- 729 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
KAHROLASICA KÖY ENSTİTÜLERİ(!) - KAHROLASICA İMAM HATİPLER(!) -5-
Köy enstitülerinin kapatılma sebeplerinden birini de köy enstitülerini savunanlar şöyle izah ederler: Köy enstitüleri ülkedeki ağalık düzenine ve sömürüye baş kaldırdığı ve bu düzene karşı olduğu için toprak sahibi ağaların işine gelmedi. Onlar köylü çocuklarının okumasını, okuyarak gözlerinin açılmasını istemedikleri için köy enstitülerine karşıydılar. Yanlarına yine kendileri gibi köy enstitülerini kendi sömürü düzenleri açısından tehlikeli gören tarikat şeyhlerini, din yoluyla insanları sömürenleri de alarak köy enstitülerine karşı yoğun bir muhalefet başlattılar. Dolayısıyla köy enstitülerinin kapanmasında işte bu ağaların ve şıhların, şeyhlerin , hocaların oldukça büyük bir rolü vardı.
Ancak, köy enstitülerini savunanların bu iddialarına karşı köy enstitülerine karşı olanların da iddiaları vardır ve onlar da der ki tam tersine aslında köy enstitüleri geniş topraklara sahip ağalara bedavaya ya da çok çok daha ucuz ve üstelikte daha bilinçli ve daha bilgili elemanlar olarak hizmet etmekteydiler.
1935-1945 yılları arasında ülke ihracatının neredeyse %90 ını tarım ürünleri oluşturmaktaydı. Yani görünürde Köy enstitüleri amacına ulaşmış, ülkede bir tarım patlaması yaşanmıştı. İlle velakin gelin görün ki ihracatın %90 ı tarım ürünlerinden sağlandığı halde köylünün ekonomik durumunda hiç bir iyileşme yoktu. Köylü yine olduğu yerde sayıyordu. Bir taraftan tahsildar, bir taraftan jandarmanın canına okuduğu köylüye şimdi üçüncü bir ayak daha eklenmişti köy enstitüleriyle.
Köy enstitülerinin kurulduğu yerlerde 18-50 yaş aralığında köylüler bunların yol, su ve bahçelerinin yapımında 20 gün hiç bir bedel ödenmeksizin çalışmak zorundaydılar.20 günde iş bitmezse bir yirmi gün daha ekleniyordu buna. Yani köylünün sırtına bir de angarya yüklenmişti.
Ülke ihracatının %90 ı tarım ürünlerinden sağlandığı halde zenginleşen ve durumu daha iyiye giden köylü değildi çünkü ihracat gelirleri yeni palazlandırılmaya çalışılan burjuvazi için gerekli sermayeye dönüşüyor dolayısıyla kırsal kesimde izlenen çoğunlukla “zora” dayalı politikalar sayesinde hızla biriken bu sermaye, pek çok kişinin bu sayede hızla zenginleşmesini sağlıyordu ama bu kişiler köylüler değildi kesinlikle.
Eğer Köy enstitüleri gerçekten de feodal düzeni yıkacak bir güç olsaydı ya da böyle bir amaca hizmet etmiş olsaydı Batı Anadolu’nun en büyük toprak ağalarından biri olan Emin Sazak 1940 yılında meclisteki konuşmasında köy enstitüleri için “Bu mesele hakikaten bugün bayram yapılacak kadar memleketimizde çabuk meyve veren bir hadise olmuştur” der miydi?
Kısacası köy enstitülerini savunanlar bu enstitülere olan düşmanlığın feodal düzene karşı olmalarından kaynaklandığını iddia ederken, köy enstitülerine karşı olanlar ‘’Hayır, köy enstitüleri feodal düzene karşı filan değil tam tersine onun emrinde bedavaya çalışan ucuz işçilerdi.’’ diyor.
Dahasını da diyor karşı olanlar. Mesela ‘’ Köy Enstitüleri’nde durumun öğrenciler açısından da pek parlak olmadığı açıktır. Çocuk işçiliğinin ve çocuk emeğinin vahşice sömürülmesinin çok somut örnekleri yaşanıyordu, üstelik de devletin gözetim ve özendirmesiyle. Pek çok çocuk fiziksel ve pedagojik açıdan kendileri için çok ağır koşullarda ve işlerde çalıştırılmaktaydılar. Öğrenciler özellikle kışları açlık ve soğukla mücadele etmek zorundaydılar. “Bu ağır koşullara dayanamayan yüzlerce öğrenci okuldan kaçtı, yersizlik ve idaresizlik yüzünden birçok öğrenci öldü.” Diyorlardı.
Yalnız ilginç olan bir başka husus daha vardı: 1940 yılında TBMM de köy enstitülerinin kurulmasını bayram olan olarak niteleyen Emin Sazak, beş yıl sonraki bütçe görüşmelerinde - köy enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatıldığı bir dönemde - ‘’Köylere giden enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar’’ diyerek eleştiri getirmişti.Onun bu sözlerine ise Hasan Âli Yücel,’’ Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir’’ şeklinde cevap vermişti.
Köy enstitüleri ile ilgili o kadar çok rivayet, o kadar çok dedikodu üretiliyordu ki haddi hesabı yok.
Gelin sadece iki tanesinden kısaca bahsedelim.
TALİP APAYDIN (Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi) anlatıyor:
“Bir gün arkadaşlar dediler ki, ‘Talip baban geldi koş. İnanamadım ben. Babam niye gelsin ki?, Babam yoksul, nereden para bulacak da, otobüse binecek de Hasanoğlan’a gelecek. Hiç gelmemiş ömründe şimdi mi gelecek? Ben anlayamadım, ama yine de koştum baktım. Hakikaten duvarın dibine oturmuş ihtiyar, zayıf bir adam. Beni görünce bir dua okudu. ‘Hayrola baba’ dedim, ‘ne oldu?’, ‘oğlum sen hayatta mısın?” dedi. Ben şaşırdım, “niye hayatta olmayayım” dedim. “Hasanoğlan’da bir grup öğrenci, Rusya’ya kaçarken hudutta yakalanmışsınız, sizi hapse atmışlar. Onun için geldim” dedi. Donup kaldım. “Biz niye kaçalım Rusya’ya, biz bu memleketi seviyoruz” dedim. Ben anlamıyorum nasıl böyle iftira edilir bu kadar. Fakat çok sonra anladık, köy enstitülerini kapatacaklar yol hazırlıyorlar.”
Bir diğeri:
İvriz Köy Enstitüsü’nden M. Ali Eren "Düşünceler ve Anılar II"adlı eserinde şunları aktarmaktadır :
« ..bir gün sabaha doğru tan yeri ağarırken, okul bekçisinin “Mehmet Ali Bey, Mehmet Ali Bey” diye bağırdığını duydum. “Kalk, hemşerilerin geldi.” dedi. O sırada okulda daimi elektrik yoktu. Bir motordan sağlanan elektrik gece yarısı kesiliyordu. Kapıyı açtım: Önde aksakallı bir erkek ve arkasında 7 kadın vardı. Hepsi birden ağlıyorlardı. “Hoş geldiniz hemşeriler” dedim. Onlar sızlanmalarını daha da hızlandırıp, hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Neden sonra sakinleşen hemşeriler, dün akşam bir haber aldıklarını, enstitüde okuyan yirmi Beyağıl’lı kızın okuldan kaçtıklarını, onunun İvriz Çayı’nda boğulduğu, onunun da kaybolduğu haberini aldıklarını söylediler. Onlara, “Çocuklarınız yatakhanelerinde mışıl mışıl uyuyorlar, hiçbir şeyleri yok.” dediysem de, benim sözüme inanmadılar. Mecburen giyindim. Kurallara göre kız yatakhanelerine erkek öğretmenler giremez, yalnızca bayan öğretmenler girerdi. Bu nedenle onları yanıma alarak, bayan kimya öğretmeninin yanına gittim. Öğretmeni uyandırdım. Bu velileri kız yatakhanesinin önüne kadar götürmesini ve çocuklarını uyandırarak, bu velilere gösterdikten sonra, tekrar yatırmasını istedim.
Söylediklerim yapıldı. Veliler rahat bir nefes aldılar. Ama zamanla veliler, çocuklarını birer ikişer okuldan kaçırdılar... ‘’
İlginç olan bir başka husus da köy enstitülerinin ve daha sonraki Yüksek Köy Enstitülerinin yapımında olsun, tarla, bağ bahçe yapmaktan tutun da marangozluktan demirciliğe, hemşirelikten, balıkçılığa kadar çok fazla değişik işlerde herhangi bir ücret almadan çalıştırılan bu öğrenciler sebebiyle sadece sağcılar değil solcular da tepkiliydi köy enstitülerine. Peki gerçekten de çok çalışıyorlar mıydı bu çocuklar ve çok rahatsızlar mıydı bu durumdan?
Yine Talip Apaydın’a kulak verelim bakalım ne diyor:
‘’ “Gerçekten çok çalıştık itiraf ederim. Ama köyde olsaydık çalışmayacak mıydık sanki? Hiç değilse burada kendimiz için çalıştık,başkasına ırgatlık yapmadık. Kendi yaptığımız binalarda okuduk, kendi diktiğimiz fidanların meyvesini, kendi yetiştirdiğimiz sebzeleri yedik.”
Evet…Talip Apaydın ‘’ Çok çalıştık ama başkalarına ırgatlık yapmadık’’ derken karşı görüşte olanlar ise ‘’ Hayır efendim CHP yi devamlı iktidarda tutmak için o yıkmayı hedeflediğinizi söylediğiniz feodalitenin bedava ırgatlığını yaptınız’’ diyorlardı.
Kısacası köy enstitülerinin vaziyeti kötüydü. Çünkü 1930 da kapatılan İmam-Hatip okullarına sadece sol görüşlüler karşıyken köy enstitülerine sadece sağ görüşlüler değil, sol görüşlüler de karşı çıkmaya başlamıştı.Ama burada hemen bir noktayı belirtmekte fayda var:1997 de İHL nin orta kısımlarını kapatan Mesut Yılmaz’a, daha sonra kat sayı olayını getiren Tansu Çiller’e ne kadar sağcı denilebilirse aynı dönemde CHP içinde bulunan ama muhalif kanadı oluşturanlara da o kadar solcu denilebilir. Ya da aslında sol ve sağ diye kavramlar tamamen bizleri uyutmak için uydurulmuş kavramlardır.
Evet…Köy enstitülerinde okuyan çocuklar çok çalışıyorlardı ama aynı zamanda - köyde yaşadıkları takdirde kat’iyyen göremeyecekleri şeyleri de görüyorlardı.
Mesela:
ABDULLAH ÖZKUCUR (Çifteler Köy Enstitüsü Öğrencisi) Anlatıyor:
“Akşam çorbası verdiler. Ben böyle çorba görmemiştim. Pirinç çorbasıymış, demir kaşık verdiler. Biz tahta kaşığa alışmıştık. Demir kaşıkla adamın ağzına bir şey gitmiyor. Dün birisi damağına çatalı sapladı.”
Yerimizi gösterdiler. Karyola var. Karyola görmemişim şimdiye kadar. Gece de sabaha kadar yere birkaç kişi düşüp kalktı. “
Evet…Mesela hayatlarında tarhana ve bulgur çorbasından başka çorba görmeyen köy çocukları, pirinç çorbası görüyorlardı. Dahası çatal, kaşık kullanmayı öğreniyorlar, karyola denen şeyde yatıyorlardı. Dahası da vardı.
Mesela:
PAKİZE TÜRKOĞLU: ( Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi)
“Hava sıcak olduğunda Tonguç, Tonguç köy enstitüsünde tarih dersini derslikte anlatmayı yasak ediyordu. Bizim bir öğretmenimiz vardı, Zühre hanım, bizi Perge harabelerine götürdü.”
Evet…Bir köylü kızı Perge Harabelerini görüyordu.
Dahası öğrenciler Batı Edebiyatı derslerinde Sabahattin Eyüboğlu’nu, müzik derslerinde Ruhi Su’yu Fransızca derslerinde Vedat Günyol’u, tiyatro derslerinde Mahir Canova’yı görüyorlardı.Henüz küçük bir çocuk olan Suna Kan, onlara keman konseri verdiği gibi kendileri piyanodan akordeona, mandolinden bağlamaya kadar çeşitli enstrümanları hem görüyor hem de çalıyorlardı.
Atatürkten sonraki II. Adam Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü görüyorlardı.
MEHMET BAŞARAN (Kepirtepe köy enstitüsü öğrencisi) Anlatıyor:
“Paşa( İsmet İnönü) sokuluyor kızın yanına ‘ Kızım çantanda ne var görebilir miyiz?’ diyor. ‘Görebilirsiniz paşam’ diyor kız. Çantasından bir çeyrek köfte ekmek ve bir de klasiklerden yeni çıkmış bir kitap çıkarıyor. İnönü yanındakilere dönüyor, ‘Görüyor musunuz?’ diyor, köy enstitülerinde kitap ekmekle bir tutuluyor’’
Kazım Karabekir Paşayı da görüyorlardı ama bir zamanlar ‘’Yetimler babası ‘’ olarak tüm ülkeye nam salmış olan bu paşadan pek de hoşlanmıyorlardı. Nitekim bir anıda ondan şöyle bahsediliyor:
MEHMET BASARAN (Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi):
“Karabekir bize döndü, ‘Sizin Hakkı Tonguç’la bir marşınız varmış, onu söyleyin bakalım’ dedi. Herkes birbirine baktı.” Böyle bir marşımız yoktu. ‘Canım işte içinde köylü, toprak moprak geçiyormuş’ dedi. Ziraat marşından söz ettiğini anladık. Söylemeye başladık. ‘Sürer eker biçeriz/ güvenin ötesine/ uyduk baş çiftçi Atatürk’ün sesine...’ derken kestirdi. Sanki bir düşmanla karşılaşmış gibi, Atatürk sözünü söyletmedi tam olarak.”
Evet…Mehmet Başaran bir şekilde Kazım Karabekir’in Atatürk düşmanı olduğunu ima etmiş, imadan da öte neredeyse resmen Atatürk düşmanı demiştir Kazım Karabekir’e ki zaten köy enstitülerine karşı olanlara yapıştırılan yafta da budur :‘’ Atatürk düşmanları.’’
Oysa bakın Kazım Karabekir Atatürk hakkında ne düşünüyordu:
Atatürk’ün ölümünün ardından Murat Sertoğlu’nun bir grup arkadaşıyla birlikte Kâzım Karabekir’in evine “Baş sağlığı/taziye ziyaretine” gitmeleri hadisesi:
“Atatürk’ün ölümü üzerine bir grup arkadaşla bir araya geldik ve Kâzım Karabekir Paşa’ya başsağlığı ziyaretine gitmeye karar verdik. Gruptaki en genç kişi bendim. Aramızdan birkaçı da Atatürk’ün ölümüyle birlikte artık özgürlüğüne kavuşmuş olmasına binaen Karabekir Paşa’ya ‘Gözün aydın’ demek düşüncesindeydi. Önce, başsağlığı dileklerimizi ilettik. Sonra aramızdan biri söz alıp, ‘Paşam! Artık hürsünüz. Bu bakımdan size göz aydınında bulunmak istiyorum’ deyince Kâzım Paşa heybetle ayağa kalktı ve gözleri yaşlı bir şekilde şöyle dedi:
- Beyler! Siz ne diyorsunuz? Beni yargılatıp 14 sene göz altında tuttuktan sonra dahi aynı şartlar vâki olsa, yine Atatürk’ü lider seçerdim. Yine O’nun emrine girerdim. Aramızdaki bütün ihtilaflarda hep O haklı çıktı. Bana başsağlığı için gelenler başım üstünedir. Ama aranızda gözün aydın demeye gelmiş olanlar varsa defolup gitsin evimden . ‘’
1938 de bunları söyleyen Kazım Karabekir’in 1940 lı yıllarda Atatürk düşmanı olması mümkün müdür? Değildir elbet ama madem ki köy enstitülerine karşı çıkmıştır o halde ‘’Yetimler babası’’ olsa da, 6000 yetim çocuğa önce barınma, sonra okuma ve topluma yetişmiş bir insan olarak katılma imkanı vermiş olsa da Atatürk düşmanıdır(!) Bu ülkede komünist ya da faşist olarak yaftalanmak ne kadar kolaysa Atatürkçü/Kemalist ya da Atatürk düşmanı olarak yaftalanmak da o kadar kolaydır. Hatta sudan ucuzdur.
Mesela 1920 den sonra üç bini Ermeni, üç bini de Türk yetim çocukları olmak üzere altı bin civarında çocuğu açlıktan, sefaletten ve eğitimsizlikten kurtaran Kazım Karabekir yıllar sonra ‘’ Orduya Ermenileri doldurdu. Bu gün komutanlarımızın çoğu Ermenidir’’ diye suçlanmıştır. Aynen İsmet Paşa başta olmak üzere Hasan Âli Yücel ve İ.Hakkı Tonguç’un ‘’ Köy Enstitülerini komünizmin yuvası yaptılar’’ suçlamalarıyla suçlandıkları gibi.
Oysa Gerek Gürbüzler Ordusu ( Kazım Karabekir’in askeri okullara aldığı minik yetimlere bu ad verildi) gerek Köy Enstitüleri çocukları birer asker gibi yetiştirilmek bakımından birbirlerine hayli benziyorlardı. Benzemesine benziyorlardı ama bir şekilde yaftalanmaktan kurtulamıyorlardı bir türlü.
Aslında çok uzaklara gitmeye gerek yok. Tercüman gazetesi okuyanların faşist, Cumhuriyet gazetesi okuyanların komünist diye yaftalandığı günler çok da geride kalmış günler değildir. Ya da sarkık bıyıklıların ülkücü, badem bıyıklıların şeriatçı, pos bıyıklıların komünist/ devrimci olarak nitelendirilmeleri…
Haa Cumhuriyet Gazetesi dedim de…Köy enstitüleri kurulurken neler söylüyordu, kapanma sürecine girdiğinde nasıl ağız değiştirdi o da oldukça ilginçtir.
Bir dahaki bölümde inşallah.
YORUMLAR
Hocam her ne kadar yorum yazamasamda ilgiyle okuyorum emeğinize sağlık saygılarımla
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Kıymetli Hocam.
Köy enstitülerinin yapısıyla ilgili çeşitli yorum ve söylemleri uzun yıllardan beri duyarım o enstitülerden yetişmiş öğretmenlerin donanımları ne kadar aktif ya da edilgendi, sağlıklı bir bilgi sahibi değiliz sizin yazınız sayesin de bilgileniyoruz.
Ancak şunu söyleye bilirim (Siz ve sizin gibi kendini yetiştirebilmiş idealist öğretmenlerimiz müstesna, zaten o nitelikte öğretmenler, hep söylerim naçizane benim masal kahramanlarımdır.) Ancak Cumhuriyet dönemi öğretmenlerinin donanımlarının çok ta nitelikli olduğu söylenemez. sağ görüşlü ya da sol görüşlü diye kategorize etmiyor genel anlamda söylüyorum. Belki buna da sosyolojik, ekonomik, hatta psikolojik birçok neden etken olabilir. Ama maalesef nitelikli öğretmen sayımız çok az.
Hocam emin olun gerek öğrencilik yıllarımda, gerek yaşamımın ilerleyen dönemlerinde zaman içerisinde öyle öğretmenler tanıdım ki, ortaokul hatta ilkokul seviyesinde ki bir öğrencinin algı düzeyinde siyasal olayları değerlendiren öğretmenlerdi. İşin kötüsü bu durumun farkında da değiller. Bu tür öğretmenlerin öğrenciye çok şey katacağına doğrusu pek inanmıyorum. Kaldı ki bu tip öğretmenler paydos zilli çaldığında tahtada ki problemi çözmeden elinde ki tebeşiri tahtaya bırakıp öğrenciden önce sınıfı terk eden öğretmen profilini oluşturan insanlardır.
Sanırım o öğretmenlerin bu tür davranışlarının altında yatan psikolojik etkende ezbere dayalı sorgulamayan tartışmaya kapalı eğitim sistemi ve bu doğrultuda hazırlanmış müfredattır diye düşünüyorum.
İlgi ile takip ediyoruz kaleminize emeğinize sağlık
Saygı ve sevgilerimle.
sami biberoğulları
Bu memleket öyle dönemler yaşadı ki. Yaşanan o dönemlere rağmen hâla ayakta olması bile bir mucizedir.
Mesela: Orta okul mezunu bir vatandaşın beline tabancayı takıp ''Sen polissin'' dediler. Bir iki seneyle kaçırmamış olsaydım Lise mezunu bir vatandaş olarak öğretmenliğe başlayacaktım.
Hepsi Tarih Öğretmeni olarak yetişecek bizler ne Çanakkale Savaşları, ne II. Dünya Savaşı ne Dersim, ne Ağrı isyanları, Ne kore harbi hakkında hiç bir şey öğrenmeden mezun oluyoruz. Zira bir senede okulun açık olduğu ya da açık olsa bile ders işlenebildiği gün sayısı en fazla 30 gün.
Sonrasında 45 günde eğitim enstitüsü mezunu olanlar mı dersin, kapıcılığını yaptığı üniversiteden ( Hiç bir eğitim almadan , hatta doğru düzgün okuması yazması bile olmadan) diploma alanlar mı dersin...
Hatta hiç unutmam...Batmandayken müfettiş geldi. Türkçe öğretmenine dediği aynen şuydu: ''Hocam ! Sen bu çocuklara Türkçe öğreteceksin tamam da sana Türkçeyi kim öğretecek''
İşte bu ahval ve şerait altında yine de elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık.
Haa dediğin gibi zil çalar çalmaz tebeşiri bırakanlar da oldu. Hatta senenin neredeyse yarısını rapor ve izinle geçirenler. Dahası bu gün bizlere ahlak ve faziletten bahsedenlerin çoğu o dönemlerde '' Bu maaşa bu kadar'' dediler.
Biz Ya Rabbi şükür'' derken onlar ''Açız'' dediler.
Şimdi onların üç dört katlı apartmanları, kapılarında son model arabalar var ve hâla ''Açız'' diyorlar, benim ise ölsem içine n girecek bir mezar toprağım bile yok ama yine '' Çok şükür'' diyorum.
Sevgili Serhat.
Çok şükür diyenler de vardı ''ÇOK ŞÜKÜR.''
Selam ve sevgilerimle.
Değerli hocam, yazınızı okudukça üzüldüm, strese girdim...
Olmaz ki! dedim, bu kadar da olmaz!...
Olmuş ama bütün bunlar...
Şimdi nasıl şaşarsın olup bitenlere!...
Sanki zaman durmuş ve aynı ağızlar hâlâ yargısız infazlar düzenliyorlar, algı operasyonları yürütüyorlar!...
Belki de bu yüzden çıkmıştır, 'benim oğlum bina okur, döner döner yine okur' lafı...
Yoksa, 'biz adam olmayız!' esefi miydi o?...
Ustaca bir kurgu ile herkesin hakkını teslim ederek, gerçekleri sergilemişsiniz yine...
Varol değerli hocam!...
Selam ve saygılarımla.
sami biberoğulları
Aslında bu yazının başlığı '' Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur'' olacaktı ama hem bana ait bir söz olmadığından, hem de bu anlamlı sözün bile içini boşalttığımızdan böyle bir başlığı tercih etmedim. Öte taraftan sadece başlığa bakarak yazı okuma alışkanlığında olanlar konunu ne olduğunu anlamayacaklardı.
Sabri Kardeşin de dediği gibi bir iki hususa daha dokunup gerisini okuyucunun takdirine bıraktıktan sonra yazının diğer bölümü olan İmam-Hatipler kısmına geçeceğim.
Selam ve sevgilerimle.
Sami Bey...Konu yavaş yavaş okurun takdirine bırakacağınız çizgiye geldi.Herkes kendi meşrebince bir şeyler anlayacak sanırım.
Cumhuriyet gazetesinin o yıllardaki halini birazcık biliyor ve dediklerini de/yazdıklarını da bekliyorum.Ancak "nazımdan" geçinenlerin Nazım Hikmet için neler yazdığı Cumhuriyet'in 12 Temmuz 1951 günlü nüshasında çok net.
Google'a girip bakılırsa şu "manşet" faş edecektir Nazım'a ait:
-Millet doya doya yüzüne tükürsün diye bu resmi basıyoruz ve resim de nazım'ın...haydi okura saygı de tutarlılık de..gençlik yıllarımızda bu "zokayı" yuttuk sanırım şimdi biraz geç...
sami biberoğulları
Bahsettiğin resmi gördüm ve hatta face Bookta o bahsettiğiniz Nazımdan geçinenlere '' buyurun '' dediysem de değişen bir şey olmadı. Hatta bana Necip Fazıl'ın kumar borcundan dolayı tutuklandığı ile ilgili bir haber ( ya da ona benzer bir şeydi) ve resmini gönderdiler ne alakaysa artık ))))))
Bu arada...Yazının Köy Enstitüleri kısmı sanırım gelecek bölümde bitecek. En fazla iki bölüm olur zaten. Daha sonra İmam_Hatiplere geçeceğim.
İlginize çok çok teşekkürler.
Selam ve sevgilerimle.