ÜSTGEÇİT
O kenti anımsamıştı. Derin bir iç geçirdi. Düşlere dalmak istercesine, gözlerini sımsıkı yumdu. Bir süre öylece kaldı. Hatıralar silsilesiyle baş başaydı. Yerinden kalktı. Bakışlarını güneşe devirdi. Eskilerden bir İstanbul türküsü mırıldanmanın vaktiydi.
*
Kadın, büyük bir ilaç şirketinin temsilciliğinde çalışıyordu. Rumca ve İngilizce biliyor fakat Rumcayı, anadili gibi konuştuğundan, kendisine komşu ülkeden gelen, şirket temsilcilerini şehirde gezdirmesi için bir de ek görev veriliyordu. Bu görevi bazen bir angarya olarak algılıyordu. Üstüne üstlük; bu tür, turistik gezi gibi dolanmaları, sıkıcı bulduğu da oluyordu ama eşinden iki sene evvel ayrılmış oluşu, kimi maddi zorluklar, onu böylesi bir işte çalışmaya mecbur kılıyordu.
O gün müdürü, kendisini tekrar çağırarak; ailesiyle küçük yaşta, İstanbul’u terk etmek zorunda kalmış komşu ülkeden bir misafirleri olduğunu, toplantı sonrası, mümkünse kendisinden, ona İstanbul’u gezdirmesini istiyor; tüm masrafları, şirketin ödeyeceğini söylüyordu. Meraklanmıştı. Adlandıramadığı, farklı bir heyecan ile görevi kabul etti.
Havaalanının bekleme salonuna varmıştı. Kalabalıklar arasında gözüne uzun boylu bir adam ilişti. O sandı. Adam epey uzundu. Rumca konuşuyordu. Yanına doğru gitmeye koyulmuştu ki adamın arkasından koca göbekli, duruşu ve yürüyüşüyle güven hissettiren adamı gördü. Şen şakrak birisine benziyordu. Ona Rumca bildiğini söylemiş olmalıydılar ki, önce tereddütsüz “Yasas” dedi ve ardından “merhaba” deyişiyle gülüştüler.
Havaalanının çıkışında uzunca taksi kuyruğunda beklemeye koyuldular. Nihayet sıra kendilerine gelmişti. Adam aslında takside her zaman şoförün yanına oturmayı tercih etse de bu kez kadını yalnız bırakmamak için birlikte arka koltuğa geçmeyi uygun buldu. Kadın, yumuşak bir ses tonuyla kendisine nereyi gezmek istediğini soruyordu:
“Bilmiyorum, sen nereyi istersen, oraya çünkü ben bu şehri terk edeli sanırım, elli sene oldu. Yarım asır.”
“Yarım asır mı oldu? Hayret!”
“Evet, evet bu şehri terk etmek zorunda kalışımız elli yılı buldu. Eylül’ün ilk haftalarıydı, unutmuyorum. Dükkânımız yakılmış, babam perişan bir vaziyette eve gelmişti. Okullar henüz tatildi. Hepimiz şaşırdık. Babam, artık bu yerde durulamaz, diyordu. Zaten sülalemizin yarısı, Mübadele yıllarında bu şehri terk etmek zorunda bırakılmışlardı. Oysaki ne güzeldi babamın işi. Evet, bir sonbahar günü terk ettik bu güzelim şehri. Vapur, yavaş yavaş boğazdan ayrılırken çektiğim acıyı, hiç unutamıyorum. Babam gözyaşlarına boğuldu. Annem, kız kardeşim hepimiz birbirimize sarıldık. Bizim gibi yüzlerce insan birbirine sarıldı. Vapurun düdüğü, acı acı ötüyordu. Boğazdan sıyrıldı. Marmara’ya doğru, nazlı nazlı Adalar belirdi. O güzelim yerler, çocukluğumda mesirelik olarak gezdiğimiz yerlerdi. Kısa kısa anıları kaldı aklımda. Çoğunu hatırlamıyorum bile ama bugün belki, kısaca seninle dolaşırsak, tekrar bu anıları tazelemek isterim.”
Kadın, şaşkınlığını gizleyemedi. Kendisi de anne ve baba tarafından üçüncü kuşak Mübadildi.
“Evet, çok acılı yıllardı o 1924-1959’lu yıllar. Zor da olsa bunlar atlatılmıştı. Geride bıraktığımız günler kaldı İstanbul’da. Günler, günler… Çok az insan kaldı.”
“Evet, bizden çok az insan kaldı,” dedi kadın. Güldüler.
“Evet, bizden çok az insan kaldı.”
“Öyleyse seninle nereyi gezelim istersin? İstersen, bir Boğaz gezintisi olsun, ne dersin?”
Adam “hay hay” dedi, “tercih senin.” Yine gülüştüler.
Kadına karşı kendini çok sıcak hissetmeye başlamıştı. Kadın, pantolon giymişti o gün. Bir de üzerinde oduncu gömleğini andıran, kısa kollu bir gömlek vardı. Gayet doğal giyimliydi. Erkek de öyleydi. Sanki büyük bir şirketin temsilcisi değilmiş gibiydi. Gayet rahat bir insandı. Bu rahatlığı, kadına huzur veriyordu. Kendini sıcacık hissetti. Yanına biraz daha sokulmak istese de geriledi, çekindi, utandı. Gülüştüler. Adam, kalın gözlükleri ardından bir yandan kadını süzüyordu. Doğrusu onu beğenmişti. Profili hoştu. Kulağında, kedili küpecikleri vardı. Adam, gözleriyle onları okşadı. Evet, kendi insanı kokuyordu. İçinden öyle geldi. “Urum güzeli,” dedi, sezdirmeden gülümsedi. Bir şey söyleyemedi.
İstanbul’un yoğun trafiğine karşın o gün sanki her şey kendilerinden yanaydı ve trafik rahat akıyordu. Kadın, aniden taksiciye:
“Beyefendi, burada durur musunuz?” deyince taksici, şaşırdı. ‘Beyefendi!’ “İstediğiniz yerde durun, isterseniz,” diyerek sözlerini yineledi.
“Peki hanımefendi,” dedi taksici.
Şoför, belki alınmıştı ama kadın, bunu fark edemedi.
Taksiden indiler. Kadın; sahilden gelen sıcak esintiden mi, adamdan duyduğu huzurdan mı kendisini, bir başka mutlu hissediyordu.
Köşede bir büfe vardı. Büfeci posbıyıklı, kalın kaşlı, gerdanı çıkmış, iri yarı bir adamdı. Kadın, heyecanla büfeciye yaklaştı:
“Beyefendi, üstgeçide nereden gidilir?” dedi. Adam şaşırmıştı! Karşısında kendisine ilk kez ‘beyefendi’ diyen birisi vardı. “Beyefendi, üstgeçide nereden gidilir?” Sanki: “Üstgeçide nereden gidilir; gel, göstereyim!” diyecekti.
Kadına alaylı alaylı baktı:
“Hanımefendi, görmüyor musun? Elli metre ileride üstgeçit. Şuradan girip, oradan çıkacaksınız üst taraftan!” dedi. Kadının yüzü kızardı, utanmıştı. Gerçekten görmemişti. Niçin görmemişti ki? Evet, Rum temsilciyle, sıcak sohbetin havasına mı kapılmıştı? Görememişti üstgeçidi.
Adama teşekkür etti. Büfeci gülümsedi.
Beraber yürüdüler. Merdivenleri tırmandılar. O kadar ağır yürüyorlardı ki, sanki zamanın geçmesini istemiyorlardı. Sanki zaman, orada kilitlenmeliydi, durmalıydı. Bir saat, bin yıl gibi. Evet, evet! Ne olurdu sanki zaman bu denli hızlı geçmeseydi, güneş batmasaydı.
Üstgeçidin tam ortasında durdular. Kadın aniden yerde oyuncaklar sermiş bir adam gördü. Çocuksu bir sevinçle:
“Tavşanları çok severim,” dediğini fark etti. Kadındaki bu coşkulu sevinci görünce:
“Ben de fareleri.” dedi. Adam eğildi, bir tane tavşan ve bir fare aldı. Kadına verdi. Oyuncakçıyla Rumca konuşmaya başlayınca, kadın şaşırdı:
“Nereden bildin onun Rumca anladığını?”
“Yüzüne baksana,” dedi. Güldüler.
Üçü birden güldüler, sohbet ettiler. O adam da Mübadele yıllarında gelen bir ailenin torunuydu. Karşılıklı mübadele edilmişlerdi; Rumlar Anadolu’ya, Anadolu’dakiler de Yunanistan’a. Rumeli’nden gelenler de Anadolu’ya yerleştirilmeye başlanmıştı. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yılları, Mübadele yılları, acılı yıllar. Oyuncakçı, bunları anımsamadı. Gökyüzüne baktılar. Üçü birden.
Martılar bir anda havalandı. O bilindik çığlıklarıyla, güneşi yakalayacakmış gibi aceleciydiler.
Üstgeçitten yavaş yavaş aşağıya indiler. Merdivenlerin bitiminde bir kadın, Çingene bir kadın, el falı bakıyor, bir genç, midye dolma satıyordu. Burasını Atina’ya benzetti adam:
“Sanki, Atina’da geziyorum.” dedi.
Kadın güldü: “ Evet,” dedi, “ben de iki kez gittim; beş sene evvel bir de on beş sene evvel. O zaman gençtim.”
“Tekrar gelmeyi düşünüyor musun Yunanistan’a?” diye sorunca:
“Niye olmasın?” diye yanıtladı kadın. “Belki bir gün, belki gelecek sene. Başka bir zaman belki.”
“Evet, ne güzel olur. Belki, orada buluşabiliriz.”
“Neden olmasın?” diye, yanıtladı kadın. Yüreğini sımsıcacık bir his kapladı.
Bakıştılar. İkisinde de çocuklar gibi bir heyecan öyle belirgindi ki... Üstgeçidin altından yavaş yavaş ikiye ayrılan yolda, yürümeye başladılar. Adam yürürken, sanki dans ediyordu. Kadın da öyle. Kadın elindeki kamerayla, sürekli etrafı çekiyordu. Adam, çok hoşlanmıştı kadından.
Deniz kenarına gelmişlerdi. Kadın:
“Denizotobüsü ile mi gitmek istersin, yoksa bir taksi mi tutalım, deniz taksi?” diye sorunca:
“Benim için, her şey normal ama vaktimiz, senin vaktin vaktimiz var mı, böyle bir gezintiye? Evet, güneş batmadan, otelde olmalıyım.” yanıtıyla kadın, biraz burulsa da belli etmemeye çalıştı.
Güneş batmadan otelde olmalıydı. Kadın saatine baktı. Kadının sol kolunda, bileğine çok yakışan, irice bir saati vardı. Öyle sade giyinmişti ki, peri kızı gibiydi. Adam, gözlerini ayıramıyordu kadından. Nedenini bilmediği bir çekingenliği de yok değildi.
Deniz taksiye bindiler. Kaptana; “yavaş git,” dedi kadın, “yavaş!” Adam, bir yandan Boğaz’daki yalıları seyrediyor, bir yandan babasından dinlediklerini, İstanbul’daki yaşantılarını, İstanbul’un, o güzel mozağini anlatıyordu. Rum, Ermeni, Portekizlisi, İtalyan, Fransız, Arap, İranlı ve Musevi…“Onların hepsi, şimdi nerede?” diye sordu kadına. Kadının yüzüne acı bir gülümseme yayıldı: “Çok zor, bulamazsın.” dedi. “O mozaik çoktan dağıldı, parçalandı. Keşke daha evvel gelseydin, birkaç gün önce, seninle gezme fırsatımız olsaydı, o mozaiğin kalmadığını görecektin.”
“Ama ileride belki.” dedi, adam. “İleride belki.” Tebessüm etti. “Belki geliriz.” Kadın, “geliriz” sözcüğüyle bir an duraksadı:
“Geliriz…”
Gözü adamın sol eline kaydı. Alyansı vardı. Evliydi. “Gayet normal değil mi?” dedi içinden. “Evli bir adam, iş adamı, zengin; istediği yere gidebiliyor, gezip tozabiliyor. Yaşamı, orada belki çok parlak ama niye İstanbul, niye buraya yeniden dönmeyi, bu şehri yeniden görmeyi istedi?
Adam, her tarafı, iştahla izliyordu. Sanki günlerce aç kalmış bir insanın, masadaki yiyecekleri sabırsızlıkla izleyişi gibi, Boğaz’ı izliyordu. Oysaki hiçbirini hatırlamıyordu. Babasını ölmeden getirebilseydi, babası da görebilseydi, annesi de görebilseydi. Maalesef. Onlar İstanbul’dan Atina’ya göç ettikten birkaç sene sonra ne yazık ki bu dünyadan ayrılmışlardı.
Saatler, o kadar çabuk geçmişti ki, güneş yavaş yavaş şehri terk etmeye başlamıştı. Karaköy’de durdular. Haliç Köprüsü’nün sağ tarafındaki balıkçıda, adam balık yemek istedi. Beş liraya iki balık-ekmek aldılar, gülüştüler. Bir müddet fıçılarından yapılmış, oturaklara oturdular. Konuşmaktan balık-ekmeklerini yiyemiyorlardı. Sohbet öyle koyulaşmış ve kadının yüzü o kadar güzeldi ki; adam, hayran hayran bakmaktan kendini alamıyordu.
Yavaş yavaş yürüyerek, köprünün başına kadar geldiler. Aniden, adamın telefonu çaldı. Evet, karısı arıyordu. Yarın sabah erken bir vakitte, Atina’da olacağını söylüyordu. İyi akşamlar dileyerek, telefonunu kapattı.
Suskun suskun bakıştılar. Güneş batmak üzereydi. Bir müddet, Haliç Köprüsü’nün korkuluklarına yaslandılar. Adam, bir taksi çağırdı. Taksi, fren yaptı, aniden durdu. Adam sanki kaçarcasına taksiye yöneldi. Kadın, onun elini tuttu. Adam, öbür eliyle kadının elini sıktı, avcuna bir şeyler sıkıştırdı ve hızla taksiye bindi. Gözleri buğulanmıştı. Taksi, duraksamadan uzaklaştı.
Kadın uzun süre, taksinin arkasından baktı, baktı. Ardındaki güneş, onun gölgesini, yavaş yavaş uzatıyordu. Tüm gölgeler, Haliç’e doğru uzanmıştı. Haliç’in üzerinde, minare gölgeleri seçiliyordu.
Kadın, Haliç Köprüsü’nün korkuluklarında doğru yöneldi. Elindeki balık ekmeğe bir süre bakakaldı. Ekmeğin arasından kafası yarım ısırılmış hamsiyle göz göze geldi. Mahzunlaşmıştı. Birden adamın avcuna bir şey sıkıştırdığını ansıdı. Parmaklarını araladı. Bir otel kartıydı. Yazıları okudu. Karaköy’de bir otel adresiydi. Adam, avcuna, kaldığı otelin kartını sıkıştırmıştı. Haliç’e döndü, baktı. Başında, martılar uçuşuyordu. Sanki her biri dans ediyordu. Belli ki elindeki ekmeği fark etmişlerdi. Martılara baktı. Şefkatle baktı: “Ne kadar açlar!” dedi. Ekmeği böldü, parçaladı yavaş yavaş balıklarla beraber, havaya fırlattı. Martılar, havada kapışıyorlardı! O minicik ekmek parçacıklarını, balıkları havada kapışıyorlardı. Kadın en son ekmek parçacıklarını da özenle böldü; elindeki, otel kâğıdını da parçaladı, fırlattı. Martılar, çılgınca dans ettiler. Gölgeler uzadı, uzadı, uzadı. Güneş hasret burcuna inceden girmişti.
Sahilin öbür yakasında, büfeci Ömer ağa, o sırada berbere gitmiş, tıraşını olmuş, kaşlarını kestirmiş, bıyıklarını düzeltmiş, kulağının arasındaki bütün kılları aldırtmıştı. Yumurta gibi olmuştu yüzü. Hemen eve gidip, en yeni elbisesini giyindi. Büfenin önüne gelip, beklemeye başladı. Etrafı, gözleriyle araştırıyordu. Birisi gelip, birisi gelip bir şeyler soracak mı: “Beyefendi, üstgeçide nereden gidilir?” diyecek miydi?
Evet, ilk kez birisi ona ‘beyefendi’ demişti. Üstgeçide nereden gidileceğini soracak bir kadın, yine gelecek miydi? Evet, herhangi bir kadın değil ama, o kadını düşledi. O sarışın kadını düşledi: “Üstgeçide nereden gidilir, Beyefendi? İlk kez birisi, ‘beyefendi’ demişti. Şoförler “Ayı Ömer” derlerdi ona. Karısı da kızdığı zaman “ayı!” diye bağırırdı. İlk kez birisi ona ‘beyefendi’ demişti ya, “hey gidi Ömer efendi” dedi kendi kendine, ardından “Ömer Beyefendi.” diyerek, güldü.
Yakasını düzeltti. İlk kez kravat takıyordu. Üstgeçide doğru, derin derin baktı. Sağına soluna bakındı. Kimseler gelmiyordu. Hep bekleyecekti o’nu.
Büfeden karısının sesi geliyordu: “Ayı, nereye kayboldun gene!”
Büfesinin önündeki elektrik direğinin dibine çömeldi, tabakasından bir cıgara sardı..
Kravatını gevşetti.
Derin bir iç çekti, bir iç daha.. Küfredercesine yere tükürdü..
Tükürüğünün üzerinde oynaşan tütün kırıklarına bakarak gülümsedi...
Volkan Kemal
19 Ekim 2013
YORUMLAR
Şehrin, günlük keşmekeşinde; bir üst geçidin basamaklarını, soluk soluğa çıkarken bir an durup adımlanmaktan aşınmış taşlarına, dokusuna, bariyerlerine o şehrin hemen her katmanından taşınan yaşanmışlıkları duyumsamak; duygu yoğunluklarıyla etkileyici, düşündürücü idi.. Martıca selam olsun..
Volkan70
yorumunuza icin tesekkurler
dostlukla hep