- 650 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Rönesans Gibi Kadın...
Şair olmakla şiir yazmak arasında fark var mı sizce?
Hem de dünyalar kadar bence.
Bunca esin kaynağına bu denli bilgi ve şairlik öğretilerinin tükenmez olanağına ve dahası
sayısız şairlerin ortalığı istilasına rağmen geçmişin o efsane şairlerinin bir benzeri daha çıkmıyor neden?
Bir şairin gerçek şair sıfatını kazanabilmesi için öncelikle doğumundan ölümüne dek yaşamının her evresinde türlü mozaik tutku coşku heyecan olağanüstü özgür zengin soylu bir ruh ve zekayla özdeşleşmiş yaratıcı bir gücün kendisine sunulmuş olmasını gerektirir.
Bunun örneklerini günümüzde adları hala dillere ve gönüllere kazınmış şairlerimizde görüyoruz ne mutlu ki.
"Sabahattin Ali ve daha sonra Orhan Veli Kanık’ın sevgilisi olacak Nahid Fıratlı’ya yazdığı aşk mektupları İstanbul Müzayede tarafından açık artırma ile satışa çıkacak."
Haberi beni öylesine heyecanlandırdı ki yüreğim o an tüm sıkıntılarından arındı sanki...
Bu unutulmaz isimler yıllar önce çok genç yaşlarında aramızdan ayrılmışlardı.
Peki pek çok ünlü şairi edebiyatçıyı ve zamanın aydın entelektüel adamını kendisine aşık eden Nahid Fıratlı kimdir?
1909 yılında Girit’te doğan. İlk ve ortaokulu İstanbul’un Kandilli semtinde okuyup. Erenköy Kız Lisesinden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitiren bu genç güzel kelebekler gibi özgür uçarı ve gözü pek kızın asıl adı Bella Eskenazi idi.
Ablası ve eniştesinin Ankara’ya taşınmış olması üzerine o da yanlarına gider. Mualla Eyüboğlu ile Ankara’ya 35 km uzaklıktaki Hasanoğlan Köyü’ne birlikte gitmek ister ve orada köy enstitülerinin çabasını görür.
“O gün köy enstitülerine aşık oldum. Aklım fikrim artık bu işteydi. Burada çalışmak istiyordum. Bunun üzerine Sabahattin Eyyüboğlu’ndan rica ettim. Beni oraya gönderir misiniz, orada ne iş olursa olsun çalışmak istiyorum.”
Sabahattin Eyyüboğlu da onu İlköğretim Genel müdürü İsmail Hakkı Tonguç’la tanıştırır. Ancak Bella’nın köy öğretmenliğinden çekinirler. Gençtir, kadındır, ismi yabancıdır. Ya yarın öbür gün birileri çıkıp “Ayşe-Fatma yok muydu gönderecek?” derse ne denir!
Ama Bella kararlıdır. Israr edip durur. Sonunda Hakkı Tonguç dayanamayıp konuyu İsmet İnönü’ye açar. Daha doğrusu şöyle der: “Efendim köylere yabancı dil bilen birilerini göndersek, öğrencilerin eğitimine yardımcı olsa ama gönderecek kişi bulamıyoruz.” Bunun üzerine İsmet İnönü “Ne yani koskoca Türkiye’de öğrencilere İngilizce dersi verecek biri yok mu?” der.
Hakkı Tonguç çekine çekine “Var ama adı Bella!” deyince İsmet İnönü’nün yanıtı kısacık olur: “Ha Bella ha Ayşe ne fark eder!”
Ve böylece Bella Hasanoğlan Köyü’nde öğretmenliğe başlar ve hafta sonları da eniştesinin evine gider
Kimler yoktur ki bu şiir edebiyat mabedinde verilen dost yemeklerinde oturulan bu çok özel masanın etrafında.
Orhan VELİ de bunlardan biridir.
O günleri şöyle anlatır Nahid Fıratlı. “Orhan Veli’yle o yemeklerde arkadaş olduk. Çok şıktı. Kıyafeti azdı ama çok hoş giyinirdi. Alkolik düzeyinde rakı içerdi ama tek taşkınlığını görmedim. Hatta hayatımda gördüğüm en terbiyeli insandı. O kadar çok içki içenini gördüm onun gibi ölçülü birine rastlamadım. Bir araya geldiğimiz bu toplantılarda hep birlikte yemekler yenir, sohbet edilir, çok güzel tartışmalar yaşanırdı. Entelektüel sohbetlerdi bunlar. Bir süre sonra ben başka bir odaya geçerdim. Çünkü sınavlarım vardı, aklım derslerimdeydi. Sessizce bir kenarda ders çalışırdım. Orhan Veli de yanımda dururdu. Daha doğrusu ben nereye gitsem, o da yanıma gelirdi. Ben sessiz biriydim ama o benden de sessizdi. Ben ders çalışırken yanımda sessizce durur ya şiir yazar ya da resim yapardı. Çok güzel resim yapardı. Mesela evimizde ‘Metamorfoz’ isimli bir tablo vardı, onun aynısını yapmıştı. Bu arada diğer herkes öbür odada sohbet ederdi.”
Daha sonra dostlarından birinin “Sizin için şiirler yazmış doğru mu?” diye sorması üzerine “Doğru” diyor ve başlıyor anlatmaya: “Bir gün defterimi istedi ve başladı yazmaya, sonra da ‘Al bakalım düşes’ dedi, bana ‘düşes’ derdi: ‘Size şiir yazdım.’ Baktım, ‘Sereserpe’ şiiri!” Elbette çok etkilendim, şaşırdım”der.
Ama bir gün hep birlikte otururken Nahit Hanım aynı dostuna döner ve ‘Orhan Veli benimdir, kimseye kaptırmam’ der.
İlk eşi, milli eğitim müfettişliği ve Devlet Güzel Sanatlar Müdürlüğü gibi görevlerde bulunan eğitimci Halil Vedat Fıratlı idi. İlk eşinden ayrıldıktan sonra ikinci evliliğini (1955) yılında şair Arif Damar’la yaptı.
İki evlilik arasında Orhan Veli ile bir ilişki yaşadı. Onun şiirlerinin ilk okuyucusu oldu. Bu ilişki, 1950 yılında şairin ölümü ile son buldu.
Yaprak dergisinin çıkmasında, maddi manevi katkıları oldu. Orhan Veli ölmeden önce içinde daha önce hiç yayınlamadığı şiirleri de bulunan iki şiir defterini "öldükten sonra yayınlaması ricasıyla kendisine teslim etti.
Evi, ömrünün son günlerine kadar yazar ve şairlerin toplantı mekanı oldu. Edebiyatçılar, onun cuma sofralarında bir araya geldi.
Türk edebiyatında, Can Yücel, Sabahattin Ali, Edip Cansever, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dranas, Orhan Veli, Ece Ayhan, Turgut Uyar ve Cemal Süreyya gibi bir çok isimle kurduğu yakın dostluk ilişkileriyle tanınandı. 17 Mayıs 2002 tarihinde, 93 yaşında öldü. Feriköy Mezarlığı’na gömüldü.
________________________________________
HAKKINDA YAZILANLAR
Şairlerin mıknatısı toprağa karıştı...
Nahid Fıratlı, 93 yaşındaydı.
İSTABUL - Nahid hanımı kaybettik. Artık yok. O ünlü cuma sofraları da yok. Cumartesi günleri baş başa verip kaynattığımız, dedikodu yaptığımız saatler de yok. Şimdi biz, nereye kadar varız? O bizim öğretmenimizdi.
Huysuz, hırçın olduğu için. Arif’e medeni bir bağlılığı vardı, saygılıydı. Arif de kibar olduğu için.
Düşünüyorum da, huysuzları ve hırçınları, galiba, çok severdi. Yani hepimizi. Şairlik de zaten, nedir ki, huysuz ve hırçın olmaktan başka...
Sofrasının zaman zaman suiistimal edildiği olmuştur. Yaşlı bir hanımın evinden bir saatte kalkıp gitmek gerekir değil mi! Şunu söylediğimi hatırlarım: "Hadi, gidin artık." Giderlerdi. Ben, sofrayı toplardım. Sonra, oturur, konuşurduk. Sarhoş olduğumu ve sonradan hatırlamayacağımı bildiği
için, bana her şeyi anlatırdı. Anlattı.
Ertesi gün, "Ben bir şeyler biliyorum ama ne?" derdim kendi kendime.
Cemal Süreya’yı ağlarken gördünüz mü? Ben gördüm. Nahid hanımın evinde. Ağlatmadık ki, kendisi ağladı, çocukluğunu hatırladı.
Hiçbir öğrencisi Nahid hanımı yalnız bırakmadı. Bunlara, Can’ın ikizi Canan hanım dahil. Diyelim ki, bu zamanlar, cuma akşamlarının, cümbüşlü, hakikaten cümbüşlü, şarkılı, dedikodulu, o haftanın siyasi durumu, yeni çıkmış bir şiir ile dolu zamanları.
Telefonu olmadı. Herhangi bir müzik aleti olmadı. Zaten, şarkıları bizler söylüyorduk. Zaten, randevuları, kim ne yapmışları, bizler iletiyorduk. Telefona gerek yoktu. Bir de, cumartesi günleri, rakı içmezken Ankara’nın iğde ağaçlarını konuşurduk.
Bir de, bunlar var. Kütüphane gözlerimin önünde: Yılmaz Güney, Che Guevera resimleri... O zamanlar yetmiş yaşındaki bir hanımın evinde.
Nahid hanım, ’adam’ severdi.
Dostlarını severdi. Aşklarını severdi. Arkalarında durdu. Mertti.
Hepimizi besledi. Hepimizi sevdi. Toprağı bol olsun. Ruhu şad olsun. Ki olacaktır. Zaten, kavuştu aşkına. Hepimizin başı sağ olsun. Cumhuriyet, temel direklerinden birini kaybetti.
Birçok şairin âşık olduğu kadın
Sabahattin Ali’den Can Yücel’e, Cahit Sıtkı Tarancı’dan Edip Cansever’e ve kendisi için çok özel anlamı olan ’garip’ Orhan Veli’ye kadar pek çok şairi kendisine âşık etmişti.
Sabahattin Ali’nin “Melankoli” Şiirini ona ithaf ettiği bilinir mektuplarının yanı sıra.
Şair olmak şiir yazmak kadar kolay olsaydı…
Canım Sabahattin Ali iyi ki varsın. İyi ki hepiniz varsınız.
Sizler olmasaydınız ne şair adamlar olurdu ne de sizlere hem esin perisi hem hocalık etmiş olan Rönesans gibi kadınlar…
Sevgi özlem ve minnetle…