- 379 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ruhsal özgür bedenim olmalıydı…
Terk ettiğin şehirde körü körüne bir yaşam bu.
Bazen geceye öksüzleşerek girer insan, sadece konuştuğu ruhudur ki işte o zaman anlar geceyle yalnızlaştığını...
Tüm maviliklerin siyahlara bürünmüş, nefes almalar bunlar…
Sessiz, içine dönük ve geçmişin pür telaşından uzak, bir puslu mavi dinginlik içinde beden salınımları bunlar….
Çoğu zaman öksüzleşmiş duygular, çoğu zaman sinmiş geçmişin tüm karartılarından uzak, yalnızlaşmış bir bedenin ruhsuzlaşma korkusu ile başı boş anı dalgalanmaları bunlar…
Sen ve ben mavi bir evrenin düşlediğimiz mavilikteki umutlu çocuklarıydık.
Kah hüzün, kah endişe, çoğu zaman da kendimizi bir birimizin gölgesine atmış, bir birimizden aldığımız güçlerle, nefes alırken, tek düşümüz mavi bir yaşamın, mavileşmiş düşlerinde el ele olmaktı…
Yorulmuştu sensizlikteki düşüncelerle bedenim. Sen umudu olmuştu yaşama dahil düşünceler. Geriye kalan boşluktaki düşüncelerle dolaşmalardı…
Aslında sen varlığı el yordamı ile tutunduğum olmalıydı…
Bir yarın, birçok yarınlarla ve de gelecek umutlarım olmalıydın. Düşledim, düşledikçe düşüncelerde tutuklu oldum. Sendin el yordamı ile tutunmak istediğim, çünkü sen uçup duruyordun, ben sana el uzattıkça kayboluyordun…
Sevdaya dahil olmuş kısa bir yaşamdı. Dün yoktu, yarın da yok olacaktı. Aslında sadece an ve anlar yaşanmıştı. An an gülünmüş, anlar boyunca ağlanmış. Hüzünle dolanmış beden ve hüzünle besleniyordu aslında o kısa anlarla yürekleri…
Yaşamın içine bir defa hüzün girmişse, eğer, çocukken başlar hüzünde yaşam dönemleri, hüzne çocukken alışır insan, çocukluğu hep gamla beslenmiş, çoğu zaman çıplak ayakları toprağa değdikçe, hüznü bile tanıyamadan alışır ayak parmakları ile hüzünle dolaşmaya ve de hüzünle beslenmeye…
Belki de yarınsız hayatların başlangıcı hüzünle oluyordu. Ama sevgide hüzün hep beşleyici olmuştur. Nefes almalarda aslında en büyük hüzün gidişlerle başlardı.
Gitmeler hüzünlü gam kuşlarını uçururdu, amalardan ve hayat bu çıkmazlarla boğulurdu gamlanmaya…
Çocukluğumuzdan başlayıp yaşımın son nefeslerine kadar hep hüzünle besleneceğiz galiba…
Artık bir gece olmalı karanlığının içine dalıp, tüm benliğimle sığınmalıyım.
Yaşantımın tüm gizemlerini ve özlemlerini sevmeliyim, geceye sadece kendime, kendim için var olmalıyım, gecede…
Dünlerden kalan gecelerdeki acılanmalarımdan kendimi tecrid edip, gecenin kendim için efendisi veya kahramanı olmalıyım. Tüm korkulardan, tüm tıkanmış isteklerimden uzak.
Sadece kendim için, kendi varlığım için muhlis ve dingin saatlerin içinde kısım kısım uyuklayıp, kısmen arınmalıyım tüm eski korkularımdan…
Eski karamsar düşüncelerimden. Sadece tek bir geceye sığdırmalıyım hayatım boyunca düşlediğim mutluluklarımı…
O gecenin duvarlarının içinde geceye uzanan alan duvarları içinde hiç sızlanmadan, hiç kesik kesik korkulu düşüncelerele boğuşmadan, kendi adıma kendi isteğimce, dolaşmalıyım o duvarların etrafında, ne zamanı, ne de zamanın içinde koşan saniyeleri benimsemeden, uzun nefesler almalıyım, kendimden korkmadan…
Dünlerin kasvetini, dışlayıp, cesaretin o benzersiz gizemiyle hızlanmalı nefeslerim telâşsız ve de derin…
Neden saklanıyordum gecenin duvarları arasına?
Çünkü duvarların arkasında hep, her gece ağladım. Hep birileri için veya en çok biri için çenelerimi sıka sıka ağladım. Hep birisi izin verdikçe, geniş nefesler aldım.
O hep hep, “ağlamayı bırakıp, bu gece kendimiz için avazımız çıktıkça gülelim ki ikimizin gülüşünde yine ikimiz kalalım” derken, söylemek İstediğiydi veya gülme yetikliği…
Ne kadar çok özlemişim gecenin içinde kendim için gülümsemeyi veya kendime gülmeleri hediye etmeyi…
Çünkü duvarım benimdi, benim hududumdu. Dışardan oraya kimse giremezdi. Kimse hayatımı dağıtacak etkenleri bana yapıştıramazdı…
Kimse hayâllerimi küçültemezdi. Ve kimse kendi hayâllerim ile derin nefesler almamı engelleyemezdi. Orası, etrafı duvarla çevrilmiş benim sahip olacağım özgürlüğümdü. Korkusuzca ve de korunmalı bir şekilde güleceğim, güldüreceğim zamanları saklayacaktı…
Değil miydi duvarların arkasında bir etkim ruhsal baskı yeri ve acılanma yeri…
Ama hayâldi, işte hayâlle gülmelere giden yolu denemekti. Veya dar cepheler bile olsa kendi kurduğun yaşam yerinde başkalarının yıkıntılar bırakamayacağı bir nefes alanıydı. Kendimce istediğim, kimse benim ruhumu deşip, bana dar alanda nefes alma şartını benliğime yüklermemeliydi benliğimei…
Galiba bunun adına bir gecelik bile olsan “ruhsal özgür beden” deniliyordu…
Ve ben bu ruhsal özgür beden için bir ömrü feda ederken, elde edebildiklerimle nefes aldım, taki sevgili sen gelinceye kadar…
Günlerin bazılarında güneş bulutların arasından ışıklarını salarak geç sıyrılır, …
Bazen geç ısınır insanın omuzları ile içi. Bazen, güneşin ışığı, insanın bedenine geç gelir… Bazen de insan rüyalardan geç uyanır. Ve unutur olur bazen hangi rüyada ağladığını…
Aslında uzun yıllar sürer bu uyanıştaki geç kalış ağlayanlarda. Çoğunda tek bir rüya karesi vardır, ki insanın omuzları sallana, sarsıla ağlar. “Neden bu hayata her şeyde geç kalıyorum.” Diye?
Çoğunda geç kalan anlar yaşarız, beden sarsıntıları ile ve küseriz hayatın bu yanına hep bu tersliklerle gelenler canımızı yakar diye…
Çoğunlukla geç kalırız sevmenin ağır bedenlerini ama aslında unutamadığımız geç gelmiş mutlulukların nefes almalarıdır...
Hep pişmanlıklar bu geç kalışlarlayaşanır. Ve bir ömür çıkmaz içimizden,işli nefes almalarımızla…
Hayat uzamış acılarla yaşayan sevmelerle hep sınamıştır aslında bizi…
Kıymetini bilemediğimiz sevda zamanalarının arasına sızan mutsuzluklar, daha sonraları hayat boyu yaşanacak pişmanlıkları yaşatır insana.
Ve biz geç kalan sevdanın unutulmaz hazları ile bir ömür süran pişmanlıklarını kendimizi kendimizce haklı görerek düşleyip ve vahlarla geçiririz ki artık sonu gelmez pişmanlıkları dövünerek yaşarız ki pek de mutlu olmayız…
Bazen geceye öksüzleşerek girer insan, sadece konuştuğu ruhudur ki işte o zaman anlar geceyle yalnızlaştığını ...
Geceye selam olsun, son bakışımı yüzüne yapıştırmadan almasın seni bakışlarımdan, saklamasın benden seni, belki de son bakıştır bu karanlıkta eriyecek, vedasız gidişlerin sonunu bilirim hep eriyerek gitmek olur…
Bana bu gün şans dile sevdiceğim, biliyorum gözlerine bakamıyorum, ama önemsemeden gene de bunu, nasıl olsa yüreğimizle gözlerimiz bir yerlerde birleşir, yeter ki sen beni düşün, ben hissederim bunun bir şans olduğunu bu labirentten çıkmak için...
Bir gün, şüphesiz bir gün, yaşamın sesinde senin de nefesin var olduğunda, yaşamda kaldıkça, sen de bir gün benim için bir müzik seçeceksin ki, işte o an nefeslerimiz, gök kubbe altında birleşecek şüphesiz, işte o kısılmış nefesimi tanıyacak ve için burkulacak şüphesiz...
Belki de inanarak beklemek bu, bir umut, bir tutsaklıkla nefes almalar, geceye sahip olup, yarınlara umut saklamak bu ama yaşamın son istekleri gibi aslında bunlar, hepsi umuda dahil olmuş, kıraç ve sığ bir yalnızlık bu, umul ve umut olmasından başka, sadece kendinden emin olmak, sabırla beklemek.
En soğuk ve de hırçın anlar olsa bile...
Yasak bir şehrin sokaklarındayım. Ellerim ceplerimde, umarsız bir bakış ertesinda, sert bir of çekişle bir çığırtksnlık edasıyla, vay be hayat diyorum…
Koca şehrin varoşlarına…
Sanki yıllarım buralarda geçmiş gibi, şehrin değişime uğramış yollarında ürkek adımlarla yürümeye çalışıyorum…
Başımın üstünden sanki ağır bir film çekimi gibi, kanatlarını açmış bir martının akgöğsü rüzgarla tüyleri bir birine yapışmış gibiyken geçti üstümden ve gözlerim ardından onunla beraber gitti…
Ne kadar da çok özlemişim bu şehri… Oysa kaç ay geçti buradan ayrılalı ve nereye gideceğimi bilmeden oto yolda buldum kendimi…
Aslında her şey hep, uzakları sevmemle başlıyordu. Bu yollara düşüp, yaşamın içinden kayboluşum ve yalnızlık kulvarlarında başı boş dolaşmam…
Yine sebebini bilmediğim ve niçin yollara düştüğümü belli etmeden kendimi garip bir şarkının notalarının ezberlenmiş kısmını ıslıkla çalıyorum radyonun akustik sesine iştirak ederken…
Yollar ve kıyılıklar, hiç vaz geçmediğim istekler. Niçin yollardayım. Aslında biliyorum ama cesarfetim yok kendime itiraf etmeye…
Ne zaman içime özlemler doluşsa, yolların kıvrımlarında bulurum kendimi.
Sanki bir istek, sanki bir tılsım var bu gizemli gidişlerin içinde…
Ne kadar çok yazdım bu öykülerin yol haritalarını…Belirsiz taraflarını kendime itiraf edemiyorum ki nerede olduğumu sadece senli gittiğim yerlerdeyim derken…
Ama bu sefer uzun süreceğini tahmin etmiyordum. Belki iki gün, belki de daha az diyordum, kendimden sakınarak zaman ölçüsüne…
Eskisi gibi hız yapamıyorum, ama kurallara ciddi biçimde uyuyorum. Yollara ciddi dikkatlerle aşılmalıydı, bunu çok iyi biliyorum…
Yaşamın içinde paldır küldür yaşamışız, her gelen güne merhaba derken incecik bir düşle uyanmışık yeni güne, yarınları düşlemişiz yaşamak için , tüm acılanmaları, beden acılarımızı saklamışız kendi içimize ve bir gün yarın olduğunda gülümsemişiz pencereye.
Aslında yolları kısaltmak mümkün değildi…
Bu sefer İzmir merkezine göre kuzey batıya gidiyorum…
Kuzey batı uçsuzlukla uzayacak bir yol çizgisi. Aslında uzun yıllardır yalnız başıma yaşadığım bu yol çilelerinde kalışımla alışmıştım artık araçta sensizlikle sessizleşmeye…
Araçta sensizliğin olgusunda nefes almaların da bir mecburiyet olduğunu öğrendiğim günden beri, şikayet etmeden, basıp gidiyorum yolların haritasından…
Ne aradığımı biliyorum. Ama niçin aradığımı bilmiyordum. Senliyken beraberce nefes aldığımız beldelerin nefeslerini özlüyordum ve oralarda var olmak istiyordum ama bu öfkeli, senden sonraki yaşamımla, niçioralara gitmek istediğimi bilmiyordum…
Tamamen kurgusuz, plansız, sadece tesadüflere bağlı bir konaklama düşüncesi ile yollardayım.
Eskiden, yani senli dönemden kalan İbrahim Sadri ve Kaya Han şarkıları ile devam eden yolculuğumda elbette yeni yeni kasetler de elde etim yolculuklarım için…
Ama anladım ki, bu yolların ilk başında hasret duygusu ve anı tekrarı isteği öne çıkıyor…
Olsun dedim kendi kendime, başı ve sonu belli olmayan bu gidişin içinde hasret olmaması mümkün müydü?
Bu sefer yola çıkmadan, kendime rağmen, senin bir resmini aldım mont cebimde varlığını hissediyorum nedense. Düşüncemde binlerce sorunun yanında tek soru öne çıkıyordu. Nasıl hazmedilecekti bu senin gidişin ve buna bağlı sorulara cevap arayışım?
Kısadan tek cevap veriyorudum, “boş ver, n4asıl olsa dünyanın da sonu var, nereye gitsen döneceğin ilk gitmeye başladığın hareket noktasına dönüş yeri var…”
Beşköşeli Deniz Yıldızı hızıyla dolaşıyorum derinlerin düşlerinde...
Garip bir duygu ve sert bir cevap ki, suskunluk yaratıyordu kendi duygularınla beraber…
İste bu duygularla, sarsıla, sarsıla, avazım çıktığı kadar bağırmak, bağrınmak istiyorum…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.