- 662 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'sins, pain and fire'
Gözlerim her tarafı beyazla kaplanmış bir odaya açıldığını sanıyorum. Hayır, beyaz olduğunu sandığım şey benim vücudum. Üzerimdeki beyazlığın ne zamandır üzerimde olduğunu hatırlamıyorum. Duvarlar da beyaz. Tavan da kireç olmalı, o da beyaz. Yastığı, çarşafı göremiyorum. Küçük bir televizyon var. Onun rengi siyah. Başka bir yatak daha var. Yatağın üzerinde kısa boylu biri yatıyor. Sırtı bana dönük. Ne kadar kötü, kıçı açıkta kalmış ve böyle uyumaya devam ederse üşütecek. Biri ona yardım etmeli. Ben bu konuda yardımseverim ama genelde yardım etmem. Hem yardım etmenin gereği yok. Ne zaman birine yardım etsem, yanlış anlaşılıyor.
Osman oturmuş, bankın üzerinde gazetesini okuyor. Bir Allah’ın kulu yok, sahilin en uç noktasındaki bank. Zayıf, kara kuru bir kedinin kuru, koyu yeşil renkteki baba demiriyle bir türlü hesaplaşamadığı davası olmalı. Nihayete ermeyecek bir uğraştan bahsediyorum. Kedinin tırnaklarından biri kırılmış. Geçen girdiği balık kavgasında kırılmış olmalı. İnce montunun rengine bakıyor. Çoğu yeri morarmış, son raunda kadar gelip, nakavt olacak bir boksörden farkı yok. Osman onu bir gün çöpe atacak. Bazı şeyleri çok geciktiriyor. Gazete elbette bitmeli ama her satırını okumak zorunda. Böyle bir zorunluluğu ve işi yok. Aslında onun hiçbir zaman işi olmadı. Şimdi de yok. Olması için bir sebebi olmalı. Elindeki, metal kapaklı telefonu ters çeviriyor. Şimdi telefon ters ve kendi fotoğrafını çekiyor. Bazı telefonlarda kalitesi çok kötü de olsa, ön kamera denen bir melet var. Bu telefon promosyondan ona geldiği için, hiç düşünmeden telefonu denize fırlatabilir. Hayır, atamaz. Evet, atabilir. Biz onun işine karışamıyoruz ama gazete bir türlü bitmiyor. Telefon geliyor Hanife’den. Bu ses çok yumuşak ve insanın öfkesini alıyor. Kedinin babayla işi bitmiş olmalı, kıyıdaki çekirdek kabuklarına basarak ağır ağır yürüyor. Ağırbaşlı bilge kedinin anlatmak istediği bir şeyler var. Önce denize doğru bakıyor. Sonra uzakta bir dalga köpüğünün yoğunluğu dikkat çekmeyecek şekilde kendi çevresinde son buluyor. Aynı hadise saniyeler içerisinde başka bir noktada gerçekleşiyor. Bilge kedinin yapacak daha önemli meseleleri var.
Hanife’nin sesi tatlı, Osman ismini sevmiyor genç kadının. Bir gün diyeceğim diyor, ‘senin ismini kim koydu?’ Sorunun yanlış olduğunu hemen anlıyor. Bu bir cümle olmalı, hoşnutsuzluk belirtebilir. ‘İsmini sevmiyorum.’ İsmini sevmiyorum cümlesini kullanırken, genç kadına ismini söylemiyor. Okuduğu gazetenin on dördüncü sayfası önünde açık. Resim ne kadar da az ve kalitesiz bir kağıda sahip şu gazete. Gazetenin üst tarafındaki boş alana şunu yazıyor tükenmez kalemiyle:’ Aklının zarını kim yırtacak Hanife?’ Hanife’nin tatlı burun delikleri var. Deliklerin etrafındaki yumuşak tabakanın tadı inanılmaz. Her insanın ayrı bir mukoza tadı olmalı. Hanife’nin burnu çok güzel ama dudakları eski demir tencerelere benziyor. Biraz geniş, yayvan ve hatta sarkık. Alakası olmalı, olmasa da Hanife bunu bilmemeli.
-Eyvah! Tencerede yemeğim vardı. Yandı, vallahi yandı!
Hanife kocasına çok tatlı sarılıyor. O kadar tatlı sarılıyor ki, insan üçüncü baklava diliminden sonra tiksinse de, Hanife’nin sarılmasından tiksinmez. Hem hafif de! Minyon tipli olmaması onun için bir avantaj. Hem minyon tipli olanların şansı genelde yaver gitmiyor. Osman’ın aklından bunlar geçerken, Hanife’nin kocasını aldatmasına dayanamıyor. Aklında deli sorular ama hiçbirini soramayacağını biliyor. ‘Ne istiyorsun?’ Bu başlangıçta birini sorgulamanın anahtarıdır. Belki de bismillah gibi bir girişte olabilir ama ikinci soru yadırgayıcı bir kelime dizimiyle kurulmamalı. Hanife’nin insanı delirtebilecek yumuşaklıkta ve sıcaklıkta:’ Canım, seni özledim.’ Hala sayfa on dört. Osman yazıyor:’ Benden ne istiyorsun?’ Hanife telefonda iç çekiyor, ‘biliyor musun canım, sen olmasan ben, belki de çoktan ölmüştüm.’ Mavi tükenmez kalemin bugün çok çekeceği var. ‘İntihar mı edecektin? Yalancı! Kabul et, sen üslubu olan bir oropusun!’ İşte bu olmadı. Direkt konuya küfürle giriş yapılmamalıydı. Hem Hanife her ne kadar ruhunda karmaşalar yaşasa da, o potansiyel bir anne. Erkeğini tensel olarak kandırmıyor. Sadece birini, hiç tanımadığı başka birisini sevdiğini söylüyor. Osman ellerindeki damarlarına bakıyor. Kan hücum ediyor. Damar çeperlerindeki basıncın artması, kalbinin de hızlı çalıştığını kanıtlar nitelikte.
Bilge kedinin ağzında küçük bir balık; kaygan ve ölü! Şanslı kerata, nerede nasıl davranacağını iyi biliyor. Başını sallayıp, selam veriyor. Osman bu selamı almıyor. Görmüyor. Yaşlı bir adam, elinden tuttuğu bastonuyla beraber bankın yanına doğru kendini sürtüyor. Zor bir yolculuk bu. Kim bilir evi ne kadar uzaklıkta. Böyle insanlar için kaldırımlarda yürüyen yapılmalı. Yürüyen kaldırım aslında çokta kötü bir fikir değil. İnsanlar yürüyen kaldırıma alışabilir ama hayvanların pek ısınmayacakları kanaatindeyim. Kuşlar bu kaldırımların her birine bir gün sıçacaklardır. Elbette birkaç kedi arkadaşlarını toplayıp, olayın kendileri lehine sonlanması için sabotaj yapabilirler. İnsanlara sabotaj ha! Bilge kendiler bunları önceden duymadıkları için o anarşist kedilerin gözleri oyacaklar. Feci bir son! İki gözü birden alma hakları bile var ama iki gözü olmayınca bir kedinin yaşama hakkı da olmayacağını iyi biliyorlar. Bazıları bu anarşist kedilerin cinsel organlarına hücum ediyorlar. Üreyememek kötü bir son. Yaşarken bir kadının veya erkeğin üreme fonksiyonunu yerine getirememesi berbat bir şey. örümcek öremeyen ağdan farklı gelebilir ama yaşamak, bir tür yaşatma çevresinde genişlemiyor mu? Osman gazetenin on beşinci sayfasını açıyor. Üst köşe yine boş. Alan az ama kısa cümleler kurabilir. ‘Beni seviyor musun canım?’ Ah Hanife, sesin, pamuk kadar yumuşak ama beni kandıramazsın:’ Sen bir şeytansın!’ ‘Umre’ye gittiğimde canım, o kadar güzeldi ki oralar, canım bana bir ilahi okur musun?’ Hayret ediyor yazdıklarına. İşte şimdi bir ateistin bile hayret edebileceği birkaç cümle yazabilir. Çok kısa bir cümle yazıyor olmalı. Kimse onu görmemeli. ‘Yalvarama!’
İki genç kız etek boylarını daha kısa tutacakları günü konuşuyorlar:’ Mezuniyet balosu.’ Birinin adı Arzu, diğerinin Ayşe. İkisi de zayıf, soba borusu gibi bacakları var. Bu boruların zayıflıkla alakası yok. Kıçlarındaki mermer sertliğinin kimseye faydası olmadığı gibi. Üst taraflarda, zeytinlikler arasında kızlıklarını yitirecekleri günün özlemini çekiyorlar. Ali olsaydı, her şeyi Osman’a anlatsaydı. Emre de bu konu da hünerli, ancak kimse Aytaç kadar başarılı değil. Mehmet istediği kadar Aytaç’tan bahsedebilir ama giydiği jean pantolondan rahatsız oluyor. Etek giyince, bu sefer etek boyu kısa. Üç tane, etleri iyice sarkmış ve derileri balık pulu gibi güneşte yanıp başkalaşım geçirmiş kadınlar ‘karışmayın kızın etek boyuna’ diyorlar. Eski kasa bir arabanın (metalik gri renkte olan ve beş yaşından küçük modelleriyle kaza geçirmiş birinin geçen gün bulvarın birinde bağırıp, çağırdığından bahsediyorlardı) önünden geçerken, arabanın egzoz gazı Arzu’nun eteğini kıpırdatıyor. Siyah, imitasyon güneş gözlüklerinin aynadan geriye bakma zamanı. Nasıl da güzel kokuyorlar kim bilir! Taze toprak kokusu, anne yemeği ve genç bir kız. Yirmi iki yaşında, yoksul değil ama yoksun. Fark etmiyor, yoksul olanların çoğu yoksun. İri göğüslerini tezgaha dayamış, poşetin içerisine az önce soğumuş poğaçalardan koyan genç kızın da bir hikayesi vardı. Osman bir ara aklına onu getiriyor. Hanife’nin yumuşak, sıcak konuşmaları onu bayıyor. Ağzını düşünüyor. Dudakları, o gülümsediği zaman eski demir tencereler gibi genişleyen dudaklarının arkasında sıcak bir mahzen var. Orada türlü türlü içkiler, sarhoşluk ve günah. Çağırmıyor hiçbiri ama orada onlar varlar. Burnuna yanık kokusu geliyor. Ağırbaşlı, bilge kedi zor da olsa ağzındaki o küçük balığı yiyor. Miskin bir kedi, güneşin de bunda etkisi var. Osman montunun morlaşan mavililiklerine dalıyor. Karşısında baba demirinin rengini kıskanan bir deniz, yosunların bile kuaförde zemine düşmüş kesik saçlardan farkı yok. Biri ayak basıyor, inciniyorlar.
Mümtaz, Trabzonlu Fatih’le beraber yürürken, Mehmet’le karşılaşıyorlar. Aytaç’tan kimse bahsetmiyor ama Mümtaz Fatih’e, Mehmet’in ateşi başına vurdu, otuzundan sonra adamın saçlarda gitti diye üzüntüsünü belirtiyor. Fatih’inde başka dertleri var ama Mehmet’le kendisini özdeşleştirebilir. Mümtaz yirmi iki yaşından beri on dört senelik evliliği boyunca kaç kadınla yattığını bilmiyor. Bir gün saymayı denemiş. ‘Sonra’ dedi bir gün, ‘bir gün artık eşime ihanet etmemem gerektiğini anladım.’ Koca bir yalan. Dışarıdan hoş gelse de, işin içine girildiği zaman zamparalıklar ve sınır tanımamalar mevcut. Anlatıyor Mümtaz, Fatih dinliyor; Mehmet ikisine de karşı; Aytaç’ın kızlığının bozulduğu yeri eliyle gösteriyor.
-Şurada, diğerlerinden daha büyük bir zeytin ağacı olmalıydı. Birkaç damla. Akmadan önce güneşin ısıttığı bacaklarının gül reçeline benzer kokusu vardı. Derinlerine inildikçe daha tatlı ve anlaşılabilir. Saçları dağınık. Kalsın ne varsa toprak üzerinde ondan geriye; iri bir kelebek toka, az bir inilti ve birkaç damla gözyaşı.
Mümtaz sıkılmadan anlatıyor. ‘Kız dedim, kur rakı sofrasını geliyorum.’ Kız dediği ondan büyük bir kadın. Adını verdi ama fısıldıyor adını söylerken kadının. Sonra cüzdanın kadının resmini çıkarıp gösteriyor. Dört, beş tane resim. Kadın bir tane adamla sarmaş dolaş. Bu adam kim Mümtaz? Kocası, ikincisi kocası. Sen kimiydin onun? Arkadaşı. Pardon? Sikicisi. Ayıp. Evli miydin? Tabi. Neden yapıyordun? Evde ben hanıma içki sofrası hiç kurdurtmam. İçersem, çıkar gider içerim, o gece de eve gelmem. Fabrikada beraber çalıştığımız bir kadın. O da seviyor sohbeti. Ben de onun sohbetini, kurduğu sofrayı ve her şeyini. Kadının vücudunu gözlerimden çıkarmak istiyorum. Bir insan nasıl olurda, giyinikken çıplak gözükebilir? Mümtaz onun hakkında o kadar çok hikaye anlattı ki, her birini aynı kitapta toplasalar, piyasa için güzel bir roman olabilir. Piyasa romanı: Mümtaz ve onun fabrikadan arkadaşı. Açık konuşmayı seviyor Mümtaz. Beliğ, yalın ve temiz bir şiveden, dil bütününden bahsetmiyorum. Mümtaz fiziksel olarak güçlü ve iri bir adam değil. Kadınla koltukta ve yataktan başka bir yerde yapamadıklarını itiraf edemiyor. Oysa biraz güçlü olsa, kadın atsa kendini onun kucağına, o elleriyle kadının kaba etlerinden yakalasa, kadın dolasa kollarını onun boynuna ve ayaklarını onun kıçına. Böyle bir hayalin yanından geçemiyor. Kadınla boyları neredeyse aynı ve kadının balık etleri fazlasıyla çekici. Bu çekicilik yerçekimini seviyor. Gökten düşen elmaların sayısı bir gün sayılmamış ve zina denen günah ortaya çıkmış. Mehmet diyor ki:’ Bu kavatın öldürülmesi lazım. Şeriatta evli erkek zina yaparsa, öldürülmesi gerekiyor.’
Hanife ağlamaya başlıyor. Bu ağlama dakikalarında Osman hiçbir şey söylemiyor. Hanife kendisine ‘canım, ne tatlısın, seni seviyorum’ denmesinden hoşlanıyor. Koca bir yalan! Yazın gittiği tatil köyündeki akşam yemeği ücretiyle Osman bir yıl boyunca gazetesini alabilir ya da iki hafta boyunca dışarıda, lokantadan istediği yemeği yiyebilir. Ne kadar iğrenç! Lokanta. Başkasının pul biberli dudaklarının değdiği onlarca, yüzlerce su bardağı. Köpüksüz yıkıyorlar bardakları. Yemeklerin birinde kesin birkaç tutam kıl var. Bir gün lokantada yemek yerken şunları düşünüyor:’ Acaba Hanife’nin saçları yediğim bir yemekten çıksa, o kılları alıp bir köşeye, yemeğe devam edebilir miyim?’ Osman kendini zor şartlara alıştırmaya çalışıyor ama zor bir uğraş. Hem Hanife’ye yazmadığını bırakmadı. Gazete renkli bir kişiliğe büründü sayılır.
‘Nefret ediyorum senin o yumuşak ses tonundan. İnsanın öfkesini, derdini alan, uyuşturan sesinden. Ya gözlerine ne demeli? Kaç ceylan hem böyle masum hem de ağır öldürücü bakışlara sahip olabilir? Sus.’
‘Seni seviyorum ama sen kimsin. Neredesin? Yumurtan nereden ve okşanacak bir tenin var mı? Bu açlığın sebebi ve ilk günahın tohumlarını atan sensin.’
‘İlk günah. Okumadan yazdın.’
‘İkinci günah. İçine boşalmadın.’
‘Üçüncü günah. Hırsızlık yaptın.’
Bu günahların bir bedeli olmalı. Osman’ın göğüs kafesinden iri bir tekerlek geçiyor. Hız yavaşlatılsa dahi, görüntü değişmiyor. İşte aynı gerçekler, kan yok, duman yok, ah yok; hiçbir şey hiç olmadığı kadar yoklar. Bunun için Tanrı’ya şükür edilebilir. Duvara doğru hızla ilerleyen suyun, günahlar içinde ayrı bir yeri var. Fırtınalı bir akşam, karanlığa yakın gökyüzünden görülebilen tek parlak bulut o duvarda asılı duran spermler. Yapıştıklarını görebiliyorsun. Kırmızı bir apartman lambası yanıyor. Dosdoğru kısrağın yumuşak etlerine doğru büyüyor. Işığın büyüdüğü beyaz bir gemide, et tomurcukları atılıyor. Ekşi bir sütün kesildiği meme uçlarında ayrı bir hüzün olabilir. Duvarda on santim boyunca süzülmeyeceğini söyleyen proteinli suyun dile geldiğini duyuyorlar. Karanlıkta iri bir ağustos böceği intihar edeceği sabahı heyecanla bekliyor. Sperm içerisinden doğan yedi santimlik bir bebek, gittikçe büyüyor ve saydam bir gölge içerisinde transparan gerçekliğine fısıldayıp, yüzünü onlara dönüyor: ‘Buradayım, gelin beni alın, kurtarın buradan.’ Kesik bir uyku. Sırt üzeri, oldukça korkunç sesler geliyor. İri kayalıklara sahip bir mağaradan gelen devin sesi. Hayır, devlerin duvarlara kadar süründürebileceği spermleri yok. Yaşamsal sıvısını gökten karşılıyor. Açıyor ağız boşluğunu ve bulutlardan en irisi, ağzına sert damlalar eşliğinde boşalıyor. Geriye kalan üç santim için bir şekil bulma hevesinde kimse yok. Yalnız gözleri ne de güzel parlıyor. Bu saydamlık içerisinde her şey yasal duruyor. Duvar hiç olmadığı kadar sert ve sağlam. İşte orada, karşıda bir hayat var. Çocuğun ağzında bir tohum, Sukulent büyüyor. Kılıç şeklinde, dolgun kollar böğürürcesine ağzından çıkıyor. Nemli ağzın içerisinden döl yatağına kadar korkunç bir canavarın genişleyen ve saran kolları bunlar. Nasıl da canlılar ve oynaşıyorlar. Bir buçuk santimlik dikenlerinden herhangi biri yüze denk gelirse, bir daha iyileşemeyecek yaraların açılacağı aşikar. Kalanşolar gibi ışığı seven bir ortamdan nefret ediyor. Karanlık onun için ideal bir ortam ve gündüz olduğundan sadece kuru bir sperm olarak kalacak. Her gece, karanlığın artık insanların sarhoşluklarını gizleme ihtiyacı duymadan tatlı bir uykuya yaltaklandıkları anda uyanacak. Kalın, korkutucu dikenli kollarıyla beraber onu arşa bırakan hortumuna sarılacak. Şefkat beklediği hortumunun ağzında durup, ‘beni de al, geri al, yut beni’ diyecek.
Hiçbir et parçası bu kadar mağdur duruma düşmemişti. Kanla büyüyorlar. Hacimli bir kitabın arasında uyuyan kara bir sinek, duvara çarpan spermin sesiyle uyandı. Deprem olduğunu düşündü önce, sonra sığındığı kitabın arasında yavaşça yürüyerek, sayfanın ucuna kadar geldi. Bir adım daha atsa boşluktaydı. Duvarda parıldayan şeyi tahmin etmeye çalıştı. Eğer tadabileceği ve beslenebileceği bir gıdaysa, hayır diyemezdi. Ancak canavarın doğuşuna şahit oldu. Tir tir titriyor, kitabın içinden çıkıp, odadan, bu evden, hatta bu şehirden kaçmak istese de, bunu yapabilecek cesareti kırılmıştı. Ürkek bir karasinek sadece sindiği yerde bekleyebilirdi. O da aynısı yaptı. Eğer ses çıkarırsa, canavar dikenli kollarıyla onu yakalayabilir ve öldürebilirdi. Oysa yazın en güzel günleriydi ve ölmek istemiyordu.
Osman, Hanife’ye karşı yazdığı cümlelerin son ikisine geldiğinde, içinde garip bir huzur hissediyor. Bunu görebilmek mümkün, ağırbaşlı, bilge kedi de izmarit kokan ayakkabısının üzerinden geçip, paçalarını kokluyor. Osman kedinin bu yavşamalarından memnun. Karıncalanmış bir diz mesafesinde gözleri son cümleye yürüyor. ‘Mutlu ol, hiç olmadığın kadar mutlu ol, benim mutsuzluğumu bulanıklaştırma. Bunu yapmaya haddin yok.’ Geveze sıcaklık. Tatlı ağız. Ağır bir nefes. Tutku kollarıyla tüm ilaçlara saldırıyor. Kanser mutlu. ‘Mutlu ol’ yeterdi. Arabesk ama yeterli. Bu işin tadını bilmiyorsan, tuzunu da koymamalısın. Ne kadar gereksiz bir evvelki cümle kompleksi bu. Zeka fışkıran köşe yazısının etrafında kelimeler: Aşırı. Doz. Aşk. Ot. Çay. Şeyh. Metilmorfinan. Endorfin. Tutku. Ses. Kaşar.Öfori. Patoloji. Kedi.
Doktora anlatıyor. Her yer beyaz. ‘Önce inanmadım bu kadar etkili olduğunu. Gözlerim artık hiçbir şeyi görmüyordu. İnat etmiştim. Dudaklarımı sıktım. Dişlerim dudaklarımı kanatabilirdi. Toprak kokusu geldi önce burnuma. Burun deliklerim açıldı. Genç bir kızın bacaklarına damlayan mum sızısıydı ellerimin soğukluğu. Az sonra diri bir şimşeğe karşı göğüs germek istercesine, nefesimi aldım. İkincisi ilkinden, üçüncüsü ikincisinden daha hızlıydı. Solunum başta bu kadar hızlıyken, sonra ani bir fren yapan kamyon gibiydim. Kalbimi elime alıp, tuttuğumu düşünüyordum. Artık normal değildi hiçbir şey. Gördüğümü, duyduğumu, hissettiğimi sizinle paylaşamam ama mükemmel olduğunu söylemeliyim.
Sahilde iki sevgilinin kavgasından galip çıkacak biri yok. Sağ yanağına doğru, şakağından akan kuş dövmelerini taşıyan bir kadın köpeğini gezdiriyor. Ağlamaklı bakışları. Oysa bu güzelliğe ağlamak hiç yakışmıyor. Kimse bu dudakların büzülüp, solmasına izin vermemeli. Şeytan sanki saçlarını taraması için yardım etmiş; bir insanın saçları bu kadar güzel olabilir ve dalgalanıyorlar. Gözlerinin altında saf tutmuş yorgunlukların fısıltı haberlere mahal verecek görüntüleri yok ancak ciddi bir su taarruzu altında kalabilirler. Bağırsaklarına doğru acı bir suyun çekildiğini hissediyor. Ağzıyla hortumun içindeki havayı çekiyor. Göğüsler işte şimdi yükseliyor ve yeni deşilmiş kuru toprağın neşesine benzer göbeğine oturacak çocuklar üzgün. Kaba etleri iyice kabalaşıyor ve o güzel dudaklarıyla Tanrı’ya sövüyor:’ Senin yarattığın dünyanın içine sıçayım! Bu köpeğin suçu ne? Niye onun canını alıyorsun? Bir sürü sapık, cani var, onların canını al, niye bu köpek?’ Köpeğinin hasta olduğunu anlayan yaşlı adam kadına sesliyor:’ Kızım, öyle deme, Allah’a haksızlık ediyorsun.’ İhtiyar. Göt. Sen ne anlarsın sahte Müslüman. Kadının sesindeki ve kullandığı kelimelerindeki öfke çok iştah açıcı. Osman kadından ayıramıyor gözlerini. Yaşlı adam ‘kızım senin dediklerini duyabiliyorum, kulaklarım son derece iyi duyuyor’ dediği an, biraz utanıyor kadın. Aytaç’ın pamuk gibi kolları, Arzu’nun ve Ayşe’nin soba borusu bacakları ve mermer gibi kıçları, Hanife’nin cehennem kapısına yüz bin kilometre kala olan sıcaklığı. Hepsi bir anda silindi. Osman elindeki gazeteyi buruşturuyor. Ses çıkarmamalı. Biri ona bunu söylemeli. Gazeteyi elinde yalnızca tutuyor. Artık o taştan bir put. Buda. Yayılarak, cam arkasından zevkini çıkarabilir insanların ne kadar aptal olduklarını görebilmek için. Hiçbir kadın Hamlet’i oynarken bile bu kadar güzel olmamıştı. Yüzündeki iri sivilceden utanıyor. İşaret parmağını ağzının içine daldırıyor. Ağır ağır ilerleyen parmak damağın kenarından bir sıvıyla dışarı çıkıyor. Sivilce üzerinde bu sıvı boşalıyor. Bu kadın özene bezene yaratılmış olmalı. Hoş kokulu bir sabunla yıkandıktan sonra kendine öykünmeler bile bu kadar üzücü gelmemiş olabilir ama o karşıda, karşında. Fiziksel özelliklerine aşık olunacak biri. Osman bunun da dışında. Yoksa bu kadar güzel bir götü yakından gördüğü çok olmuştu. Kadın çömelmiş bir halde. Elini tutan bastonla yaşlı adam kadının yanında son nefesini verecekmiş gibi duruyor. ‘Evladım, kızım, yapma, söyleme böyle. Hepimizin bir canı ve bir gün öleceğiz. Kimimiz genç yaşta, kimimiz benim gibi yaşlanınca gidiyor ama mutlaka öleceğiz. Hayvanlarda öyle kızım, bir zamanı vardı ve doldu miadı. Üzülme evladım.’ İhtiyar. Göt. On yedi yaşında kızı getirseler, nasıl da o çirkin yüzünle kızın narin vücudunda gezinip, kalkmayan o ucube et parçanın sıvazlanması için kızı zorlarsın. Sapık. Ahlaksız. ‘Yavrum, üzülme evladım. Başka bir köpek daha alırsın.’ Bunak. İbne Müslüman. Göt. ‘Kızım, köpeğin gözleri kapanıyor, bak yavrum, ağlama sakın.’ Hayır, ölmesin, ölmesin, Tanrı’m, duymuyor musun beni sen, hey, ölmesin, ölme…
Osman kadının ve yaşlı adamın yanından geçiyor. Kadın yere oturmuş vaziyette. Pürüzsüz bacakları nasıl da şehvetle bakılmaya muhtaç. Karnındaki ağır girdabın medlerini dindirmek için sarılmalar lazım. Ancak bir günahkarın yüzüne çok bakılırsa, o yüzün detayı ortaya çıkabilir. Karanlık. Derinlerde bir şeytan fotokopisi. İsyan. Bitmeyen bir isyan ve Osman sarılabilse kadına, tüm günahlarını içine çekebileceğini düşünüyor. Gazete elinde hala. Buruş buruş. Köpek öldü. Hıçkırıklı ağlamalar son bulmaya yakın. ‘Neden Allah’ım, neden?’ O eller, köpeği saran o güzel eller seni seven birini sarmalıydı kadın. Seni seviyor. Sevilen olmayı denemekten bahsetmiyorum, sevdiğine dikkat et. İçindesin. Çok içinde. Uyarmıyorum. Gerçek. Rüyasında kendi ellerini, kollarını okşayan yaşlı elin sahibinin yanındaki yaşlı adam olduğu düşüncesi kadını delirtiyor. Güçlü kollarının yardımıyla yaşlı adamı itiyor. Geriye adım atamadan yaşlı adam yere kapaklanıyor. Etkili bir analjezik gerekiyor. Ah sesini bile esirgeyen Rabbin yaşlı bir kulu yeri öpmüş bir halde. Ancak garip bir ikilem; sırt üzeri uzanmış, başı kanayan da yaşlı adam, yere kapaklanmış halde, sarkık dudakları yere değen de yaşlı adam. Kadının yüzüne bakan ondan şu an itibariyle korkabilir. Etinin güzelliği artık onu çekici kılmıyor. Yüzü siyah bir zift içinde gömülüyor, hatta sıcak bu zift içinde eriyor. Kendi yüzünü kaybediyor. Osman dört basamaklı merdivenden inip, midye kabukları üzerinde çakmağını çıkarıp, okuduğu gazeteyi yakmakla meşgulken, ağır başlı, bilge kedi az ötede kumsaldaki boşluğa uyumadan önce bir şeyler yazıyor.
Az sonra dalgalar kumsala vuracak. Bir başkasının günahıyla ilgilenmeyecek kadar günahkâr olacak her biriniz. Yazılanlar çoktan silinmiş olacak. Yine siz, hiçbir şey anlamayacaksınız.
YORUMLAR
benim kedi Osman ve bu Orjinal Osman.
aslında birtür toplum patolojisi var burada.
bu hşkski karakterlerin hepsini elini sallayarakbulabilirsin ama bu karakterleri anlatmak işi zor.
çünkü kimse günahını kabule meyilli değildir. zira başkasında görülüp yuhalanan kendinde olunca ses çıkmaz. şu biz batının ahlaksızlığını aldık işi varya yok öyle bir dünya en fazla açık giyim olabilir batıdan gelen ahlak konusunda kimse kusura bakmasın toplumsal ahlak enjekte olmaz. adli tıp poliklinik raporlarını okurken delirebilir insan.
neyse devam edelim Pain yani acı
acı çekmek birtür sanattır hayır bunu mazoşişt bir zevkle söylemiyorum acıya katlanma eşiği veyahut acıya katlanamayacağını anlayıp kaçma eşiği ben mesela öfkeme yenileceksem o ortamı terk etmeye bakarım
ve ateş topraktan yaratılsakta ateşle pişirildik aslında yani özümüzde hem su hem ateş var bir şekilde koşuyoruz yangına. tensel ateşler ruhsal arzular hırslar ve ulaşılınca bünyeye uyguladığı o tatmin olmaz ışıltı. tabiki bunun arka arkaya gelişinin sonunu kim bilebilir.
şu son kısımdaki Tanrıya bağıran kadını Hanifeden daha özel buldum.
bide şu zuhal topaldaki Hanife denen kız yüzünden olabilir bu.