluydu. ‘Arkadaşlar kusura bakmayınız lütfen, acil bir işim çıktı’ deyip ayağa kalkarken, Nurcan Hanım ‘kahve içecektik arkadaşlarla, en azından kahve içseydik beraber’ dedi. ‘Yok, teşekkür ederim gerçekten’ dedim. Kum gibi kahve içmeye niyetli değildim. Midemin yandığını hissettim tekrardan.
Varlığımı mezar taşımın ya da toprağımın dahi olup olmayacağını bilemeyeceğim mezarıma doğru çevirdim. Kimseler burada yoktu. Ayaklarıma şüpheyle baktım. Bayram harçlığı almış bir çocuk gibi heyecanla elimi pantolonun cebine daldırdım. Onun ismini gördüm. ‘Allah’tan çok şey dilemeliyim’ diye düşündüm. Tekrar korktum. Konuşacak sözüm yoktu. Benzeri şeyleri tekrar etmem hiçbir fayda vermeyecekti. ‘Sen haklıydın…’ diye yazdım ve gönder simgesine dokundum.
YORUMLAR
Sendika ne ya sendika kim kim oğlum bu sendika ne işe yarar. Sendikalıyı işten atarlar mı
sendika yöneticileri kimlerden rüşvet alır
sendikanın amacı devletimi şirketlerimi yoksa kendini mi korur.
neyse sendikaların ben.
başa dönelim çayı şuleyi nurcanı hakanı ve hepsini geçip ustalarımıza ve sana dönelim.
zor be zor iş zorluğu fiziksel olmasının yanında emeğin belli olmaması iş güvenliği yokluğu üstüne üstlük birde iki üç ahmağın burun kıvırma tavırları neyse iyiki insan fiziksel güç kullanmaya uygun.