YAPRAKLAR SARARINCA MEVSİM HAZAN OLURMUŞ
Yılların yorgunu bedenini zorlayarak da olsa yavaşça kaldırdı yataktan. Hemen komedinin üzerindeki gözlüğünü aldı taktı gözlerine. Yine aynı yavaşlıkla yatağından kalktı. Ayakları kendiliğinden buldu terliklerini akşam çıkardığı yerde. En ağır adımlarla dolaşmaya başladı odada. Önce perdelerini açtı. Gün henüz doğuyordu. Dünyanın en güzel kızılıydı güneş doğarkenki kızıllık. Pencerelerini açtı sonuna kadar. Derin derin nefes aldı. Mis gibi mayıs havası doldu pencerelerden içeriye. Sanki bütün çiçekler kokularını dünya mis gibi koksun diye havaya salmışlardı. İçi ürperdi sabahın serinliğinden. Akşamları oturup kitap okuduğu koltuğunun üzerinden sabahlığını aldı. Mutfağına geçti. Tek kişilik çaydanlığının altını açtı. En büyük keyfiydi aç karnına çay içmek. Sonra banyoya gidip elini yüzünü yıkadı. O kadar ağır hareket ediyordu ki bir gören olsa yaptığı işler değil bir güne bir ömre ancak sığar diye düşündürürdü. İlaç kutusundan bir tane şeker hapı çıkardı. Yaklaşık on yıldır kullanıyordu bu hapları. Bir de tansiyon hapı vardı. Ama onu kahvaltıdan sonra içiyordu. Kedisi de onun gibi erkenciydi. Ayaklarına dolandı sırnaşarak. Sırtını okşadı kedisinin tıpkı bir bebeği okşar gibi. Duyduğu yumuşaklıktan mest olan kedi daha çok sırnaştı ayaklarına.
‘’Aman da Can Kızım günaydın! Annesinin de can yoldaşı mıymış? Hadi gel bakalım sütünü vereyim senin!’’
Terliklerini sürüyerek dolaba doğru ilerledi. Mahallenin sütçüsünden aldığı sütten kedinin süt çanağına süt doldurdu. Kedi büyük bir iştahla yalanmaya başladı çanaktan.
‘’Bir zamanlar nasıl da çın çın öterdi çoluk çocuk sesi ile bu ev! O zamanlar bu kadar ıssız değildi. Her köşeden bir yaramazlık koşar gelirdi sanki. Ah ah! Nasıl da uykum olurdu o zamanlar! Gençlik işte! Birazcık daha uyumak için neler vermezdim. Şimdi bak; güneş doğarken uyanıyorum. Yatak sanki bir işkence yeri… Şimdi kendi sesim bile yabancı evde. Bak şu kapıdan itiş kakış girerdi Mehtap’la Atacan… ‘’Anne şu oğluna bir şey söyle, yine tokalarımı saklamış!’’ diye az mı şikâyetleşmişti Mehtap. Yine de kıyamazdı ablası bir türlü küçük kardeşine. Hepsi kuş olup uçtu Can Kızım. Bir başımıza kala kaldık. Hulusi Bey de bırakıp gitti bizi. Ah Hulusi Bey; bari sen bu kadar erken gitmeseydin, bu yaşlılıkta can yoldaşı olsaydık birbirimize. Sensiz nasılda ağır aksak geçiyor günler. Bitmek bilmiyor sanki. Burada olsaydın konuşa konuşa kahvaltımızı etseydik. Sen söylenseydin. Oğlana kıza kızsaydın; ‘’eşek sıpaları bak aramadılar!’’ diye. Ah Hulusi Bey ah! Neden erken terk ettin ki beni! Böyle bir başıma bu sessiz evlerde…
İki damla gözyaşı süzüldü yanaklarından. Kendisiyle dertleşiyordu Bedia Sultan! Hiç olmazsa evde bir ses olsun diye kendi kendine konuşuyordu. Sadece kendisiyle mi; kedisiyle, muhabbet kuşuyla, bahçedeki gülleriyle saksısındaki çiçekleriyle… Hiç erinmez her gün tek tek yapraklarını dallarını kontrol eder, kurumuş yapraklarını koparır itinayla sularını verirdi. Çay suyu kaynamıştı bu arada. Bir yemek kaşığı çay koydu çaydanlığa. Üzerine suyunu ekledi. Demlenmesi için bıraktı. Çiçek suluğuna su doldurdu. Önce sardunyalarını suladı. Okşadı çiçeklerini kocaman günaydın dedi.
‘’Aman da benim güzellerim! Bu gün nasıllarmış? Misler gibi de kokarlar mıymış? Güneşinizi yerinizi beğendiniz mi canlarım? Yoksa yerinizi değiştirdim diye kırıldınız mı bana? Aman da güzellerim sakın ha! Yok, kırılmak gücenmek öyle. Evin her tarafı sizin. İstediğiniz yere koyarım saksılarınızı. Kıskandın mı kaşık çiçeğim? Olur mu hiç? Bir annenin çocukları arasında hiç ayrım olur mu? Hepinizi seviyorum. Afrika menekşem nasılsın bugün? Aman ne de güzel çiçekler açarmış mor mor…
O çiçeklerini böyle sevgisiyle sularken insanın saksı da çiçek olası gelirdi. Tek tek günaydın der, bir bir adlarıyla seslenirdi hepsine. Çiçekler de bu sevgi karşısında sanki daha serpilir daha ışıl ışıl gözükürlerdi. Hiç acelesi olmayan insanların yaptığı gibi yavaş yavaş kurdu kahvaltı masasını. Gerçi rahatsızlıklarının yüzünden birçok şey yasaktı. Şeker hastası olduğu için şekerli şeyler, tansiyon hastası olduğu için tuzlu şeyler artık kahvaltı masasında yer almıyordu. Zeytinin tuzsuzu peynirin yağsızı derken kahvaltı masasında aslında öyle çok da şey bulunmazdı. Zaten yediği de bir kuşu anca doyururdu. Birkaç dilim salatalık, bir iki dilim domates, tere roka tarzı yeşillikler… Maksat kahvaltı etmiş olmaktı. İlaçlarını alması için bir şeyler yemesi şarttı.
O kahvaltısını hazırlayıp edene kadar saat sekiz olmuştu bile. Bahçesine çıktı. Kiraz ağacı çiçeklerini dökmüş küçük düğmeler halinde kiraz tutmuştu. Gövdesini okşayarak günaydın dedi. Başkalarının duymasından çekinir gibi fısıldadı;
‘’Göreyim seni al kiraz! Bak bu yıl torunlar geliyor. Meyveyi bol ver. Şöyle kana kana yesin benimkiler ha! Kim bilir seneye belki ben de olmam. Vakit yaklaşıyor. Çok günlerimiz geçti bu bahçede, seninle elma arasına az mı salıncak kurduk Atacan için! Görüyor musun hepsi büyüdüler de evlat sahibi bile oldular. Ama ne yalan söyleyeyim torun başka oluyormuş. Evlattan da ileriymiş. Ah Hulusi Bey! Ne vardı erkenden gidecek. Mor sümbüllü bağların öksüz mü kaldıydı öte yanda? Biraz daha kalaydın ya! Görseydin ya oğlanın afacanı!’’
İki damla yaş daha süzüldü yine yanaklarına, Hulusi Bey’den yana. Eliyle bir kez daha kuruladı feri sönmüş gözlerini. Güllerine doğru yürüdü. Hortumun ucunu bulup çeşmeyi açtı. İtina ile güllerini suladı. Onlara da güzel methiyeler dizdi. Sonra bahçesine ektiği yeşillikleri suladı. Artık eskisi kadar uğraşamıyordu bahçesiyle. Ama yine de elinden geldiğince otunu çöpünü topladı. Çeşmesini kapattı eve girdi. Pazarıydı o gün semtin. Yavaş yavaş üzerini giyindi. Bastonunu ve pazar arabasını da alıp evden çıktı. Kâh oturdu kâh yürüdü. Soluklana soluklana pazaryerine vardı. Aslında bir boğazıydı öyle çok şeylerde almazdı ama yılların alışkanlığıydı işte pazara gidip sebze meyve dizmesi. Hayatla bağları kopmamış oluyordu hem böylece. Biraz meyve aldı biraz sebze. Yine kâh oturdu soluklandı kâh yürüdü eve geldi. Tek tek yerleştirdi dolabına. Oldukça yorulmuştu. Kendi elleriyle yaptığı yoğurttan ayran çalkaladı. İçti. Gidip sedirin üzerine uzandı. Yıllanmış battaniyesini üzerine çekti. Bir süre uyudu. Yaptığı işler daha bir yormuştu zaten yorgun bedenini. Çok yavaş hareket etmesine rağmen yoruyordu yaptığı işler kendini. Artık geride kalan zamanının uzun olmadığının o da farkındaydı. Telefonun sesiyle uyandı. Doğruldu gözlüğünü aradı. Arayan biliyordu hemen telefonun başına gelemeyeceğini. O yüzden uzun uzun çaldırdı telefonu. Telefonun yanındaki sandalyeye oturdu.
‘’Alo! Kimsiniz?’’
‘’Anacığım benim! Atacan! Nasılsın annem iyi misin?’’
‘’İyiyim kuzum, pazara gittim geldim. Yorulmuşum uzanmıştım biraz.’’
‘’Güzel anam ben marketin çırağını tembihlemiştim ya! Arayıp ne lazımsa istesene! Niye yoruyorsun kendini?’’
‘’Marketin sebzesi meyvesi pazar gibi olur mu a oğul! Hem ayaklarım açılıyor! Yürüyüş oluyor bana da!’’
‘’Ya annem inat etmesen de kalsan ya bizimle! Bak torunun da evde yalnız kalmamış olur. Başında büyük olarak bulunsan...’’
‘’Yok, oğul herkesin bir düzeni var. Siz orada iyisiniz ben burada. Ben erken kalkıyorum erken yatıyorum. Bir yere gitseniz beni düşünüp rahatsız olacaksınız. Hem alışmışım kendi evime! Başka yerde rahat edemem biliyorsun. Babanı koyup gitmiş gibime geliyor. Hulusi Bey’i buralarda gariban bırakamam.’’
‘’Annem, babam öleli neredeyse yirmi yıl oldu. Daha yalnız kalması mı var bunun? Asıl yalnız kalan sensin. Aklım hep sen de!’’
‘’Bırak beni söyle bakalım yaza gelecek misiniz? Bak al kirazı tembihledim bu yıl çok kiraz ver kuzularım gelecek diye. Ablanlar da gelir belki.’’
‘’Allahtan bir şey olmazsa geleceğiz anam. Üzülme sen. İnşallah al kirazın dallarına çıkacak torunun.’’
‘’İnşallah paşam inşallah. Küçük paşanın keyfi nasıl? Okulla arası kötümü hala?’’
‘’Bildiğin gibi! Ders deme de ne dersen de haylaza. Anca oyun oynasa bilgisayarda.’’
‘’Ayla kızım nasıl? İyi mi o da!’’
‘’Çok iyi anacığım, sana da çok selamı var. Doçent olmak için tezini hazırlıyor. Biraz yoğun. Dört gözle geleceğimiz günü sayıyoruz. Hepimiz çok özledik seni. Pelin ‘’babaannem de babaannem!’’ diyor.’’
‘’Hepsini öp benim için tek tek. Kucakla selamımı söyle. Hadi oğlum çok yazmasın. İşlerin vardır hem engel olmayım. Bak işine sen. Varsa bir isteğiniz söyleyin!’’
‘’Yok, annem ellerinden öpüyoruz hepimiz. Kendine iyi bak.’’
‘’Siz de yavrum siz de!’’
Telefonu kapattıktan sonra bir süre öylece kaldı. Yaşlılık zordu zor olmasına da yalnızlık daha zordu. İki damla daha yuvarlandı yanaklarından göğsüne doğru. Tekrar kalkıp çay demledi. Bahçesindeki sedirine yerleşti. Radyosunu açtı. Eskiden radyo bile farklı çalardı. Kısa dalgadan türküleri dinlemeyi severdi. Şimdi söylenen şarkı türkülerden de bir şey anlamıyordu. Sanki başka lisanla konuşuyorlardı. Kavga eder gibi şarkı söylüyorlardı. Bütün dünyaya kızgındı sanki yeni nesil ve bunu şarkılardan çıkarmak ister gibiydiler.
Vakit epeyce geçmiş, ikindi olmuştu neredeyse. Kalktı fasulyeleri ayıkladı. Kendi yiyeceği kadar yemek yaptı. Kedisini tekrar doyurdu kendinden önce. Kuşunun yemine suyuna baktı. Sonra kendisi yedi yemeğini. Bulaşık olan iki tabağını yıkadı. Kızı anneler gününde bulaşık makinesi almıştı. Ama o makineyi bulaşıkla doldurması bir haftasını alırdı tek başına. O yüzden elinde yıkıyordu her şeye inat. Televizyonunu açtı. Haberleri dinledi. Kimine vah kimine oh dedi. Sonra bir dizi başladı. Biraz onu seyretti. Dizinin yarısına gelmeden oturduğu yerde uyuya kaldı. Uyandığında vakit epey geç olmuştu. İzlediği film bitmiş başka bir program başlamıştı. Kalktı yatak odasına gitti. Üzerini çıkardı geceliklerini giydi. Başucuna bir bardak su koydu. Terliklerini yine yatağın kenarına ayaklarının bulacağı yere çıkardı. Duvarda asılı resme Hulusi Bey’e iyi geceler diledi. Ve uykuya daldı…
YORUMLAR
Harika bir kompozisyon!
Arı ve ter temiz bir Türkçe;
Belli bir edebiyatçı kaleminden dökülmüş.
Dil düşmanlarına inat mesaj gibi.
Kutlarım saygılarımla
gülhans
gülhans
sevgilerimle....
Sevgili Gülhan, kaleminden yeni bir öyküyü zevkle okudum. İçten samimi anlatımınla Bedia hanımla birlikteydim. Sevgilerimle can dostum.