- 1534 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
KAHROLASICA KÖY ENSTİTÜLERİ(!) - KAHROLASICA İMAM- HATİP OKULLARI (!) -7-
1978 Yılının Ağustos ayında öğretmen olarak atanacağımız iller belli olmuştu. Hatta Ekim- Kasım aylarında arkadaşlarımın neredeyse tamamı görevlerine başlamıştı. Ben ise salak salak evde oturmuş tayin kararnamemin gelmesini bekliyordum. Sonunda bir arkadaşım ‘’ Ankara’ya, bakanlığa gidip elden almazsan sittin sene beklesen de o kararname senin evine gelmez’’ Deyince doğru Milli Eğitim Bakanlığına gittim.
Bakanlıktan içeri girer girmez sordum ‘’ Benim kararname niçin gelmedi.’’ Diye. İlgili görevli yüzüme baktı ‘’Bu salak ne diyor?’’ gibilerden ve cevap verdi :
-Kardeşim! Kimseye kararname verilmedi ki. Kararnameler daha hazırlanmadı.
-İyi ama tüm arkadaşlarım göreve başlamış.
-Haa sen göreve başlama yazısı diyorsun.
-Yahu adı her ne ise… Ben göreve başlayım da o kağıt parçasının adı varsın göreve başla/ma yazısı olsun.
-Tamam o zaman. Şu yandaki odaya geç. Orada klasörler var. Klasörde bul kendi yazını. Onu al ve tayinin nereye yapılmışsa o ilin Milli Eğitim Müdürlüğüne git; onlar seni hangi ilçeye ve okula vermişlerse orada göreve başla.
Gideceğim il belliydi: Antalya. Onu biliyordum ama hangi okula verildiğimi bilmiyordum.
Neyse… Klasörden göreve başlama yazısını aldım ve -Hayatımda ilk defa ailemden uzak bir hayata başlayacak olduğum için- babamla birlikte Antalya ilimizin yolunu tuttuk.
İşin doğrusu çok ballıydım. Anarşi ve terörün cirit attığı, herkesin doğu ve güneydoğuya gitmemek için bin türlü dümen çevirdiği bir dönemde üstüne rüşvet yedirsen gidemeyeceğin bir ile tamamen şans eseri atanmak şanstan da öte bir şeydi.
Antalya İl Milli Eğitim Müdürlüğüne vardık. Elimize bir kağıt da orada verildi. Kağıtta görev yerim yazıyordu: Manavgat İmam-Hatip Lisesi
İlk tepkim ‘’ Hay böyle şansın içine edeyim. Başka okul mu bulamadılar da İmam-Hatip Lisesine verdiler.’’ Oldu.
Yanımızda babamın bir dostu ve hemşerisi İlköğretim müfettişi vardı. Biraz da ondan cesaret alarak sordum. ‘’ Bir başka okulla değiştirmek imkanı yok mu?’’
Müfettiş amca da bastırdı ‘’ Ne bu ya İmam-Hatip? Hemşerimin oğlunu adam gibi bir okula veremediniz mi?’’
Uzatmayalım. Netice olarak I. Dönem sonuna kadar Manavgat İmam-Hatip Lisesinde çalışacak, dönem bitince de merkeze Antalya Ticaret Lisesine alınacaktım. Söz verdiler.
Yapacak bir şey yoktu. Tarih 30 Kasım 1978 di ve I. Dönemin bitmesine çok az bir şey kalmıştı. Lanet bir İmam-Hatip lisesinde(!) iki ay kadar idare edebilirdim her halde. Bu durumda Manavgat’a kesin yerleşecek şekilde değil de geçici iskan pozisyonunda bir ev tutmalıydık. Ama öncelikle şu Manavgat’a gidip ne menem bir yer olduğunu görmeliydim. Hoş neredeyse bütün Türkiye’yi karış karış gezmiş olan babam ‘’ Çok güzel bir yer. Bayılacaksın’’ Diye ballandıra ballandıra anlatıyordu ama Bir İmam-Hatip Lisesinde görev yapacak olduktan sonra cennet olsa ne yazardı ki(!)
Babam oldum olası koyu bir CHP liydi. Benden dört yaş büyük olan abim o dönemlerde hızlı bir devrimciydi. Ben de fakülte yıllarında ülkücülerle takılıyordum genel olarak. Hatta ara sıra Nur Cemaatine de takılıyordum. İşin komiği Devrimcileri de ihmal etmiyordum. Hatta onlar bana ‘’Sessiz Devrimci’’ diyorlardı. Yani karmakarışık bir adamdım lakin her nedense Ülkücüleri kaba saba insanlar olarak görmeme rağmen kalben onlara karşı daha yakındım. Devrimcilere hiç bir zaman kalben kanım kaynamdı.( Şimdilerde Hacı, o dönemlerde Devrimci olan abime bile bu yüzden soğuktum.) Nurcular ise zarif insanlardı ama ne anlattığını anlamak için bir sürü lügat kullanmanız gereken Risale-i Nurları okumaktan başka bir marifetleri yoktu. Risale-i Nur oku, çay iç, yat, kalk, okula git, tekrar Risale-i Nur oku. Ne ota karış, ne boka…Aksiyon yoktu heriflerde vesselam. Çayları, yemekleri iyiydi de memlekette her gün birileri sağ-sol kavgalarına kurban giderken onlara ne sağın ne de solun dokunmaması, bu kadar rahat olmaları hoşuma gitmezdi.
Evet işte böyle bir tiptim ve bir özelliğim de İmam-Hatip Liselerine gıcık olmamdı. Tabii ki bilinçli bir gıcıklık değil. Abim gıcıktı, babam gıcıktı, çevremde pek çok insan gıcıktı, yetiştiğim Bakırköy Lisesi neredeyse komple gıcıktı, belki o yüzden… İmam olan annemin babası sebebiyle imamları sevmek ama babam sebebiyle imam-hatiplere gıcık olmak belki şaşırtıcı bir şeydi ama öyleydim işte.
Daha önce hiç bir imam-hatip lisesinin kapısından içeri girmediğim, hatta semtimizde bir imam-hatip lisesi var mıydı, yok muydu farkında bile olmadığım halde ve daha da ilginci üniversite sınavlarında tercihlerimin başında İlahiyat Fakültesi de olmasına rağmen imam-hatip lisesi denen mefhuma gıcıktım. Bir sürü mollanın içinde ne işim vardı?
Antalya’dan elimize verilen ‘’ Manavgat İmam-Hatip Lisesi ‘’ yazılı kağıt parçasına öfkeyle baka baka Manavgat’ın yolunu tuttuk.
Manavgat’a vardığımızda gözüme ilk çarpan şey nüfus tabelası oldu. MANAVGAT
NÜFUS: 10.700 RAKIM: 10 ( Bizim Bakırköy’ün Kartaltepe Mahallesi bile 1975 yılında, yani üç sene önce 25.000 Nüfusluydu.)
Isssız Anadolu’nun fakir(!), garip(!), sersefil(!) bir ilçesine gelmiştim. Kendimi Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanındaki Feride gibi hissediyordum. Anadolu’nun en ucunda bu zavallı(!) geri kalmış(!), itilmiş(!) kakılmış(!) devamlı örselenmiş(!) insanlar için mum olacak kendim erirken onları aydınlatacaktım ha?
‘’Yav… İmam-hatip olmasa kolaydı da bir imam-hatip lisesinde bırak mum olmayı, floresan olsan kimi aydınlatabilirsin ki?’’
Evet…Yüksek öğrenim için dört sene önce İlahiyat Fakültesini de tercihleri içine sokmuş olan ben, İlahiyat Fakültelerinde okuyanların büyük bir bölümünün imam-hatip liseliler olduğunu gayet iyi bilen ben, bir imam-hatip lisesine verilmiş olmaktan son derece rahatsızdım.
Manavgat Çayının üzerindeki köprüden Alanya istikametindeki okuluma doğru yürüyorum. Aman Allah’ım ne kadar küçük bir köy burası(!) Ne kadar fakir bir halkı var(!)
İstanbul dışında memleketin başka bir kasabasını köyünü görmediğimiz için,( Görmüştüm aslında ama ta sekiz dokuz yaşlarında. Geçmişte kalmıştı yani) gördüğümüz köyler de genelde siyah beyaz filmlerden ve sol içerikli romanlardan okuduğumuz köyler olduğundan Türkiye’nin aslında en büyük , gelişmiş ve zengin ilçelerinden biri olan Manavgat, gözüme köy gibi görünüyor. Hatta hayalimde hemen bir mektup bile yazıyorum anama.
Sevgili Anneciğim.
Bir köye geldim ki sorma. Ağalar inim inim inletmiş buraları. İnsanlar açlıktan ölmek üzere…
O kadar alışmışız ki filmlerden ağa ve ezilen köylü olaylarına cebinde beni bir kaç kez satın alacak para taşıyan Manavgatlı vatandaşları neredeyse Yeni Cami önünde mendil açıp dilenen dilenciler olarak tasvir ediyorum. Bir kaç dakika süren o yürüyüş esnasında Manavgat ilçesini tamamen çözmüştüm vesselam(!)
Derken üzerinde Manavgat-İmam-Hatip Lisesi yazan sarı bir binayı gördük. ‘’ Aman Allah’ım’’ Bu g.t kadar şey lise mi şimdi?’’ Ulan bizim İstanbul’daki en gecekondu semtlerin ilk okulları bile bundan büyük. Hoş tam karşısındaki düz lise de öyle pek ahım şahım değil ama en azından imam-hatip lisesinden çok daha büyük. İlle velakin nerede bizim Bakırköy Lisesi nerede bu zavallı ilçenin(!) okulları. Vah benim gariban Anadolu’m vah (!)
Neyse…İçeri girdim. Hayret bildiğin diğer okullardan hiç farkı yok. Öğrenciler derste ve hiç bir sınıftan ‘’ Elif üstün e, be ötre bü’’ diye sesler gelmediği gibi ‘’ Ha heyli hala hula da humbur heyli hip hop’’ diye de ses gelmiyor. Tam tersine sınıfın birinden ‘’ Bir dik üçgende hipotenüsün karesi, diğer iki dik kenarın karesinin toplamına eşittir’’ diye ses gelirken bir diğer sınıfın önünden geçerken içeriden ‘’ Akşam, yine akşam, yine akşam. Göllerde bu dem bir kamış olsam!’’ Diye ses geliyor. Hatta aman Allah’ım sınıfın birinde müzik dersi var ve sınıftan gelen ses ‘’Dağ başını duman almış’’ Marşı. O zamanlar tabii ki henüz bilmiyorum bu marşın aslının ‘’Tre trallande jäntor ( Üç şırfıntı Kız) ’’ olan bir İsveç anonim şarkısı olduğunu. O bakımdan göğsüm kabarıyor.
Tam müdürün odasına girecekken teneffüs zili çalıyor. Öğrenciler fırlıyorlar okul bahçesine. Sınıf kapılarından içeri bakıyorum. Hayret bunlar da bildiğin bizim okuduğumuz lise gibi normal sıralarda oturuyorlar. Tek bir sakalları göbeğinde molla yok. Aynen normal okullara benziyor öğretmenleri.Gerçi öğretmenler arasında bizim Nur Cemaatlerinden aşina olduğum ince bıyıklılar var ( O dönemde henüz badem bıyık modası yok. Onun yerine ince bıyık modası var.) ama pos bıyıklılar da var sarkık bıyıklılar da…
Müdür Bey’in odasına giriyorum. O da ne? Okul müdürü pos bıyıklı. ‘Laaannn. İmam Hatip gibi bir okulun müdürü komünist mi yoksa?’’ Sonra öğreniyorum. Evet bizim komünist dediğimiz gruptan. Bir TÖB-DER li.
Bana uzatıyor ders programımı: 4 Saat Sosyal Bilgiler. Gerisi Müzik, Ahlak Bilgisi, Turizm,Sağlık Bilgisi ve hatta Beden Eğitimi.
İşin saçma tarafı okulun toplam öğrenci mevcudu 350. Okulda zaten müdür dahil üç tane sosyal Bilgiler Öğretmeni var. Yani dördüncüye asla gerek yok. Hal böyleyken beni bu okula niçin vermişler ki? Bir diğer husus da şu: Hani öğretmenler kendi memleketlerinde görev yapamıyorlardı? Diğer sosyalcilerin üçü de Manavgatlı. Daha da komiği altı tane Almanca öğretmeni var. Haftalık ders saatleri 8, bilemedin 10 ve hepsi Manavgatlı. ‘’ Hımmm demek ki adamını bulunca oluyor. O halde ikinci dönem kesin Antalya-Merkezdeyim. Nasılsa bizim de adamımız var.’’
Tarih Öğretmeni olarak atanmışım ama okulda henüz lise 2-3 ve 4. Sınıf yok. Altı tane orta okul bölümü sınıfı, iki tane de lise sınıfı, toplam sekiz sınıf var zaten.
Ders programını aldım. Okulun katibi ile tanıştım. Sonradan beni bacanağının kızı ile evlendirecek olan adamla yani… Daha tanışır tanışmaz ‘’ Hocam senin gibi sağ duyulu arkadaşlara bu okulda çok ihtiyacımız vardı. Hoş geldin.’’ Deyince bayağı şaşırmıştım ‘’Bu sağ duyu da nereden çıktı?’’ Diye. Ne bileyim bunun bir zarf atma olduğunu? Meğer ‘’ Sağcısın galiba?’’ demek istemiş. Ben ‘’ O sizin sağ duyunuz kardeşim. Allah razı olsun. Sağ olun’’ Dediğim anda meğer farkında olmadan ‘’ Aha okula bir faşist daha geldi’’ olmuş bile. Eğer sol görüşlü olsa imişim ‘’ Sol duyu daha iyidir’’ demem gerekiyormuş. ))))) Tam komedi.
Önce bir kaç gün otel, sonra üç katlı bir binanın tepesine kondurulmuş bir tavuk kümesi derken ev işini hallettik. Babam bir ütü ve masası, bir çalışma masası, bir somya, battaniye, kilim, tüp ocak, tencere, çatal, kaşık, bardak filan aldı ki onları da zaten parasının çoğunu maaş almaya başladığımızda ödemek şartıyla aldık ve peder bey bir iki gün daha kaldıktan sonra gitti. Böylece sap gibi kaldım tek başına.
Pardon tek başına kalmasına kaldım ama hiç yalnız kalmadım. Önce öğretmen arkadaşlar ziyaretime gelmeye başladı. İlginçtir ki ‘’ Hoş geldin Gardaş’’ diyenlerin tamamı sarkık bıyıklılar. Yani Ülkücüler… İnce bıyıklı kardeşlerden de tek tük gelenler oluyor ille velakin pos bıyıklılar semtimize bile uğramıyor. Yani o sağ duyu olayı benim de safımı belli etmiş oluyordu. Hele öğrencilerim de akın akın ziyaretime gelmeye başlayınca artık iyice ‘’ Tamam bundan bize hayır yok. Bu da griler grubundan’’ denmişti benim için.
Ha, unutmadan. O dönemde üç renk hakimdi Türkiye’ye: Türkeşçiler Grubu: Griler ( Boz Kurta izafeten) Erbakancılar Grubu : Yeşiller, Ecevitçiler Grubu: Çoğunluğu Kızıllar olsa da Sarılar da vardı. Gerçi kızılların ve sarıların pek çoğu Ecevit’i de pek öyle can-ı gönülden benimsemezdiler ama yine de en yakınları oydu. Bunun dışındakilerin tamamı herkesin nazarında ‘’Sev-Genç’’ idi. Atatürkçü? Geçin efendim geçin. Ordu dışında Atatürkçü olan neredeyse tek Allah’ın kulu yoktu. Günümüzde yeşiller dışında neredeyse herkesin Atatürkçü(!) olduğuna bakmayın. Sadece ve sadece Erbakancı, Türkeşçi, Leninci ve Maocu vardı. Leninci ve Maoculara da topluca Ecevitçi deniliyordu. Üç beş numunelik Atatürkçü ise her şeye rağmen yine ya Ecevitçilerin içindeydi ya da Ülkücülerin ama sesleri çok cılız çıkardı ya da hiç çıkmazdı.
Öğrenciler evime gidip gelmeye başladıkça onlara kanım kaynamaya başlamıştı. Çok saf, çok içten çocuklardı. Önceleri şiveye alışmakta biraz zorlandıysam da çabucak uyum sağladım. Çocukların tek kusuru vardı? Çok patavatsız ve sansürsüz konuşmaları…Kelimeyi ‘’ Kıç, ya da popo’’ diye yumuşak ve kibar bir şekle sokmuyorlar, köylerinde hatta ilçede nasıl kullanılıyorsa benim yanımda da aynen öyle kullanıyorlardı. Bayağı güzel insanlardı bunlar. İçleri neyse dışları da oydu.
Bir kaç hafta içinde öğrencilerimi sevmeye başlamıştım. Hem de öyle böyle bir sevme değil. Oldukça senli benli olmuştum keratalarla. Oldukça önemli bir bölümü köy çocuklarıydı ve yine önemli bir bölümü Akseki’nin ya da Gündoğmuş İlçesinin köylerinden gelmiş ve üç dört arkadaş bir ev tutarak hem o tavuk kümesi gibi evlerde ikamet ediyorlar hem de okula gidip geliyorlardı.( Düşünün henüz 12-13 yaşlarında çocuklar bunlar) Okulumuz henüz pansiyonlu değildi.( Ben oradan ayrıldığım 1983 yılında da yoktu pansiyonu.)
Öğrenciler evime geliyor, ben de onlara ya yağda yumurta ya da hazır çorba yapıyordum. ‘’ Hocam valla annem bile yağda yumurtayı senin kadar güzel yapamıyor’’ Ya da ‘’ Hocam bu ne çorbası? Daha önce hiç böyle çorba içmemiştim’’ diyorlardı. Gerçekten de pek çoğu hayatlarında ilk kez benim evimde görmüşlerdi hazır çorbayı ve ‘’ Ulan bu iyiymiş. Hem de ucuz. Biz de bundan alıp evde pişirelim’’ diyorlar; bana soruyorlardı nasıl pişirileceğini. Öğrenince de bu kadar basit ve ucuz bir yemeğin o güne kadar farkında olmadıkları için kendilerine kızıyorlardı.
Öğrencilere yaptığım bir iki yağda yumurta daha sonra Manavgat’ın içinden portakal, Alanya’dan muz, Akseki’den aklınıza gelecek her türlü meyve, Gündoğmuş’tan tarhana, bulgur, keçi peyniri olarak dönmeye başladı.
Diğer okulların öğrencilerinden hiç de farklı olmayan hatta onlardan çok daha masum, temiz ve saf olan bu köylü çocuklarını daha da sevmeye başlamıştım. Yanlış anlaşılmasın, yerli çocukları da çok çok sevmeye başlamıştım. İşin güzeli, ben onları sevdikçe onlar da beni seviyorlardı.
Artık her akşam ya onlar benim evimdeydi ya da ben onların. Ama bu durumun beni daha da mimli yaptığının farkında değildim. Benim nazarımda ailelerinden uzak bir hayat yaşayan bu çocuklara yaptığım ağabeyilik, başkalarının nazarında ‘’ Evi örgüt evine çevirdi’’ olarak algılanıyormuş meğerse. Tabii ki bilmiyorum hakkımda kimin ne düşündüğünü.
I. Dönem bitti ama artık aklımın ucundan bile geçmiyor Manavgat’tan ayrılmak. Usta öğretmen bir ağabeyime söylüyorum:’’Hocam ben buraya gelirken iki ay sonra Antalya’ya gideceğim’’ diye gelmiştim ama şimdi zorla gönderseler gitmem.’’ Dediğimde ‘’ Öğretmen olmaya başladın işte.’’ Diye cevap veriyor ve ekliyor: ‘’ Okullarda sana ne öğretirlerse öğretsinler, öğretmenlik, mesleğe başladıktan sonra o mesleğin içinde piştikçe öğrenilir. Ben on senelik öğretmenim hâlâ öğretmenliği öğreniyorum.’’
Gerçekten de öyleydi. Öğretmenliği öğretmenlik mesleğinin içinde öğreniyordum. Ve öğrendiğim birinci kural şuydu: Sen bir sınıfın, zümrenin, grubun öğretmeni değilsin. Sana öğrenci olarak emanet edilmiş her vatan evladının öğretmenisin. Senin şunu sevmek, bunu sevmemek gibi bir hakkın da yok, böyle bir misyonun da yok. Seveceksin, seveceksin, seveceksin. Ya da? Ya da öğretmen olmaktan vazgeçeceksin.’’
Evet…’’Bunlara değil mum, floresan olsan ne yazar? Bunların nesini aydınlatacağım?’’ Diye başladığım mesleğimde mumu bırakın, ufacık bir kibrit çöpüyle bile aydınlanmanın ne kadar kolay olduğunu görmeye başlamıştım. Evet…O kibrit alevi bazen parmaklarımı yakıyordu ama buna değerdi…
*************
Bu bölüm benim anılarımla başladı. Kusuruma bakmayın değerli okurlar. Belki bir ya da iki bölüm daha benim anılarım ile devam edecek ama İmam-Hatipler ne zaman, nasıl başladı, hangi dönemleri yaşadı, arka bahçe oldu mu olmadı mı, bu okullarda nasıl bir eğitim öğretim veriliyor ve hepsinden daha çok sorulan soru: ‘’ İmam-hatip liseleri Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı bir nesil mi yetiştiriyor? Ya da imam-hatip liseleri dindar ve kindar bir nesil mi yetiştiriyor ( En azından kendi yaşadığım İmam-Hatipleri) - elimden geldiği kadar- hiç bir şeyi atlamadan anlatacağım inşallah. Ama peşin peşin söyleyeyim:
İMAM-HATİP LİSELERİ ASLA YUKARIDAKİ KARİKATÜRDEKİ GİBİ OKULLAR DEĞİLDİR.
Ve son bir şey daha ekleyeyim bu bölümü bitirirken:
Yukarıdaki karikatürü bir tanıdığın sayfasından almıştım zamanında ve altında aynen şunlar yazıyordu: ‘’ Bunlar da insansa ben neyim peki?’’ Evet…İmam-Hatipler dindar ve KİNDAR bir nesil yetiştiriyor’’ diyen bir vatandaş, İmam-Hatipleri böyle tasvir ettiği yetmiyormuş gibi ‘’Bunlar da insansa ben neyim?’’ diye soruyordu.
Şimdi denilebilir ki:’’ Hocam! O karikatür imam- hatip okullarını kast etmiyor’’ Olabilir ama imam-hatip okullarına da bu gözle bakıyor o karikatürleri çizenler.O karikatürleri çizenleri izleyen ve alkışlayanlar… Zaten imam-hatip okullarının en büyük sıkıntısı da bu işte.
YORUMLAR
Hocam sanki beni tarif etmişsiniz bu yazınızın başlarında Bende kendimi Ecevitci görürüm ama lenin ci değil Milliyetçi görürüm ama ırkçı değil Atatürkçü görürüm ama bu Vatanı bölmek değil bende böyle karmaşık birisi olarak algılıyorum kendimi Önce vatan ilkesini benimsemiş biriyim zamanım oldukça takipteyim saygılarımla
sami biberoğulları
Seni kendime çok yakın görmemin en önemli sebebi bu zaten.
Ben insanların siyasi görüşlerine ve inançlarına bakmam onları sevmek ya da sevmemek için, sadece şuna bakarım: ben onlara ne kadar saygı ve sevgi gösteriyorum, onlar bana ne kadar...
Benim inandığım değerlere saldırmadıkları müddetçe herkes dostumdur , arkadaşımdır. Sen de benim gibisin.
Selam ve sevgilerimle.
Sırf kendim beceremediğim için değil, gerçekten de -birkaç imla hatalarını görmezden gelirsek-, ilginç ve okumayadeğer bir romandan alınmış anılara benziyor yazdıklarınız; ancak bu kadar hoş yazılır anılar.
Hocam, -adına otobiyografi derler ya, yeni lisan devrinde-, bir kitap yazmanızın zamanı geldi gibi, bana kalırsa.
Şaka yapmıyorum; şahsen ben aydın insanların anı romanlarını çok severim, hele de sizin yazdıklarınız gibi ilginç, akıcı, özellikle de; ''eğitici ve aydınlatıcı'' olursa...
İlk müşterisi benim!
Demesi benden...
Selam ve saygılar
Kederli tarafından 1/28/2016 6:16:18 PM zamanında düzenlenmiştir.
sami biberoğulları
Bu sitede daha yüzlerce böyle anı var. Nasip ne zamanaysa kitap olacaklar inşallah inşallah. Şu an itibariyle hem maddi imkanlarım hem de cesaretim yok bir kitap çıkarmak için.
İlginiz için çok teşekkürler.
Selam ve sevgilerimle.
Kederli
zaten işin en zor tarafı, ne kadar iyi yazsanız da yazın, şayet tanınmış bir insan değilseniz ''parayı yatır, kitabın basılır'' türünden alınan cevaplardan kaynaklanıyor. Müzisyenler için de aynı durum geçerli malesef.
Algıladığım kadarıyla, cesaretsiz olmanız işin para yönüyle ilgili...
Kısmetse ben, Şubat sonu İzmir'e, Nisan sonu da Adana'ya iki yayınevi ile görüşmelere gideceğim. Gönderdiklerimden (şiir ve mizah) olumlu etkilenmiş olmalılar ki; davette para konusuna ikisi de değinmemiş. Umarım şahsi görüşmeler de olumlu olur. Öyle bir durumda sizi mutlaka haberdar ederim.
Siteye aktardığınız makaleleri kitap şekline dönüştürmezseniz, çok yazık olur. Piyasada, kilosuna beş para bile verilyecek o kadar çok kitap var ki; ya ''adıma bir kitap çıksın, masrafı önemli değil'', diye nam ve şan düşkünleri paralarını nereye harcayacaklarını bilmediklerinden ya da yayınevinin başka bir beklentisi olmalı ki; veryansın kitap basılıyor.
Diğer yandan da, gerçekten sizler gibi okumayadeğer kişilerin birikimleri, parasal açıdan sıkıntı yarattığı için heder olup gidiyor.
Diğer yandan örneğin; adınız, Orhan Pamuk olsa, yayınevi editöre bile vermeden alıp hemen basar size istediğiniz kitabı...
Yine sürekli dediğim gibi; burası Türkiye..!
Selam ve saygılar
okuyorum bakalım sonunu nasıl bağlayacaksın / en çok da şu soruma cevap alabilecek miyim
madem imam okullarında dini eğitim alıyorlar adı üstünde imam hatip
peki neden siyasal bilimlere hukuk fakültesine ve hatta askeri- polis okullarına girmek için çaba harcıyorlar/ bunca imam hatip mezunun olduğu ülkede
terlik satıyor adam 13tl ye peygamberimizi rüyada göreceksin diye
iftar saatinde anlaşamıyorlar kaç yıldız fazladan oruç tutuyoruz e tutalım Allah rızası için sorun değil ancak kendi arlarında bile anlaşamayan imam hatipliler neden orta ve lisede imam hatipli de sonrasında bu günahkar münafıkların gittiği okullara gidiyorlar?
milletin dinine bunca saldırı varken bunlar niye kıl tüy derdine kesin çözüm üretmiyorlar koskoca islam dininin kimi çevreler bacak arasına sokmuş niye adam gibi islamı anlat mıyorlar?
sami biberoğulları
Sen adı üstünde ''Endüstri Meslek Lisesi yazan okullardan mezun olan tüm öğrencilerin sanayide olduğunu mu sanıyorsun? Ya da oraya kayıt yaptırırken ille de tornacı, elektrikçi olacağım diye okuduklarını?
Mesela soruyu ters çevirip şöyle soralım:
Niçin üzerinde ''Pratik Kız sanat Okulu'' yazan bir okulun öğrencisi bile askeri okul sınavlarına alındı da bir imam-hatipli alınmadı?
Eğer herkesin eşit şartlarla girdiği bir sınavı kazanmışlarsa neden hakim, doktor, mühendis olmasınlar?
Mesela İbn-i Sina'ya ''Arkadaş sen medrese okudun. Ne işin var senin Tıpta. Ne halt etmeye müzik kitabı yazarsın? Hele de felsefeyle ne işin var? denmiş olsaydı ne olurdu?
O terlik meselesine gelince: İşte okuduğun bu yazının en sonuna düştüğüm notun sebebi bu.
İmam hatipli o terlikleri ne satar ne alır...
Selam ve sevgilerimle
Filiz Şahin.
peki madem o kadr masumlarda ne diye
Erbakan" imam hatip liseleri bizim arka bahçelerimzdir" dedi
çocuk aklımla dehşete düşürmüştü beni bu ifade.
Filiz Şahin.
peki madem o kadr masumlarda ne diye
Erbakan" imam hatip liseleri bizim arka bahçelerimzdir" dedi
çocuk aklımla dehşete düşürmüştü beni bu ifade.
Yürekten kutlarim böyle kıymetli patlykasiminiz için yureginize kaleminize emeğinize saglik değerli dost kıymetli arkadaşım sayın Sami bey saygilarimla selamlarım
sami biberoğulları
Selam ve sevgiler benden.