- 1200 Okunma
- 8 Yorum
- 2 Beğeni
'vulgarday'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Başta tarif edilmeyecek bir soğuk havanın içerisinde kaldığımızı anlatmayacağım. Zaten öyle bir şeyin herhangi bir insan için önemi de yok. Yıllar önce birbiri içine girip, aile olan apartmanların arasındaki zehirlenme vakasına da dönmeyeceğim. Şimdi zamanı değil. Sabah bir ara denize uğradım. ‘Rahatlayabilirsin’ dedi. Bu kusabilirsin manasını içeriyordu.
Sabah sekiz ve siz uykuda hala yorganın altında yatağın sıcaklığını kıçlarına değdiren sapıklar; uyanın! Bir manası olsaydı zaten denemezdim. Poşetin içerisinden çıkardığım gibi bir kenara fırlattım. Genelde böyle oluyor. İyiliği de böyle fırlatmalı insan diyorlar. Başkalarının sözüyle gerdeğe girilmediği gibi, hayatta öyle yaşanmaz. Sevgili arkadaşlar, neyi bekliyorsunuz? ‘Miting olacak’ diyor içlerinden saçları en siyah olanı. Mutsuz. Dün istediği yere gidememiş. İnsan istediği yere gidemeyince demek ki mutsuz olabiliyor. Hiç de tanımam etmem ama bana elini uzatıyor. Samimiyet belirtisinden öte tanıdığın şerefine etrafındaki insanları da kabul ettiğini belirten bir hareketten fazlası değil.
‘Otur, geç karşıma.’ Herkes menfaati için yaşıyor. Bunu söylemedim ama söyleyeceğim: ‘Herkes menfaati için yaşıyor.’ ‘Çok sigara içiyorsunuz bayım’ diyor. Sol yanım ağrıyor. Kalbim zannedecek. Sol yanım, biraz aşağı, biraz da yan; sanırım böbreklerden biri. Ağır bir glikoz bombardımanı sonrası karaciğer israf ettiğine göre içtiklerimizin hesabını bir başkası ödeyecek. Akşama gelecek misafirlerimiz ‘sen var duj, sonra kuş’ diyecek. Bohem hayatınızın içine tüküreyim. Patlak ayakkabımla koşuşturuyorum. Uzaklaşmak istiyorum. Burası olması gerekenden daha karanlık. Yüzleri seçemiyorum. Aynada bir yüz olmalı. Aynayı göremiyorum. O kadar karanlık ve kasvet oldun; ayrıca ne olursa olsun diyorum… Biliyor musun hala…
İlk gün buzdolabının kıçımdan ufak buzluğunun içindeki buzları aşağı atmaya başladım. Dairelerden hiçbirinin ışığı yanmıyor. Altımdaki dairelerden hiçbirinde yaşam belirtisi yok. Varsa yoksa yan daire altlarında yaşanıyor. Hayatın tüm pislikleri diyebilirim: Yaşlılık, orospular, pezevenkler, kirli paralar, kıçları saran taytlar, işsiz geçen bir adamın sıkıntıları ve en sonda kulplu bir bardak pencerenin önünde. Kadın bilerek o bardağı oraya bırakıp gitti. Biliyorum, benimle yaşadığı ufak tartışma sonrası o bardağı oraya koydu. Yaşlı bir öğretmen olarak ellerinizden öpebilir miyim? İnanmıyorlar. Para koparacağımı sanacak. Bunun için müsait bir tipim yok. Ne pezevenk olabilirim altın kolyeli, ne tabancalı bir şehir eşkıyası ne de prezantabl sinema oyuncusu. Eğer bir gün halk tarafından benimsenen bir oyuncu olursan, yan roldeki bayan oyuncunun dudağından bir süre öpebilirsin diyorlar. Et ete değmeli maksat. Sebep aramaktan uzakta o dudaklar, başka bir dudaklara değmeli ve bu kadar. Sanatın bittiği yer; dört yüz otuz iki sayfalık bir kitabın içerisinden cinselliği de çıkarabiliriz doyasıya.
Yavru kediler büyüyorlar. Boz renkte olanı yavaş büyüyor. İleride hastalıklı bir çöp tenekesi kedisi olacağı kesin. Diğer beyaz renkte olanı çabuk büyüdü. Buz parçacıkları bahçeye dağılıyor. Ağır çekim gerekiyordu bu anın muhteşem olması için. Basit bir serbest düşme problemi yaşanırken, yukarılarda bir yerde geyiğin biri avlanıyor. Acı çekiyor yere düştüğünde. Mermiyi bacağına yiyor. Ayaklanmak istiyor ama dengede duramayacak kadar da yorgun ve umutsuz. ‘Bırak beni lanet olası, hayatında kaç defa geyik eti yedin sen? Nasıl bir hayal dünyanız var? Şeytanlar. Bırakın beni. Ah, acıyor, hayır, kalkamıyorum, ah, hayır, siz ölüm getirenler, def olun buradan, bu topraklardan…’ ‘Geyik haklı beyler, dağılın’ diyemeyecek kadar şuursuz avcı topluluğunun sakinleri birbirlerine av tüfeklerinin özelliklerini saymaya devam ediyorlar. Bir tanesinin tüfeğinde sahici dürbünlerden var. Ona taktiksel dürbün diyorlar askeri dilinde. Fark eder mi? Geyik boynuzlarıyla son savunmasını yapma arzusunda. İri kıyım avcılardan ikisi boynuzlardan tutarken, biri yaralı bacağı çekiştiriyor. Geyiğin canı fena halde yanıyor. Diğeri rambo bıçağını çıkarıyor kılıfından. Parlıyor bıçak. Hakiki İsveç bıçaklarından bir alt kalite markasıyla rambo bıçağı görevini yerine getiriyor. Geyiğin kafası boynuzlu olarak gövdesinden ayrılıyor. Mutlu avcılardan biri ateş yakmak için çalı çırpı toplarken, diğerleri geyiğin derisini nasıl yüzeceklerini kendi aralarında tartışıyorlar. Bir diğer mesele de deriyi kimin alacağı.
Kapıya astığım mandal poşetini elime alıyorum. İçindeki mandallardan nefret ediyorum. Tek tek bir sonraki gün, buzları attığım yere fırlatıyorum. Hayır, buz parçacıkları gerçekten serbest düşme yaşamışken, mandallar belirli bir hızı çoktan kalplerinde taşıyorlar. Avucumdan ayrılan mandal çok geçmeden bahçe toprağına sert bir iniş yapıyor. Bu uğurda birkaç mandalın parçalanması söz konusu dahi edilemez.
‘Demek öyle, ben bunları eğer söylemeseydim, sen de onları söylemeyecektin.’ Çıkarım normal gözükse de, hayır, belirli amaçlar doğrultusunda işler ilerliyor. Gecenin bir vakti kumandaya basıp, kanalda çoktan başlamış yabancı bir sinemanın peşine sürükleniyorum. Filmin tadı yok. Oyuncular berbat. Yönetmenine acıyor insan. Bu aralar acıma duygusunu da bıraktığım raflara dönüyorum. Kitaplardan başlamalıydı önce. Yoksa elbiseleri mi atmalıydım? Kitaplar daha kutsal sayılabilir. Hem toprağı seveceklerine inanıyorum. Kısa bir süre sonra evdeki tüm kitapları bahçeye fırlatmış olacağım. Aşağı katlarda iyi ki şu an kimse yaşamıyor. Toprağın halini bir görseler! Sanırım kontrolü kaybediyorum. En çok ses çıkaranlar, ansiklopedi ciltleri. Sert ve büyük ciltler doğrusu. İnsana ciddi olun uyarısı yapıyorlar. Takım elbiseyle gelinmesi zorunlu bir davette, şortla ortalıkta gezinen ciddiyetsiz bir tipin ağzına tıkanası cinsten ciltlere çocukken âşıktım.
Dünyanın en garip film senaryo yazarlarından birinin söyleşilerinde birinde, çekilmesini arzuladığı filmlerden birinde garip bir resim çizme sahnesini anlatıyordu. ‘Kadın o altı metrekarelik kâğıdın üzerinde uzanıyordu. Çıplaktı. Resmi çizen elindeki kurşun kalemle kadının kâğıtla kesişen vücut hatlarına ait noktalarını vücuda özgü çizgilerle kâğıda dökmeye başlıyordu. Kadın iki elini aynı noktada birleştiriyordu resmi çizeni beklerken. Kadının vücudu kâğıda… Dolabın kenarındaki resimleri elimle biçimsiz bir şekilde koparıp ansiklopedilerin ardından toprağın bağrına emanet ediyorum. Eğer şikâyet gelirse geçmişte olan hatırların bile sayılı yanı kalmayacak. Geçerli soğuklar bunlar. Biraz daha kalırsam, şurada biraz daha durursam. İntihar sebebi sayılabilir kornişler. Tutun, çek, hep beraber ineceksiniz. Beyaz perdeli alçıların suçu ne peki? Hangi birini çeksem, diğeri elimden bırakmayacak kadar da kederli! Söndürülmemiş bir sigarayı parmaklarımın arasında gezindiriyorum. Hamlet uyurken bacak araları kaşınan köpeklerin dost olabileceklerini biliyordum. Sahi, bu kadar insan kalabalıklardan kaçıp da nereye gitmeyi arzuluyorlar? Başıboş dolanan köpeklerin yanına değil mi? Korkmayın onlardan, onları sevin. Sizi sevsinler. Yalnızlığınızı paylaşabildiğiniz pireli ve hastalıklı arkadaşlarınızı sevin. Sevin, çekinmeden, dert edinmeden, onların patilerini avuçlarınız arasında durmasına imkân verin. Ekmeğinizi paylaşın. Bir gün senin verdiğin ekmek yanında, bir bakmışsın başka biri az biraz yemek getirmiş olabilir.
Sus, bunların ne yeri ne de zamanı. Hatırası olan kitapları başta atmalıydı. Hem diğer kitaplar onların üzerinde birikirdi, daha çabuk toprağa karışma imkânları olurdu. Henüz büyümemiş isyanlarıyla diyorum sevgili arkadaşlar; sizi bırakıyorum. Salıyorum bayrağımı. Bu bir kilim. Kahrımı çeken, toprağıma benzeyen, el değmiş, emekle işlenmiş bir kilim. Bayrağımı tanıyın ve ona iyi bakın: Bu bir melodram değil. İki kişi de yok. Trajedi işlenmiyor. İntihar etmek için daha uygun saatleri olmalı yaşamanın.
Sabahtan beri bir şey yok. Batmadan önce çağırın dedim. Oltanın ucunda iri bir kurşun var. Sabahtan beri tek balık avlayıp, onu da tekrar denize fırlatmış yorgun adama ‘ben hiç balık avlamadım’ diyorum. ‘Niye’ diyor. ‘Kırıyorum’ dedim, ‘oltaları kırıyorum. Fırlatmayı öğrenemedim bir türlü. Hem o balıktan ne hayır gelecek. Hem bir şey diyeyim mi, ben balık filan da yemiyorum.’ Adam paslı demirlerini çıkarıyor oltanın. ‘Bunlar işe yaramaz mı’ diye soruyorum. ‘Balıkları tetanos yapar bunlar be adam’ diyor, bana sinirleniyor. Kımıltısız bir yılan zannettiğim yosunun altından karabatak çıkıyor. Uçması engellenerek uçmayı unutmuş papağanların ciyaklamaları rahatsız eder. Sevgili gereksinim batmayı gösterseydi, batmayı da bilebilirdim, öğrenebilirdim. Az öte de tahta kulübede ara sıra yemli palamudun unlanıp kızardığı oluyor. Ağza saman tadı geliyor. ‘Helva burada beş lira!’ Helva yedikten sonra birkaç bardak çay iyi giderdi. Sonra dinlenip bir süre, yemeği hazmedip öpüşmek. Gençler öpüşün. Et ete değecek. Toprak sizi bekliyor, öpüşün.
Uçmayı unutmuş papağanların da, onlara uçmayı unutturan insanların da ve bu dünyaya mecburiyet terimini sunan yalnızlığıma yine de kızamıyorum. Ne halleri varsa görsünler! Dostum sakin bir şekilde yanlışımı buluyor: ‘Her şeyin düzensiz olduğunu söylesen de, yanılıyorsun. Yalnızlığım dostum. Düzenli yalnızlıklar yaşıyoruz. Unutuyorsun.’ Ah, nereden çıktı şimdi bu! Bunu bana bilerek mi yapıyorsun? Amacın nedir? İlk defa kendimle konuşurken doğru dürüst bir şeyler söylediğimi ummuştum. Yanılmışım. Yanıldığımı hatırlattın bana. Kaçırmışım. Kaçırdığımı bile bile tekrar kaçırıyorum. Ne varsa o anı yakalamak da! Kaçırıyorum, aklımı da kaçırabilirim. Savunun. Katlardaki tüm ışıkları yakın! Haydi, yakın, gelin, anahtarlarınız beraber onlarca katın kapısını açın. Benim yanlış olduğumu söyleyin, söyleyin de ben de rahatlayayım.
Sevda oteli az ötede. Bir omzuyla şık bir şiiri taşıyormuş gibi ipli sutyenini çıkarıyor önce kadın. Yavaşça soyunmasının sebebi araba sesleriydi. Araba seslerinden nefret ediyor. Bir yerlere gitme telaşı ve geri dönememenin verdiği hadsiz keder. Gidiyorsan, bir daha dönmeyeceksen bile ‘neden gidiyor ki’ sorusu… Bitmeyecek. Bu akşam sesler şık bir şiiri omuza bırakıyor. Duvar ses geçiriyor. Yatak söz geçiriyor. Çarşaflar kirlenecek. Tertemiz çarşaflar bunlar. Tertemiz kokuyorlar. Kokunun tertemiz olduğu çarşaflarda kirlenecek duygulardan geriye araba sesleri kalacak. Araba seslerinden nefret ediyorum. Bir gün daha sert dönemeyiş olacak ve yine bir araba yardımıyla gelen gelecek, tabut omuzlar alınacak. O zaman şık bir şiiri taşıyormuş gibi duran omuzlar keder taşıyacak. Şurası az ötede sevda oteline çıkıyor. Yıldızları batsın! Burada biz gitmekten bahsediyoruz. Adamlardan, kadınlardan ve onların hikâyelerinden bahsediyoruz. Duvarlar ses geçiriyor. Atlar mayınlı araziye yaklaşıyor. Koşun çocuklar, çitlerin arkasında kazılmış siperlere dolun. Bir balkan hikâyesiyle sonlanacak son olmamalı. Efelerin efesi, kuşağını sardığın bezin sahibi burada, tertemiz çarşafın üzerinde seni bekliyor.
Hikâye dosyalarının en güzeli: Sevda oteli! Onu da koparıyorum. Toprağın üzerine fırlatıyorum. Belli ki iyi bir yangın çıkmalı bu kadar kâğıdın, kitabın ve plastiklerin iyice kaynaşması için. Bir taraftan endotermik ve az sonra ekzotermik olacak tepkimeler de sakin bir şekilde bekliyorlar. Gelip geçenler var, olacaklar, daima olacaklar. Üzerine yüklendikçe açılacak toprakların ardı sıra birileri gelip duracak. Siyah çoraplarıyla bu sahnede rol kapmaya çalışacaklar. Kiminin umurunda bile değil. Gözyaşıyla süslüyorlar sahneyi. Rahatsız edici bir kalabalık var. Gözlere sürülen kalemlerin, göz bebeklerine saplanması gereken gün. Sevda oteli hikâyesinin sonunda, bu otelden çıkanlar bir daha şehvet duymayacak hale geliyorlar birbirlerine. Islak memeler kuruyor. Akan döller kanalizasyona karışıyor. Bazen direkt, bazen de çamaşır makinesi yardımıyla. Çöp tenekelerini temizleyenlere patronları fazladan para versin!
Fazlaca huysuz bir imparatorluğun çöküşüyle bu kadar alakadar olmamalıydım. İnsan kendisini çoğu zaman olduğundan daha başka görür. İşlenebilmesi mümkün olmayan fikirleriyle beraber kendine ağır gelir. Kaç mecburiyet o çölün ortasında çirkin bir sataşmaya sürükler de seni, ‘hayır, böyle olmasını istemiyordum’ da diyemezsin artık.
Sabıkalı bir saatin şimdi durduğu ve suyun geldiği tarafa herkesin bakındığı yerde, katların, balkonların ve eşiğe kargaların sıçtığı pencerelerle bir alakamız yok. ‘Yok’ derin bir tarih bilgisiyle gelip boğazına tıkanıyor insanın. İnsanın kirpikleri kelepçe olmamalı. Savunabilsin elleriyle kendini. Yeri geldi mi hür bir… Yok, hayır, o hürriyet yok. Kimsenin sesi çıkmıyor. Dilimi kurtaramıyorum. Beni bırak ve kendini de hapsetmeye bak. Hala gözlerimiz var. Görmesek de var. Onlarda orada dursunlar. Kulaklarımız komik duruyorlar. Onlar da dursunlar. Ne görmemek ne de duymamak sorun şimdi. Bu işin sosyolojisi yok.
Haydi ıslatın. Kuruyacak nasıl olsa, ıslatın. Toprağımızı ıslatalım. Çişlerinizle, terlerinizle ve tükürüklerinizle sulayın burayı. Sahi, utanmanın yaşı yokmuş. Yaşlılar başka bir tereddüt içerisindeler. Bırakın şu katları, pencereleri, arabaları… Diyorum, nefret ediyorum ben araba seslerinden. Asfaltı bozuk bu caddelerin. Köstebek yuvası gibi, her an bir kaza çıkabilir. Nefret ediyorum şu araba seslerinden. Teker izi bırakıyorlar bir de virajlarda. Gururlanın, hep beraber burada simit yiyecek kuşların kusmuklarıyla gübreleneceğiz. Bize o gübrelerden verin. Sunun suyundan, en kirli ve taşlı olanı da olabilir. Islatın kurumuş vicdanlarınızı diyorum. Atacak ne vardı başka? Eşyalar, olabildiğince emanet duruyorlar. Hiçbirini sevmiyorum. Katlanıyoruz birbirimize. Onlar bana katlanıyor, ben de onlara. Temiz olsunlar diye bazıları saatlerce küçük bir demir kabın içinde dönüp duruyor. Dövülüyor. Defalarca sıkışıyor. Temiz olması için bunlar. Neden? Kirli olunca ne zararı vardı? Kaşınıp, hasta olabileceğiz sanırım. Toprak gibi. Taşı kaldırdığın an da göreceksin uzun bir solucan. Solumana bak havayı. Solu. Buraya kadar geldim ve tekrar geri dönmeyi de düşünmüyorum. Şimdi başlayabiliriz.
Ölüm. Sen misin hayatın bekâretini bozan?
YORUMLAR
Sona geldiğimde kendimi o kadar yorgun hissettim ki...Evet bu yazının etkisini gösteriyor. Bütün o karmaşayı yaşıyoruz okurken. Aşırı hızlı ve dağınık bir bilinç akışı bizi taşlara vura vura denize döktü. Kesinlikle sıradan bir zamanda okunmayacak, hatta okunmaması gereken bir yazı. Hiçbir tat alamama tehlikesi var. Sakin bir zamanda sakin bir kafayla okunmalı. Ben üç kerede bitirdim. Bu kadar olay olmalı mı bir öyküde, bu kadar karakter, bu kadar zaman, bu kadar geçiş tartışılır. Kişinin okuma zevkine kalmış. Kesinlikle kolaycı bir okurun tercih edebileceği bir tür değil. Ama düşünmeyi ve düşüncesinin peşinde koşturmayı seven okur için çok güzel bir öykü. Yine de daha sade yazılırsa daha çok kişiye hitap edebilir diye düşünüyorum.
Ben seviyorum tarzını.
Tebrikler.
dili geçmiş yaraları ecek ve acaklı gelecek sıkıntılar.
fazla karanlık
karamsar
ve dahi bohem aslında
toplumsal sorumluluk projesi gibi işler yapmalı bak buldum
Knut Hamsunun Açlığı evet okurken yemek yemekten utanmak gibi.
Doğru milyonlarca ise yanlışta öyle ama hak vw adalet tek...
Elinde sonunda tecelli edecek
elimde kumanda kanallar arası gezerken bir filme rastlıyorum, fantastik bir film, karakterler uçuyor, kılıçlar sallanıyor... bi kaç dakika sonra iyilerin temsilcisiyle kötülerinki karşılaşıyor, kötü karakter komik bir türkçeyle(filmleri orjinal dilleriyle izlemeyi sevdiğim için bana kötü gelmiş olabilir) insanoğlunu kastederek, "onları neden koruyorsun" diye bağırıyor, eliyle çevreyi gösteriyor, "baksana, onlar otopark yapıyorlar!" filmin devamını izlemedim, büyük ihtimalle iyilerin temsilcisi kazanmıştır.
bu otoparktan yola çıkıp insan üstüne düşünürken, darmadağınıklık arasında kitabını hatırlamadığım bir cümle beynimi işgale başlıyor, "insanlar için yeni yalanlar bulmalıyız yoksa yaşamaktan soğuyacaklar."