- 861 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KONTROM’LU DELİ ALİ
Doksan üç harbi bitmiş, kaybedilen topraklardan Anadolu’ya göçler de ilk yıllara göre azalmıştı. Harp tazminatı olarak verilen Batum ve çevresinde de durum aynı idi. Ruslar işgallerini tamamlamış, kendilerine göre yönetimlerini de kurmuşlardı. Maşaları Ermeni komitecileriyle yöre halkına baskı yaparak göçe veya asimle olmaya zorlamaları ise giderek artıyordu. Yöre halkı; imamların, ozanların ve ileri gelen kişilerin çabaları ile birlik ve beraberliklerini pekiştirmeye çalışıyorlar, Osmanlı’nın kısa süre içerisinde kendilerini kurtaracağı iman ve inancı ile morallerini yüksek tutmaya gayret ediyorlardı.
İşgalcilerin bu baskılarına rağmen, topraklarını terk etmeyenler de vardı. Bunlardan birisi de Ardanuç’a bağlı Kontrom (Yolağzı) Köyü halkı idi. Bu köyün halkının çoğunluğu, liderleri Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra Kafkaslardan göç ederek bu köye yerleşmiş ailelerdi. Burada evlerini, ahırlarını, cami ve medreselerini zorluklar içinde yapmışlar ve cami önüne kadar karşı ormandan pohrenk (ahşap boru) ile su dahi getirmişlerdi. Tarım ve hayvancılık yaparak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Köklerinden koparılmanın acısını çok iyi bilen bu insanların bir diğer acıları da savaşa gönderdikleri evlatlarından bazılarının geri dönmemesiydi. Köylünün gözü yollarda kalmıştı. Yolu gözlenenlerden birisi de Hocagiller’ den Yüzbaşı Osman’dı.
Zaman akıp giderken 1895 yılının bir kış ayına gelinmişti bile. Çadır Dağı eteklerinde kurulu olan Kontrom sessiz bir beyazlığa bürünmüştü. Evler yarıya kadar kar altındaydı. Karşıki yoldan atlılar geçmez, kuşlar bile uçmaz olmuştu. Yalnızca beyaz örtü altından göğe yükselen dumanlar, burada yaşam olduğunu belli ediyordu. Bu soğuk gecelerin birinde; Hocagillerin evinden yükselen bir çığlık, beyaz sessizliği bozuyor, imam Akif’in kardeşi Dursun’un oğlu dünyaya “Merhaba” diyordu. Adına Ali dediler. Yıllarca bebeğe özlem duyan aile, küçük Ali’yi el bebek gül bebek büyütmeye başladı. Bir müddet sonra kardeşi Mevlüt de dünyaya geldi ve beraber büyümeye başladılar. Ali beş yaşlarındayken amcası vefat etti. Babası köy imamı olarak seçildi.İmam, aynı zamanda medresede okutmanlık da yapıyordu.Babası, bilgisi ve güzel sesi ile halkın sevgisini kazanmış “Molla Dursun” diye anılıyordu.. Daha sonra Ali’nin Güllü, Şahan ve Fadime adlarında kız kardeşleri de dünyaya gelecekti.
Küçük Ali ve kardeşi medrese çağına geldiklerinde; iki kardeş medreseye gitmeye başladılar. Kardeşi Mevlüt derslerinde daha başarılı ve sesi çok güzeldir, Babası ve amcasına çekmiştir. Halkın inancı, ileride babasının yerini tutacağıydı. Ancak Ali için aynı şey söylenemezdi. O, ele avuca sığmaz hareketli ve afacan bir çocuktur. Harman yerlerinde arkadaşları ile koco, mile oynar, kışın kar üstünde kızak kayar, kartopu oynardı. Otlaklarda hayvanlarını otlatmaya, dağda ve kırda gezmeye can atardı.
Günler bu şekilde geçerken; Ali’nin on iki yaşına bastığı sıralarda; köye iki Rus jandarması gelir. Kendilerini Barevan’daki karakollarına götürecek birer at isterler. İstemeyerek de olsa atlar verilir. Geri getirilmesi için de at sahipleri Şaban Ağa oğlu Yusuf ile Küçük Ali görevlendirilir. Birlikte Demirciler Mahallesini geçtikten sonra Ali, jandarmaların hareket ve konuşmalarından kötü niyetli olduklarından şüphelenmeye başlar. Yol arkadaşı evli ve küçük çocukları olan Yusuf Ağa’ya geri dönme teklifinde bulunur, ikna edemeyince tek başına geri döner. Babası oğlunu bu şekilde görünce kızar ve “Bu çocuk akılsız mı? Deli midir? Nedir?” diye köy ortasında avaz, avaz bağırır. Gururu kırılan Ali,“Baba atın oğlundan daha mı kıymetli?” der ve ağlar. Sonrasında Yusuf’tan hiçbir haber alınamaz. Ali haklı çıkmıştır, ama adı “Deli Ali” olarak kalır.
Ali,ilerleyen zamanda; uzun boylu, beyaz tenli, atletik yapılı, çevik ve yakışıklı bir genç olmuştur. Ata binmesini daha da ilerletmiş, cirit oynamada, papak kapmada rakip tanımaz ve düğünlerin aranan ve sevilen gözü pek bir delikanlısıdır artık. Babası imamlık görevini sürdürürken kendisi de tarım ve hayvancılık ile uğraşır, Kars’a ve Ardahan’a meyve, tütün götürür, tereyağı veya peynir ile takas eder, bazen de Berta Yayla’sından aldığı hayvanları besler, semirtir ve Ardahan pazarında satarak evine katkıda bulunurdu.
O sıralarda Rusya ile bir savaşın çıkacağı haberi, halk arasında dalga, dalga yayılmaya başladı. Halk kurtuluş günün geldiğini düşünerek sevinmeye ve hazırlıklar yapmaya başlamıştı.Sonbaharın bir gününde; Osmanlı gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa yetkililerinin isteği üzerine, eli silah tutan Kontrom erkekleri Ardahan’ı kurtarmak için yola düşerler. Bilbilan Yaylası üzerinden ulaştıkları Ardahan yakınındaki bir köyde; diğer yerlerden gelen gönüllüler ve bir kıta asker ile toplanırlar. Yaptıkları ani bir baskın ile Ardahan’ı düşmandan kurtarırlar. Şehrin dışında mevzilere yerleşerek Sarıkamış üzerinden gelecek Osmanlı Ordusu’nu beklemeye başlarlar. Niyetleri burasını orduya teslim edip Kars’ı da kurtarmaktır. Ancak bir hafta sonra;1914 yılı Aralık ayının soğuk bir gecesinde ani bir baskına uğrarlar ve makineli tüfekleri karşılarında görürler. Kendilerinde ise kuş tüfeği veya Filintalar vardır.Yapılan savunmada;gönüllü ve askerlerden binlercesi şehit verilir. Şehitlerden birisi de Ali’nin kardeşi Mevlüt’tür. Kendisi ise cephanesi bitince, ölü taklidi yapmış ve bir arkadaşı ile ölümden kıl payı kurtulmuştu. O kargaşada sol kaşının üstünden alnını sıyırıp geçen merminin farkında bile olmamıştı. Gönüllüler çil yavrusu gibi dağılmış, asker de düzensiz bir şekilde şehri terk etmişti. Sağ kalanlar, diz boyu karlı yaylaları aşarak, acılar içinde evlerine dönmüşlerdi. Evlatlarını kaybedenlerin feryatları çok hazindi. Bu olaya “Ardahan Bozgunu” dediler.
Kontrom’un ileri gelenleri; gördükleri vahşeti köylerinde de yaşamak istemiyorlardı. Artık göçmekten başka çareleri yoktu. Bazı ev eşyalarını Korh Mağarası’na gizlediler. Bazılarını da kızaklara, atlara yüklediler. Uzunçayır üzerinden Bice Köyü’nden geçen top yoluna indiler. Başka yerlerden gelen kâfilerle birlikte Berta Köprüsü’nden geçtiler, Harhan yolu ile Yusufeli önünden Anadolu’nun içlerine doğru yürüdüler, yürüdüler… Bu olaya da “İkinci Kaçakaçlık” denildi. O kışı Merzifon’da geçirdiler. Orada Molla Dursun’nun amca oğlu vefat etti, Yetim kalan üç çocuğundan ikisini yetimhaneye verdiler. En büyükleri olan Veysel ve annesi ise Deli Ali’nin ailesinin yanında kaldı.
Merzifon Ovası’nın beyaz örtüsü erimeye yer,yer toprak görülmeye başlaması; ilkbaharın geldiğini gösteriyordu.Toparlandılar ve tekrar yollara düştüler. Ankara’ya ulaştılar. Burada da talihsizlikleri, peşlerini bırakmadı; şehirdeki kalabalıkta Ali’nin kız kardeşleri Güllü ve Şahan kaybolmuş ve yıllarca itina ile sakladıkları, Yüzbaşı Osman’ın emaneti, Şeyh Şamil armağanı kılıç çalınmıştı. Halbuki Deli Ali, kılıcı bir kutsal emanet gibi, göç boyunca belinde gururla taşıyor ve kafileye koruculuk yapıyordu. Sırtına astığı tüfeği, bel ve çapraz fişekliği ile kıratı üzerinde kendisine başka bir hava, kafilesine de güven veriyordu. Kıratını ileri geri koşturarak; hastalara, yaşlılara ve çocuklara yardımcı oluyor, herkes tarafından sevilip sayılıyordu. Kafile başkanı, babasının medrese arkadaşı Molla Ali’nin yanına sık sık gitmesi sonucunda; Molla Ali’nin kızı Mahbup ile aralarında bir sevgi bağı oluşuyordu. Mahbup uzun boylu, kara kaşlı, karagözlü, güzel, hamarat ve akıllı bir kızdır. Evlenme çağındaki bu iki genç, yerleşecekleri yerde kendi yuvalarını da kurmayı arzu etmekteydiler.
Yerel yöneticiler, kafileyi Konya’nın Çumra ilçesinin Batum (Beylerce) Köyü’ne yönlendirirler. Oraya giderek devletin kendilerine verdiği bahçeli evlere yerleşirler. Ekip biçmeleri için köy çevresinden tarlalar da verilir. Ancak yerleşimden kısa süre sonra; Ali’nin babası Molla Dursun ve annesi Sultan Hanım üzüntülerinden yatağa düşerler ve kısa zaman sonra vefat ederler. Ali kundaktaki küçük kız kardeşi Fadime ile yalnız kalır. Yakın komşusu, bitişik evdeki çocuk yaştaki Veysel ve annesidir. Bu iki amca çocukları; ev ve tarla işlerinde birbirlerine yardımcı oluyorlardı. İşlerini yoluna koyduktan sonra Ali, sevdiği kızı Mahbup’u istemek için aynı köydeki kızın babası Molla Ali’ye elçiler gönderir. Ancak aileden ret cevabı alır ve beyninden vurulmuşa döner. Zira Molla Ali’ye ve büyük oğlu Rıdvan’a karşı saygıda hiç kusur etmemiş, bir isteklerini iki etmemişti. Ayrıca diğer ağabey Veysel ile de samimi arkadaştır. Ret edilme nedenini bir türlü anlamamıştı.
Durumu konuşmak için Mahbup ile bir yerde buluşur. Ali’nin teklifine Mahbup “Ailem izin vermezse olmaz” deyince başörtüsünü başından sıyırıp alır. Mahbup “Ola Deli!..Seni seviyorum, derhal geri vermezsen, sana eş olmam, bilesin” der. Ali hemen geri verir. Başörtüsünü kapıp evine koşan Mahbup, annesine durumu anlatır. Olay, birkaç kişi tarafından da görülmüştür, haber köyde dalga, dalga yayılır. Zamanın örf ve adetlerine göre baş örtüsü alınan kız, namus ve iffetini kaybetmiş sayılır, kimse onu eşliğe artık kabul etmezdi. Mahbup’un isteği üzerine aile, evlenmelerine razı olur. Basit bir dini tören ile evlenirler. Ancak Molla Ali ve oğlu Rıdvan bu evliliği içlerine sindiremezler. Eski köylerinde imamların, muhtarların Hocagillerden seçilmesi ve bu ailenin saygınlığından ötürü eskiden beri duydukları kıskançlık, bu olay ile Ali’ye karşı kin ve nefrete dönüşür,Ali’ye gizliden gizliye diş bilerler. Ali ise sevdiği kızı almanın mutluluğu içindedir ve hiçbir şeyin farkında değildir.Eşi ile birlikte bahçesinde, tarlalarında çalışır,çalışır...Ürettiği buğdayını satarak para kazanır,bir zaman sonra da aşkının meyvesini de kucağına alır.İlk çocuğu İskender dünyaya gelmiş ve acılarını unutmaya başlamıştır.
Kontrom’dan göç edeli üç sene kadar olmuştu. Batum ve çevresinden Rusların çekildiğinin haberini alırlar. Yeni yerlerinden memnun olmayanlar geri dönmeyi düşünür, bazıları ise istemez. Geri dönmeyi isteyen Molla Ali ailesi, hazırlığa başlar. Ali geri dönmek istemiyordu. Ancak babası ve kardeşlerinden ayrı kalmak istemeyen eşini kıramaz ve hep birlikte tren ile İstanbul’a, oradan da vapur ile Batum’a geçerler. Köylerine yerleşerek, mağarada sakladıkları ev eşyalarını taşıyarak, evlerini kullanacak hale getirirler. Bu sıralarda 1. Dünya Savaş’ı tüm şiddeti ile devam etmektedir. Ali askere alınır. Galiçya Cephesi’ne gönderilir. Savaş bittiğinde İstanbul’a gelir. Batum’a gitmek için bindiği vapurda kendisine bir kamara dolusu kadın ve çocuk teslim edilir. Onları Batum’da ilgililere olaysız bir şekilde teslim eder. Ali köyüne döndüğü zaman aynı köyde oturan kayınpederinin; lalans, Nennar çayırları ve Pantalığındibi Tarlasının yarısı ile Uzun hozan çayırının tamamına el koyduğunu görür. Geri almak için ne gücü, ne de şikayet edecek bir makam vardı. Çünkü o sıralarda Batum ve çevresini bu defa da İngilizler işgal etmişti. Kendisi cepheden cepheye koşarken atadan dededen kalan malları yağmalanıyordu. Bir ara Batum’da hayvanlarını satarak manifatura getirmişler, Şavşat ve Ardanuç esnafına pazarlamaları için bırakmışlardı. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Kurtuluş Savaşı başlayınca, Ali de tekrar askere alınır ve Ardanuç’ta jandarma onbaşısı olarak göreve başlar. Düzeni sağlamanın yanında cephelere asker gönderilmesi çalışmalarında da bulunur. Seferberlik ilan edilince de esnafa dağıttıkları manifaturanın bir kısmını ilgililere teslim ederler.
Mart, 1921 yılından Türk askeri Ardanuç’a girdiğinde; yıllarca eziyete uğrayan halk ayaklanır, işbirlikçiler ile Ermenilere saldırır. Rus bina ve kışlaları ateşe verir, yağmalar. Ali görevi gereği bu eylemleri durdurmaya çalışanlar arasındadır. Kurtuluş Savaşı tamamlanıp Cumhuriyet kurulduktan sonra, aralıklarla sekiz yıl sürdürdüğü askerlikten terhis olur.
Köyüne dönen Ali,tarım ve hayvancılık yapmaya başlar. Bir gün, öşür vergi tahsildarları evini basar, samanlıkta sırket ( kaçak) iki çuval arpa bulunur. Jandarmalar tarafından Irmaklar karakoluna götürülerek cezalandırılır. Başka bir gün de; köyünde Emo Usta’nın arı kovanlarından bal çalınır, petekler söner. Jandarmalar olay yerinde bir çakı bulur. Bulunan çakının Ali’ye ait olduğu anlaşılır. Karakola götürülerek hapse atılır. Ali bu durumlara akıl sır erdiremez, oysa kovanların yakınına bile gitmemiştir. Bir kaç gün önce kaybolan çakı, orada ne işi vardır diye düşünür. Benzer olaylar devam eder. Bu olaylarla ilgisi olmadığını anlatsa da köyde kimseyi inandıramaz. Kötü şöhretinden dolayı kayınpederi ve kayınları eşini ve oğlu İskender’i elinden alması üzerine kimsesiz bir kızla evlenir. Durumu kabullenemeyen Mahbup Hanımın kız kardeşi babasına “ Ablamı, Deli Ali’ye tekrar vermezseniz iftiralarınızı karakolda anlatacağım” diye tehdit eder. Paniğe kapılan aile kızlarını yeni hanımını boşama şartı ile Ali’ye geri vereceklerini söylerler.Ali de yeni hanımını Anaçlı Köyünde birisine teslim ederek eski eşi ve oğluna kavuşur..
Zaman ilerledikçe Yusuf, Hüseyin adlı iki oğlu ile Altın adlı bir de kızları olur.Soyadı Kanunu yürürlüğe girince; köye gelen memur,Ardahan Savaşı’nda ölümü pahasına mevzisinde durduğu için kendisine “Durmuş” soyadının verilmesini uygun bulur.Adı
çevresinde aynı kalsa da resmi işlerde ismi “Ali Durmuş” olmuştur. Bu soyadı tüm çocukları ve torunları şerefle taşır.
Ali, nezaretlere, hapishanelere düşerken aile yoksullaşır. Çocuklarına giysi alacak olanaktan bile yoksun kalırlar. Torunlarının bu durumunu içine sindiremeyen(!) Molla Ali, bir gün parasını sonra almak şartı ile giysilik alır.Bir müddet sonra parasını alamayınca gerçek arzusunu gösterir ve ailenin; büyük bir divan keçesi,iki adet bakır su güğümü,bir adet kahve el değirmeni ve bir semaver gibi önemli ev eşyalarını kendi evine taşıttırır. Ali evine döndüğünde sinir krizleri geçirse de elinden bir şey gelmez. Halbuki bu eşyaları Arif Onbaşı İstanbul-Tophanede çalışırken dönüşünde getirmiş, dedesinin birer emanetiydi. Köydeki diğer ailelerden de bu şekilde gasp ederek aldıkları ile köyün en fakir ailesi olan Molla Ali ailesi, köyün en zengin ailesi haline gelir. Kurnazca tavırları ile de jandarma, kolcu, tahsildar ve bakımcı gibi memurları da etkisi altına alır. Artık kılıcının iki yüzü de kesmektedir. Halk arasında ise “Harami” diye anılır.
Bir gün yine jandarmalar gelip Ali’yi karakola götürürler. Ancak bu sefer elleri bağlı ve zorla değil, sevinç içinde gittiğini gören, köy halkı meraklanır. Büyük kayınbiraderi Rıdvan çeşmede güğümlere su doldurmakta olan kız kardeşi Mahbup’a “Seninkini yine karakola götürdüler, haberim yok, ne yapmış ki? Diye sorar. Mahbup da “Öncekilerden haberin var mıydı ki”? der. Bu konuşmayı duyanlar iyice meraklanırlar. Ali’ye karakolda “Kayıp kız kardeşinden telefon geldi. Seni Beykoz’da bekliyor “ derler ve bir adres verirler. Ali yıllar sonra bir kız kardeşini bulmanın sevinci içindedir. Birkaç gün sonra Batum’da vapura binip. İstanbul’a doğru giderken; uzun yolculukta başına gelenleri çözmeye çalışır. Eşinin, ağabeyi ile olan konuşma şeklini, kayınbirader Rıdvan’ın; olaylardan önce Hırlak Ahmet ile gizli, gizli konuşmalarını ve pek içli dişli oluşlarını,her nezaret veya hapishaneden çıktığında karşısına dikilip “Kodes nasıl?, Kodes”? diye sırıtmalarını hatırlar ve çözmeye çalışır. Neticede, “Bu işleri Rıdvan planlıyor ve Hırlak Ahmet’e yaptırarak benim üzerime atıyorlar, bu şekilde benden öçlerini alıyorlar ” diye olayları çözer. Verilen adreste kayıp kız kardeşlerinden Şahan’ı bulur. Bir subayca evlat edinilen Şahan, Nazım Karagöz ile evlenmiştir. Yaşadıkları olayları birbirlerine anlatarak kardeş olduklarını anlarlar. Ali kız kardeşinin yanında fazla kalamaz. Çünkü oğlu İskender’i evlendirecek, Hırlak Ahmet’e hesap soracak, olayları ifşa ettirecektir.
Köye dönüşünden bir müddet sonra oğlu İskender’i halasının kızı Feryaz ile evlendirir. Bir gün Korh tarlasında gördüğü Hırlak Ahmet’e olayları sorar ve aralarında kavga çıkar. Ama Hırlak Ahmet korkusundan olayları açıklayamaz.
Ali, nerede bir olay olsa karakola götürülür, işkence edilerek sorgulanır, nezarete veya hapse atılır duruma gelmiş, karakolca artık mimlenmiştir. Kaça kaçlık, savaşları, yakınlarını kısa aralıklarla kaybetmesi ve nihayet başına gelen bu olaylar akli dengesini bozmuştur. Konuşmaları ipe sapa gelmez şekildedir. Bir olay anlatırken yarım bırakır, başka olayları anlatmaya başlar. “Kontromlu Deli Ali” diye kötü şöhreti çevre köylere yayılır. Başta kayınbirader Rıdvan olmak üzere; insanlar kendisi hakkında rencide edici öyküler uydurmaya başlarlar. Sohbetlerde en çok konuşulan kişi olmuş, radyo ve televizyonun olmadığı o günlerde hakkında uydurulan dedikodular, halkın tek eğlencesi haline gelmiştir. Bu sıralarda oğlu İskender’in iki kızı bir oğlu dünyaya gelmiş, 2. Dünya Harbi çıktığı sıralarda da Edirne sınırına oğlu İskender’i askere göndermişti.. İkinci oğlu Yusuf ise Beykoz’a halasının yanına gitmiş,bir müddet sonra eşi Mahbup Hanım da vefat edince,Ali tekrar yalnız kalmıştı. Daha sonra Hüseyin de Beykoz’a yerleşmiş, kızı Altun da Irmaklar Köyü’ne gelin gitmiştir. Ali,oğlu İskender terhis olduktan sonra kendisine ayrı bir ev açmış, Cevizli Köyü’nden Yeter isimli bir hanım ile evlenmiş ve ondan Celal isimli bir oğlu daha olmuştur. İlk eşinin sevgisini bu hanımında bulamaz, yakınırdı. Bir gün komşuları ile otururken söylediği;
Alma kadının dulunu,
Peşine gelir kulunu.
Senden yer, senden içer,
Yine sana sorar pulunu.
Şiir, uzun süre ağızdan ağza dolaşmıştı.
Zaman bu şekilde akıp giderken; bir yaz günü Beykoz’da çalışmakta olan oğlu Yusuf, köyde sevdiği kız ile evlenmek için köye döner. Bol miktarda çeyiz getirmiştir. Ağabeyi İskender ile güzel bir ev inşa ettirirler. Yusuf sevdiği kıza elçiler gönderirse de babasının kötü namından dolayı ret cevabı alır ve tekrar Beykoz’a döner,orada Munise Hanım ile evlenir.Bir gün de, büyük oğlu İskender’in “Baba!.. Artık bu işleri bırak,kimsenin yüzüne bakamaz olduk” sözü üzerine “ Oğlum olarak sen bile bana inanmıyorsun,bu işlerin hepsi iftiradır,kimse bana şahitlik yapmıyor,herkes güçlüden yana, ama Allah şahidimdir.Ben onları Allah’a havale ettim.Burada onlar ile hesaplaşamadım,Allah’ın huzurunda hesaplaşacağım.Yalnız bunu yanlarına bırakmayacağım,köyü ateşe verip yakacak ve karşı Kavaklıkta garmoni çalıp oynayacağım” diyordu.Daha sonraları; babalarının bu köyde rahat olamayacağını anlayan çocukları,babalarını Beykoz’a götürmeye ikna ederler..Orada şehir hayatına alışamayan Ali, daha sonra Akyazı’nın Kuzuluk Köyü’nde bahçeli bir ev ve tarla satın alarak ailesiyle oraya yerleşir. Kafkas göçmenlerinin kurduğu Kuzulukta iftiradan, fitneden uzak, huzur içinde yaşamaya başlar. Eski köyünde ise her olayda; jandarma tarafından tekrar, tekrar aranır. Köylüleri, eski komşuları o zaman Ali’ye iftira atıldığına inanmaya başlarlar.
Molla Ali ve oğlu Rıdvan Ağa ise; arazilerini satarak, Çumra Beylerce Köyü’ne geri dönerler. Bir müddet sonra Ali’nin büyük oğlu İskender de arazisini satarak Beykoz’a ailece yerleşir, bakkallık yaparak çocuklarını okutmaya başlar. Molla Ali’nin vefatından sonra Rıdvan Ağa köyüne geri dönmek ister, ancak arazisinin yeni sahibi araziyi geri vermez. Bunun üzerine Baratlı’da bir ev ve arazi alarak ailesiyle oraya yerleşir. Bu göçler ve satışlar neticesinde o güçlü aile yoksul düşmüş, artık arabalarını dağdan aşıramaz olmuşlar, geldikleri seviyeye inmişlerdi. “Alma mazlumun ahini, çıkar aheste, aheste” diyen atalarımız yine haklı çıkmıştı…
Deli Ali, Kuzulukta huzurluydu ama geçmişi de unutamıyordu. Kendine yıllarca acı çektirenleri bir türlü af edemiyordu. Köyü yakma fikri aklından hiç çıkmıyor, içi içini yiyordu. Birçok defa eski köyünü ziyaret etti, eski komşularından yakın ilgi ve saygı görüyordu. Tarlaları, çayırları ve otlakları geziyor; soğuk pınarlardan su içerek özlem gideriyordu. Askerlik yaptığı yerleri, Cehennem Deresi’ni, eski Rus kışlasını, Ardanuç Kalesi’ni geziyor ve o günleri yeniden yaşıyordu. Kuzuluk Köyü’ne döndüğünde ise; içindeki kurt “Kontrom’u yakmazsan, gözlerin açık gidersin ha!.” deyip duruyordu. Yetmiş yaşlarına geldiğinde sonbaharın bir gününde Kontrom’a gizlice gidecek ve köyü kesinlikle yakacaktı. Düşüncesini kimseye söylemeden köyün yolunu tuttu. Akşamın alaca karanlığında köye girer, elindeki çıraları içi kuru ot dolu iki samanlığın dar aralığına yerleştirir. Getirdiği benzini samanlıkların ahşap duvarlarına döker..Artık tüm köyün yanması, bir kibrit çöpünün yanmasına bağlıdır. Zira yazın sıcağında ahşap evler, ahırlar, içi ot ve saman dolu samanlıklar çıra gibi olmuşlardır. Çadır Dağı’ndan esen rüzgâr ile alevlerin dansı, ortalığı cehenneme çevirecek durumdaydı. Ali kibriti eline alınca; elleri titremeye, vücudu terlemeye ve kulakları uğuldamaya başlar. Hıçkırarak ağlar da ağlar… Kendisine havlayan köpekleri, olay yerine gelen halkın bağırmalarını duymuyor, ağlamaya devam ediyordu. “ Ben, kimlerin suçunu, kimlerden çıkarmak istiyorum” diye söyleniyor ve hala ağlıyordu. İki samanlığın dar aralığındaki giriş ve çıkışlarında toplanan halk arasından öğretmen Şükrü Dursun, havaya bir el ateş eder ve “Hemşerim!..Oradan çık, yoksa ikinci kurşun sanadır” diye bağırır.. Ali tabanca sesi ile irkilir. ”Bana su getirin” diye ses ver.. Bu sesi herkese tanır Köpekler uzaklaştırılır, getirilen soğuk su ile başını ve yüzünü iyice yıkar, kendine gelir. Orada köylüsünü bağışladığını, ,kendisinin de kuş gibi hafiflediğini hisseder. Olayla ilgili ne kimse ona bir şey sorar,ne de o bir şey söyler. Birkaç gün sonra köyüne geri döner.
Bir müddet sonra İstiklal Madalyası verildiği haberini alınca oğlu Yusuf’a vekalet vererek, madalyasını getirmesi için Ardanuç’a gönderir. Çok sevdiği devleti kendisini hatırlamıştı, mutluluktan uçuyordu. O yaz günü kuşluk vakti;evinde pencerenin önünde oturmuş,gelen geçenleri izlerken,bahçe kapısından kendisine doğru kalabalık bir gurubun geldiğini anladı.Gelenler oğulları gelinleri ve torunları idi.Büyükten küçüğe doğru hepsi elini öptü.çok çok mutlu günüydü.Bahçede meyve ağaçları altında,çimenlerin üstünde masalar donatıldı.Yemek Artvin Müziği eşliğinde başladı.Bir ara müzik sustu,oğlu Yusuf kısa ve güzel bir konuşma yaparak,madalya takma onurunu;ailede ilk defa yüksek öğrenim görmekte olan torununa verdi.İstiklal Madalyası alkışlar arasında göğsüne takıldı.Ali madalyasını parmakları ile tuttu,en nadide çiçeği okşar gibi sevdi.Gözlerinden yaşlar akıyor,mutluluktan ağlıyor,ağlıyordu… Ama madalyasını dünya gözü ile göremedi. O sıralarda gözleri artık görmüyordu. Uzun yıllar göğsünde gururla taşıdı. Ülkesine, ulusuna ve yakınlarına olan görevini yapmış olmanın huzuru içinde seksen yaşlarında vefat etti. Kabri Kuzuluk Köyü’nde olan bu adsız kahraman nur içinde yatsın.
Bizleri bugünlere taşıyan Deli Ali gibi nice adsız kahramanları bu vesile ile rahmet, minnet ve gururla anarız.
Yakacık,20.04.2009
ORDA BİR KÖY ANILARI-2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.