- 807 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Batıda Uzak Bir Garip Köy (b.ö.r.-21-)
Okul yaşantılarını konu alan öykülerimi yazarken okulculuk sözcüğünü kullanırım çoğu kez. Hükümetlerimizin ve de bizlerin eğitim-öğretime üvey evlat muamelesi yapmamızın acı bir hüznünü vurguluyor okulculuk sözcüğü. İsterdim ki, bu camianın içinde ki çalışmalar olumlu ve bilimsel bir görünüş arz etsin. Nerede o günler ve yıllar! Ülkem adına hayal ettiğim güzellikleri, çalışma azmini, disiplin ve güzellikleri yıllar sonra Almanya’da Alman okullarında görecektim.
Bin dokuz yüz yetmişli yılları bitiriyoruz. Trabzon’da yeşil renklerin daha çok olduğu bölgeleri incelerdim yurdumun fiziki haritalarında. Büyük kentlere yakın bir okulda çalışmayı düşledim hep. Kara Deniz Bölgesi’nin sisli, puslu uzak köyünün yüz yıl örneği uzun kış günlerinde. Altı upuzun yıl geçti yurdumun ırak, kuş uçmaz kervan geçmez Trabzon’un köyünde. Batıya atamamı yaptırabildik nihayet…
Kocaeli ili bir merkez köyündeyim. Merkez köy dediysem sadece haritada merkez köy, yıllarca çalışacağım yeni köyüm. Kentten kırk kilometre uzaklıkta garip bir köy. Otuzun üzerinde öğrenci ile tek öğretmen olarak çalışacağım. Bölge okulları içinde en bakımsız bir okul yeni okulum. Lojmana girdiğim ilk anı unutamam. Şu duvarları biraz iteleyip içinde barınacağım odayı birazcık genişletebilsem diye düşünmüştüm. Çok çok dar iki oda, içlerine bir divan konunca değil koltuk, sandalye koymaya yer kalmayacak kadar hücre bir lojman. Okul ve lojmanın çerçeveleri eskimiş, rüzgârla birlikle yağmur yağdığında yağmur suları şarıl şarıl akıyor pencere altlarından sınıf ve lojmanın odalarına.
“Ne kara günlerde beni halk etmiş evlam,
Ne kötü günler de beni doğurdu zavallı anam.”
Sözlerini içeren türkü âdete benim yazgımı betimliyor. Çekeceğim çileler varmış yazgımda. Uzak bir köy olsun da böylesi köhne binalar düşlememiştim. Kente ulaşım! Hak getire. Akşamleyin haber uçuracaksın köy tek dolmuşuna, aman beni almayı unutma diye. Bunun için sabahın köründe rahat bir kırk dakika yürüyeceksin dolmuşa kavuşmak için. Bir bakarsın dolmuş gerçekten dolmuş. Yolcusunu alıp hareket etmiş. Duruma üzülür, ya sabır çeker yavaş yavaş geri dönersin izin üstüne. Dolmuşu kaçırmadığında; gün doğma saatlerinde tozlu yolları aşıp kente inersin. Saat 13.00 geri dönüş için hazır olmalısın.
Öğretmenliği seçmiştim. Olumsuzluklar yıldıramazdı beni. Bir an önce mesleğime motive olmalıydım. Bu düşüncelerle yeni durumlara kendimi hazırlama uğraşı içindeyim. Nihayet dersler başladı. İlginçliklerle karşılaşmamak olur mu? Okula devamsızlık sorunu yok. İşte, bu durum güzel. Çocuklar her yerde güzeldir, hoştur. İster Edirne’de, ister Hakkâri’de ya da Muğla’dan Artvin’e yurdumun her köyünde, mezrasında. İnsana yaşama sevinci verir tasasız halleri, yalansız, riyasız tavırlarıyla. Çocuklarla birlikte olunca tüm olumsuzluklar uçup giderdi düşün dünyamdan. Güzel gök kubbemiz altında cehaletle savaşta utkular kazanalım istedim hep.
Gelim görün ki, durum öyle mi? On bir mahallenin oluşturduğu bir köy. Bu köyde yaşanıyor. Öykümüzdeki olaylar… Divan usulü yönetim deniyor bu köylerin yönetim biçimine. Divan denmesi Osmanlı’dan kalma bir söz. Mahalleler hayli dağınık. Aslında divanda bir muhtar, yardımcıları ihtiyar heyeti, köy bekçisi hepsi klasik köy yönetimi. Taa bin dokuz yüz otuzlarda bu divana ilkokul yapılmış. Nice öğretmenler gelip gitmiş bu köye. Çalışmışlar. Onlarla ilgili ne bir resim nede bir yazı kalmış.
Bin dokuz yüz altmışlı yıllardayız. İlk yapılan okul binası eskimiş. Gerekli yazışmalar yapılmış. Yeni bir okul binası yapımına karar verilmiş. İlden ekipler gelmiş, içlerinde mühendisler var bu ekibin. Yeni yapılacak binanın yeri incelenmiş. Köyden akil kişiler çağırılıp arazinin durumu sorulmuş. Arsa geniş, binanın kurulacak yer için seçenekler çok. Nihayet, okula ayrılan geniş arsanın tam ortasına eğimli arazinin alt tarafına bina inşa edilmiş. Okul yapılıvermiş. Ellişer mevcutlu sınıfları kaldırabilecek iki sınıflı bir bina çıkmış ortaya…
On bir mahalleden çocuklar gelecek, sağlıklı yapılan bu yeni okula. Okuyan, okuduğunu anlayan, düşünen, sorgulayan kuşaklar yetişecek. Bu kuşaklar genç cumhuriyetle barışık, çalışkan, işbirliğine yatkın, üretken yurttaşlar olacak. Bu kuşaklar, inançlara da saygılı, aydın kuşaklar olacak…
Bu anlattığım okul yapımı benim ülkem için sadece hayalî düşünceler. Bin dokuz yüz yetmişli yılların sonuna doğru bu okula atanıyorum. Divan büyük. İki okul daha açılmış bu divanda. Şimdi ben tek öğretmen olarak çalışacağım köyün en eski okulunda. Okulun yapıldığı arazi yıllar içinde santim santim kaymış. Kayma olunca daha on beş yıllık bina kullanılamaz hale gelmiş. Duvarlarda çatlaklar oluşmuş. Bina yapılırken pencereler aşırı geniş tutulmuş. Çerçeveler kolayca eskimiş, cam macunları kurumuş. Çoğu yerlere dökülmüş. Karayel, hele birde yağmur getiriyorsa siz seyreyleyin sınıflarda ve lojman binasında oluşan gölcükleri…
Bina için devletimiz yeterli tahsisatı ayırmış. Lakin o tahsisat, o para, olduğu gibi okul için harcanacağı yerde kenarından-köşesinden yontulmuş. Lojman küçülmüş, daralmış bir hücre evine dönüşmüş. Bu savlar itham değil. Mal ortada. On beş yıllık binada neredeyse ders yapılamayacak durumda!
Ders yılının henüz başları. Havalar ılık, eylül, ekim ayları içindeyiz. Kış yaklaşıyor. Okula en azından birazcık da olsa onarım gerekiyor. Muhtarla görüşmek pek olası değil. Kurumdan tahsisat almak şimdi olmaz. Milli Eğitim mevzuatı der ki, sene sonunda durumu bir dilekçe ile bildireceksin. Yazışma… Yazışma. Yazın kabul görecek. Keşif yapılacak. Karar olumlu çıkarsa, tahsisat ayrılacak. Cakkk… cak. Ölme eşeğim ölme yaz gele yonca bite… Muhtarla görüşüp köylülerle işbirliği yapalım diye kafamda planlama yapıyorum. Yakınımızda merkezi bir köy var. Bakkalları, kahvehaneleri, petrol istasyonları olan bir köy. Muhtarı ancak bu köyde buluyorum. Muhtarımız elli yaşlarında. Kendi sardığı, ortalama bir santim çapında sigaralarla tütün içiyor. Dişler iyice sararmış. Ağzında birkaç dişi eksik ve çürük dişler gözleniyor. Daha öncede okulla ilgili tamir konusunu muhtara anlatmıştım. Bu kez:
“Muhtar bey, okulla ilgili size bilgi vermiştim. Cuma günü camiye gelin olmaz mı? Cumadan sonra vatandaşlarla konuşup kendi olanaklarımızla okul için bir çalışma yapalım…” Diyorum. Muhtar beyin yüzünde fırtınalar kopuyor. Aniden den parlıyor:
“Hocam ben ne yapayım. Kimse ilgilenmez, bilirim. Bu konuda valiliğe iki tane dilekçem var. Püst (Atatürk büstü) bile istedim. Her gün her gün aynı şeyleri söylüyorsun. Bu kadar da olmaz yani…”
İlginiz gözlerimi yaşarttı denmez muhtar efendiye! Sadece,
“Muhtar bey, bu işler ses tonunu artırmakla çözülmez. Sizi rahatsız ettim, çayınızı ve sigaranızı rahat için…” Diyerek kahvehaneden ayrıldım. İşte garip köyün yalnız öğretmeni olmak işte böyle bir şey!
Muhtardan okulla ilgili olumlu bir yardım görme ümidi kalmamıştı. Bu kez velilerimle konuyu görüştüm. Sınıflarda kırık camların yenilenmesi acilen gerekiyordu. Çerçevelerin macunlarını yenileme gibi işlerimizi duyarlı velilerle birlikte çözüme kavuşturdum. Genelde halkın okula, öğretmenlere ilgisi istenilen düzeyde değildi. Vatandaşlar, okulu sadece çocuklarına okuma-yazma öğreten bir kurum olarak görüyorlar. Beş yılsonunda alınan bir diploma ile öğrencilerin öğrenim yaşamı son buluyor. Geçen yıllar içinde halkın okula, öğretmene ilgisi çok çok azalmış. Öğretmen az çalışan, aybaşında maaş alan farklı bir sınıfın temsilcisi olarak görülüyor yeni atandığım köyde.
Vatandaşların okula ve öğretmene karşı ilgisizliklerinde maalesef, son yıllarda köyde çalışan bazı meslektaşlarımın da büyük sorumlukları olmuş. Çalışmalarında köyde olumlu anılar bırakmamışlar. Zamanlarının çoğunu köydeki kısır çekişmelere ayırmışlar. Muhtar seçimlerinde taraf olmuşlar. Halkı birleştirici olmamışlar. Asıl görevleri olan bilimden, aydınlanmadan yana çaba harcamaları gerekirken bu uğurda çabaları olmamış. Öğretmen okullarında öğrendikleri idealist fikirleri köyde yeşertememişler. Köyden değil yükseköğrenim, orta öğrenime devam eden bir vatandaş bile yetişmemiş.
Dördüncü ve beşinci sınıfların çoğu güzel Türkçemizdeki yirmi dokuz sesi tamı tanıma, öğrenme şansı yakalayamamış. Birleştirilmiş sınıf okutuyorum. Müstahdemden müdürlüğe kadar tüm işler benim sorumluluğumda. Hakkını teslim edeyim; eşim çoğu kez sınıfın sobasını yakmıştır sabahları. Hızlı bir seferberlik ile büyük sınıflara okuma-yazma çalışması yapıyorum. Beş yaşındaki oğlum zamanını sınıflarda geçirirdi. Bu arada normal bir biçimde okuma-yazmayı öğrenmişti. Henüz okula kaydını yapmamıştım. Yeni okulumda da sınıfın sürekli müdavimiydi. Sınıfta, ablaları kucaklarına alır, okuma çalışmalarında ondan yardım görürlerdi.
Okul açılalı bir ay olmamış. Bir müfettiş çıka geldi. Sınıfta duvarları okuma metinleri ile bezemişim. Hızlandırılmış yöntemlerle büyük sınıflarla okuma-yazma çalışmalarına daha fazla zaman ayırıyorum. Hal-hatır derken müfettiş bey sınıfın durumunu görünce şaşırdı. Kendisi bir önceki yıl teftiş kurulu başkanıymış üstelik. Sesli sesli düşünüyordu. “Geçen yıl bu okulu kim teftiş etti ?” Diye söylenirken garip garip yüzüme bakıyordu. Gözlerinden ışık saçan benim güzel öğrencilerimin çoğunun dördüncü-beşinci sınıfta yeterli düzeyde okuma-yazma öğrenemelerinin birinci sorumlusu benim siyasete fazlaca bulaşmış meslektaşlarımdı. Bu olguda teftiş kurumu da en günahsız değildi elbet. Ben isterim ki, her veli çocuğunun durumuyla ilgilensin. Okula ve öğretmene ilgi göstersin. Okulda işler düzgün gitmiyorsa üzerine düşen görevi yapsın. Olumlu çalışmalarda katkı sunsun, olumsuzlukları da özgürce eleştirsin.
Köy halkının okula ilgisi sadece çocuklarının ilkokulu bitirmesini istemek kadardı demiştim. Vatandaşların oldukça geniş arazileri vardı. Doğum oranı düşük. Üç çocuk doğuran kadın sayısı hayli az. Bir ailenin iki erkek kardeşi varsa birisi köyde kalıyor. Diğer kardeş Kocaeli fabrikalarında iş buluyor. Orakla biçilmiyor buğdaylar artık. Geniş tarlaları traktörler sürüyor. Köyde iş bitmiyor hiç. Sonbaharın yapılan son iş, pancar sökümü. Tarlaların sürülmesi- ekim işleri, kış için odun temini.
İlkbaharla birlikte her taraf yeşillere büründü. Bir taraftan meralar. Diğer tarafta büyüyen buğdaylar. Hele buğdayların hayli boy attığı zamanlarda esen rüzgârlardaki deniz dalgası örneği sallanmaları doyumsuz güzellikler sunardı bize. Çiçeğe duran masmavi keten tarlaları, pembe gelinciklerin güzellikleri cennete eş değer görüntüler oluştururdu.
Yaz boyu ayçiçeği çapası, çayırların biçilmesi, harman işleri. İş. İş. İş. Eller nasırlaşmış, yüzler güneş yanığı. Çalışkan insanlar köylülerim. Yılları bağda-bahçede, tarlada-çayırda geçiyor. Yanı başlarında İstanbul’u görenler az. Sosyal yaşantı hiç yok. Ay’a çıkılmadı görüşünü savunanlar var köyümde…
İyi cins sığırlar, bol yumurta yapan tavukları ve hindi besiciliği derken köylülerim hayli varsıl insanlar. Hemen hemen her ailenin şehir merkezinde bir evi var. Lakin sığırlar iyi cins, bol da süt veriyor. Benim on sekiz aylık kızıma süt temin etmekte zorlandık. Bir-iki litre sütü bölmek istemiyordu komşularımız. Sütler toptan satılıyordu. Zamanla öğrendim. Batının insanının ne kadar tutumlu olduğunu gözlemledim. Her aile kalabalık en az otuz tavuk beslerdi. Lakin hayvansal besin tüketimi yok denecek kadar azdı bu yöremizde. Tavuklar, yumurtalar, sütler pazarlanır, kuruşun hesabı yapılırdı. Doğadan toplanan çeşitli yeşilliklerle yapılan pide işleri en sevilen yiyecekten sayılırdı. Çocuklara yumurta yedirin, süt içirin telkinlerimiz havada kalırdı.
Bir yıl içinde yeni atandığım köylülerimle yeterince tanıştım. Ders yılı biterken okulumda artık okuma-yazma bilmeyen öğrenci yoktu. Dördüncü ve beşinci sınıftan mezun ettiğim öğrenciler gönlümce belirli düzeye gelmişlerdi. İkinci sınıfa geçen birinci sınıf öğrencilerim de düzeylerine göre okuyup-yazıyordu. Okula-okumaya-aydınlanmaya ve öğrencilere olan uçsuz sevgim ilk yılımı çalıştığım köyümde öğretmen-veli işbirliği ve uyumunu istenilen olumlu düzeye hayli yaklaştırdı.
YORUMLAR
İBRAHİM YILMAZ
selam ve saygılar olsun yüce gönlünüze.