- 994 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
"SİZ TÜRK DEĞİLSİNİZ Kİ!"
Askerliğimi tamamladıktan sonra Bimkal Müşavirlik ve Mühendislik Ltd.Şirketine girmiştim. Şirketimiz Etibank Seydişehir Alüminyum Tesislerini kurma ve işletmeye alma görevini yüklenmiş bir mühendislik şirketi idi. Kadrosunda deneyimli mimar, inşaat, makine ve elektrik mühendisleri vardı. Teknolojik malzeme ve proje Sovyetler Birliği’nden tarım ürünlerimiz karşılığı temin edilmişti. Tesisin kapasite, çalışma garantisini de aynı özellikteki Sovyet mühendis ve uzmanlarının sorumluluğundaydı. Aramızdaki iletişimi, 2.Dünya Savaş’ına katılmış, sonra Türkiye’ye iltica etmiş Türk kökenli eski Sovyet subayları sağlardı. Tesisler Müdürümüz, şirket ortaklarından Neşet Akmandor idi. Kendilerine Alt Yapı, Üst Yapı Kontrol Amirlikleri ile Montaj Müdürlüğü bağlanmıştı. Şirket ortaklarından Osman Bibioğlu,Sosyal Tesisler,diğer ortak Dündar Kalabalık ise şirketin Ankara Merkez Müdürlüğü’nü yürütüyorlardı.Şirkete giriş görevim Teknik Emniyet Mühendisliği idi.Tesisler Müdürlüğüne bağlı bir şeflikti ve başında emekli Y.Müh.Albay Rauf Işık bulunmaktaydı.Kadromuzda benden başka bir katip,bir de şoför vardı.Görevimiz geniş inşaat ve montaj sahasında iş güvenliğini sağlamak,iş kazalarını en aza indirmekti.Bunun için de yaygın işyerlerini;bize tahsis edilmiş cip ile dolaşır,işçileri baret ve emniyet kemerlerini takmaları için ikaz eder,önemini kendilerine sohbet şeklinde anlatırdık.İş yerlerinde can,mal güvenliğine ters düşen durumları tespit eder,giderilmesi için ilgili şantiye şefi ile görüşür,yürürlükteki İş Güvenliği Tüzüğü’ndeki maddeleri hatırlatır ve kazasız bir çalışma ortamı oluşmasına gayret gösterirdik.Gerekli hallerde işyerlerinin benzer hatalı çalışmalarını tespit eder,uygun çalışma şekillerini bildiri halinde şantiye şeflerine iletirdik.Bizim ve şantiye yetkililerin tüm çabalarına rağmen,yine de kazalar eksik olmazdı.Genelde;göze çapak kaçma,yaralanma,yüksekten düşme,yanma gibi dikkatsiz ve tedbirsiz çalışmanın sonucu iş kazaları olurdu.Bunların dışında öngöremediğimiz ölümlü kazalar da oluyordu.Hatta Sovyet uzmanları,tesis bitimine kadar 350-400 kişinin iş kazalarında ölebileceğini hesaplamışlardı.Bildiğim kadarı ile 50 civarındaki ölümlü kaza oluşu,Sovyet standartlarına göre çok daha tedbirli çalıştığımızı göstermekteydi.
Tesisin kuruluşunda inşaat işlerini yüklenici firmalar, teknolojik montaj işlerini
Genelde emanet olarak şirket ve Etibank teknik elemanlarınca yürütülmekteydi. Alt yapının yüklenicisi Ali Rıza Çarmıklı, Üst yapı inşaatlarını Karabük Demir Çelik, Vildan Güleryüz firmaları yürütürken Sosyal Tesisler yapımını Bahattin Gören firması üstlenmişti. Teknolojik montajda ise yalnızca Alümine Kısmında bazı montaj işlerini Tokar firması yapmış, geri kalan tüm teknolojik montaj işleri emanet olarak Etibank yapmıştı. Şantiyelerde pazar, bayram tatil demeden sıcağa soğuğa aldırmadan çalışmalar devam ederdi. En üst makamdan en alt düzeydeki elemana kadar herkes, ülkesine ilk alüminyumu üretecek tesisi kazandırmanın gayreti ve onuru içinde çaba gösteriyor, çalışıyor, çalışıyordu.
Zaman bu çalışma temposu ile akıp giderken, bir şantiye binasına taşların düşmesi haberi ile olay yerine gittim. Çarmıklı firması, Elektrolizhaneler’in temel hafriyatını yaparken patlatılan dinamitler, taşları uzaklara fırlatmış, yumruk büyüklüğündeki bir tanesi de yakın mesafedeki bir şantiye binası çatısını delerek şefin masasının üstüne düşmüştü. Şef ilerlemiş yaşına rağmen taşeron olarak Yağmur Suyu Kanalları yapımcısıydı ve sürekli işinin başındaydı. Olayı incelerken yan odadaki iki Sovyet uzman da şefin odasına gelmiş, birlikte çay içiyorduk. Şef bir ara masasına gömülmüş taşı işaret ederek “Bu taş kafama isabet etseydi, ne olacaktı”? Diye bana sordu. Ben de doğal olarak “Ölürdünüz, Etibank size güzel bir cenaze töreni düzenlerdi. Şanssızsınız, kaçırdınız ”dedim. Bunun üzerine uzmanlardan biri kahkaha attı. Kendisi ile tanıştık. Batı Türkistanlı Türk kökenli bir Sovyet mühendisiymiş. Yüksek öğrenim görürken Moskova’da elçiliğimizde Türkçe kurslarına katılarak dilini ilerletmişti.35-40 yaşlarında uzun boylu, esmer, çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık yaşıtım bir kişiydi. Gülerken çekik gözleri de gülen, hoş sohbet sevecen birine benziyordu. Ayrılırken odasına davetini kabul edemedim. Zira olayın raporunu hazırlayıp ilgililere sunmam gerekiyordu. Çayını içmeye geleceğimin sözünü vererek oradan ayrıldım.
Aradan bir müddet geçtikten sonra boş bir zamanımda Türkistanlı meslektaşıma uğradım. Kısa boylu, şişman, beyaz tenli, yaşlıca Rus kökenli meslektaşı ile aynı odayı paylaşıyordu. Yanlarında ayrıca tercümanları yoktu. Adı Kurbanov idi. Çaylarımızı beklerken ülkemizi nasıl gördüğünü, anlaşmada zorluk çekip çekmediğini sordum. Kurbanov:
-Türkiye’ye geldiğimde Avrupa tipinde insanlarla karşılaştığımda çok şaşırdım. Ancak onları tanıdıkça örf ve adetlerimizin aynı olduğunu görünce sevindim. Türkçe kurslarına devam ettiğim için, anlaşmada hiç zorluk çekmedim Çarşıda, pazarda herkes beni kendisinden saymakta, bu bakımdan insanlarla anlaşmam hiç zor olmadı” deyince ben de;
-Peki, Ruslar ile ilişkileriniz nasıl? Örneğin aranızda evlilikler oluyor mu? Diye sordum. Kurbanov birden ciddileşti, güler yüzü asıldı ve gözlerimin derinliğine bakarak:
-Ruslar azılı birer katildir, değil kız alıp vermek, yüzlerini dahi görmek istemeyiz, dedi. Ben,
- Aman sözlerine dikkat et! Yanımızdakini unutma dedim. Bu arada şişko uzman önündeki projeleri sinirli sinirli karıştırıyor, dışarı çıkıyor, içeri giriyordu. Kurbanov ise;
-Ne anlar o kutup ayısı Türkçe’den diyor ve sözlerine devam ederek;.Etibank’ın kendilerini Göreme’ye götürdüğünü,yol boyunca gördüğü köylerin kendi köylerindeki evlere çok benzediğini,hatta ozanlık geleneğinin bile aynen devam ettiğini belirtiyordu. Dil, din, örf, adet ve geleneklerimizin benzerliğini anlatıyor ve birlikte mutlu oluyorduk. Sözü tekrar Rus halkı ile ilişkilerine getirerek en küçük bir özgürlük hareketlerini acımasızca bastırdıklarını kin ve nefret dolu sözlerle anlatıyor, sanki çok eski bir dostu ile içtenlikle dertleşiyor, içini döküyordu. Ben konuyu değiştirmek için;
-Benim dedelerim de 1860’lı yıllarda Batum’dan Artvin’e göç etmişler. Oraya da Fatih Sultan Mehmet zamanında Dağıstan’dan göç ettiklerini büyüklerim anlatırdı. Sizler de dilinizi, dininizi, örf ve adetlerinizi korumaya devam ederseniz, bir gün özgürlüğünüze kavuşur, büyük bir Türk Devletini daha aramızda görmekten biz de çok mutlu oluruz, dedim. Kurbanov, orada dur dercesine elini kaldırdı, bana bıyık altından gülümseyerek:
-Ama siz Türk değilsiniz ki dedi. Bu sözü yadırgamamıştım, zira bazı arkadaşlarım Gürcülere benzediğimi söylerlerdi, alışıktım, normal karşıladım. Ben de:
-Dedelerimin asırlar önce Gürcistan’dan gelmiş olmaları benim Gürcü olmamı gerektirmez, dedem bile Gürcüce bilmezdi. Artvin’de bazı bölgelerde Gürcüler var, çocukları hala Gürcüce konuşur, dedim. Kurbanov ise elini tekrar kaldırarak;
-Yok,yok!. Yalnız sen değil tüm halkınız Türklere benzemiyor, aranızda tek tük Türk var. Gerçek Türk bizleriz. Dedi. Şimdiye kadar bu tarz konuşma ile hiç karşılaşmamış, şoke olmuştum. Az önceki mutluluğumun yerini şaşkınlık ve öfke almıştı. Kızgınlığımı belli etmeyerek sakin bir şekilde;
-Bak Kurbanov!..Seni bir insan olarak,vatanını ulusunu seven bir Türk olarak çok sevmiştim.Ama bu düşüncen beni yaraladı.Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki halk,Büyük Selçuklu,Anadolu Selçukluları,Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerini kuran,oluşturan Türklerin torunlarıdırlar.Binlerce yıl önce sizin topraklarınızdan akıp gelen bu insanlar,yerel halkla evlilikler yapmış,bu coğrafyaya uyum sağlamış olmaları ve fiziki bazı değişikler göstermeleri onların Türklükten çıkmış anlamına gelmez..Dedemin,babamın ve benim fotoğraflarımızı yan yana koyunca sadece bu 3 göbekte değişimi açıkça görüyorum.Aradan 50 göbekten fazla bir nesil geçmiş,sizce bu fiziki değişim normal değil mi? Önemle koruduğumuz özelliklerimiz var.Dilimizin,dinimizin,gelenek,görenek ,örf ve adetlerimizin aynı olduğunu az önce siz söylemiştiniz.Mutlu olmuştuk.Türklerin bir özelliği de özgürlük aşkıdır.Biz hiçbir devirde bir devletin boyunduruğu altında girmedik..1.Dünya Savaşı’nda ülkemiz Rusya dahil 7 güçlü devlet tarafından işgal edilmesine rağmen onları topraklarımızdan atmasını bildik.Sizler ise bir Moskof’a baş edemediniz,yıllarca boyunduruğu altında eziliyor,yok oluyorsunuz.Bu mu sizin gerçek Türklüğünüz? Diyerek sertçe gözlerine bakmak istedim. Kurbanov başını yana çevirmiş hüngür hüngür ağlıyordu. Ayağa kalktım, bizi şaşkın şaşkın izleyen Rus uzmana veda edip kapıya yönelirken, Kurbanov;
-Size Mustafa Kemal Paşa gibi bir dahi gelmişti. Diye söylendi. O tarafa baktım, başını elleri arasına almış, dirseklerini masasına dayamış, hala ağlıyordu. Bir şey söylemeden dışarı çıktım, beklemekte olan şoföre gitmesi için işaret ettim. Yaya yürümeye başladım. Yollar çamur hava çiseli idi. Bir müddet sonra çise, yerini sağanak yağmura bıraktı. Baretimden omuzlarıma oluk oluk sular akıyor, ayağımdaki botlar yarıya kadar çamura gömülüyor, ama ben hala yürüyordum. Dışarıdaki bu fırtına, beynimdeki fırtınaya göre çok hafif kalıyordu. Kısa sürede sevdiğim, takdir ettiğim bu kişiyi bir türlü af edemiyor, aklımdan çıkaramıyordum. Belki de Türkiye’ye nifak tohumları ekmek için eğitilmiş bir Sovyet ajanıdır diye düşündüm. Sonra yüzündeki o kin ve nefret ifadesi ile ağlaması gözüm önüne gelince kararsız kaldım. Bir müddet sonra kendisini yine ziyaret edecek, eğer yine aynı düşüncede ise hakkında rapor yazarak ilgililere iletecektim. Bunlar kafamdan geçerken biraz sakinleşmiş ve büroma gelmiştim. Aynı odayı paylaştığım şefim Rauf Bey bazı şeyler anlamış gibi bana sorular sormasına rağmen olayı kendisine açmadım.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, işyerindeki bazı iş güvenliği noksanlıklarını görüşmek üzere ilgili şefin yanına uğradım. Görüşmemiz tamamlanmış, ancak Kurbanov’u görememiştim. Kendisini şefe sorduğumda ülkesine döndüğünü söyledi. Tekrar görüşemeden gittiğine üzüldüm. Dışarı çıkarken oda arkadaşını gördüm ve “Kurbanov nerede?” diye söz ve işaretle sorunca “Sibirya vınnn!”diye bir ses çıkardı ve ayağını şut çeker gibi salladı. Anladığım kadarı ile Kurbanov Sibirya’ya sürülmüştü.
Büroma döndüğümde üzgündüm. Belki de büyük bir Türk milliyetçisi ile karşılaşmış ama O’nu kısa sürede yitirmiştim. Mesleğimiz dışındaki konuları konuşmuş, birçok konularda görüş birliğinin mutluluğunu yaşarken tek bir konuda anlaşamamıştık. Sanki “Çok muhabbet tez ayrılık getirir” sözü doğrulanmıştı. İkimiz de diplomat değildik. Birbirimizi yeterli tanımadan dobra dobra konuşmuş ve istemeyerek birbirimizi kırmıştık. Umarım diplomatlarımız, muhatapları ile diplomatik dille konuşuyorlardır.
Sevgili meslektaşım Kurbanov’a ve nice Kurbanovlar’a selam olsun..
Sahilköy, 03.08.2009
“ORDA BİR KÖY ANILARI”
Fevzi Durmuş
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.