- 589 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KIR ÇİÇEKLERİ
Mazi gemisi yağmurlu bir kış gününde, buram buram özlem kokan geçmişe doğru yola çıktı.
Süzüle süzüle gitti ve 1960’lı yılların Kâhta limanına demir attı.
O yıllar lise ve dengi okulların Kâhta’da olmadığı yıllardı. Nice gencimizin, zeki ve çalışkan gencimizin babasının ekonomik olanaksızlığı yüzünden, ortaokulu bitirince öğrenim hayatı da biterdi.
O gencecik beyinler kır çiçekleri misali boyun büker, solarlardı…
Babasının yaptığı işi, mesleği çoğu genç istemeyerek sürdürürdü. Babası çiftçilik yapıyorsa, evlat da çiftçi olurdu. Baba kasap ise evlat kasap, baba demirci ise evlat demirci, baba bakkal ise evlat bakkal, baba marangoz ise evlat marangoz, baba kalaycı ise evlat kalaycı mesleğini sürdürmek zorunda kalırdı.
Çünkü başka iş alanları yoktu. Ne bir fabrika ne de bir atölye…
Baba mesleğini sürdürmek istemeyenler, büyük hayallerle gurbetin yollarına düşerlerdi. Bir süre sonra büyük çoğunluğu hayalleri yıkılmış, umutları tükenmiş, boynu bükük Kâhta’ya geri dönerlerdi.
Baba mesleğini mecburen sürdürürlerdi.
Ekonomik durumu çok iyi olan bazı babaların çocukları okumayı sevmezdi. Ortaokul diplomasını bile bunlara, babalarının hatırlarından dolayı verilirdi.
Bu çocuklar, babadan kalan mallarla günlerini gün edeceklerini bilirlerdi. Kâhta’nın sosyal yapısının dişlileri onlarca yıl, hep onların çıkarından yana dönmüştü. Onlar da buna güvenerek derslerine çalışmazlardı.
Bazı gençlerimiz de okumak, eğitimlerini tamamlamak için bütün zorlukları göze alırlardı.
Babaları, anneleri onlara destek olur, onları teşvik ederlerdi. Bütün olanaklarını zorlayarak çocuklarını okutmaya çalışırlardı.
Lisede okumak için en yakın ve en uygun yer Adıyaman’dı. Kâhtalı gençler Adıyaman Lisesine ya da sanat okuluna yazılırlardı. Öğrenimlerini Adıyaman’da sürdürürlerdi.
Adıyaman’da ev tutan gençler, masraflarını azaltan çözümler üretmişlerdi. Genellikle bir odayı iki üç arkadaş paylaşırlardı. O odanın ücretini de aralarında bölüşürlerdi.
Yemek sorununu da Kâhta’dan götürdükleri bulgur, simit, mercimek, nohut, tuz, yağ ile çözerlerdi.
Yemeklerini sırayla pişirir, bulaşıklarını sırayla yıkar, odalarının temizliğini de sırayla yaparlardı.
Ekmekleri de Kâhta’dan gelirdi. Anneler yufka ekmeği nar gibi kızartır, selelere doldururdu. Öğrenci eve gelmişse ekmeğini kendisi götürürdü. Derslerinin yoğunluğundan eve gelememişse, ekmeğim bitti diye haber gönderirlerdi.
Anneler ekmeği yapar, evdeki kardeşlerinin biri ile gönderirlerdi.
Çamaşırlarını genellikle Kâhta’ya getirirlerdi. Yıkanıp kömürlü ütü ile ütülendikten sonra geri götürürlerdi.
Bazen de tencerede su ısıtılır, kalem tutan eller, büyük bir beceri ile kendi çamaşırlarını sabunlar, durular ve evin önündeki çamaşır ipine sererlerdi.
Ağabeyim Mehmet Cantekin liseyi Adıyaman’da okudu.
Ağabeyim ile aynı dönemde Adıyaman’da okuyan Kâhtalı gençler Abdulkadir Aydın, İbrahim Erdem, Mustafa Kutlu, Hamit Yıldırım ve birkaç genç daha vardı.
Ağabeyimin üç yıl süren lise eğitimi döneminde, bu öğrenci evlerine birçok kez konuk oldum.
Tek oda tertemiz tutulurdu. Genellikle karyola olmazdı. Yatılacağı zaman yataklar yere serilir, kalkınca da yataklar toplanırdı.
Elbise dolabı görevini duvara yapıştırılmış gazetelerle, bu gazetelerin üstüne çakılmış çiviler görürdü.
Kitaplık odada en müsait yere serilmiş gazetelerin üstüydü.
En lüks masrafları Bafra sigarasıydı.
Yemeklerden bulgur pilavı şampiyondu. Bulgur pilavı en ucuz ve en kolay yapılan yemekti. Yağda yumurta, çorba ve türlü yemeği de bulgurla yarışırdı.
Her yıl karneler alındıktan sonra öğrenci evinin eşyaları Kâhta’ya getirilirdi. Yazın kira vermemek için bu yapılırdı. Okul açılınca tekrar bir ev tutulur, götürülen eşyalar geri getirilirdi.
Genellikle bir sene önce oturdukları ev yazın kiraya verildiğinden, başka kiralık ev tutulurdu.
Bunun için her sene ayrı mahallelerde oturmak zorunda kalırlardı.
Adıyaman Belediyesinin karşısında iki katlı büyük bir bina vardı. Han gibiydi. Belediyeye ve kuzeye bakan alt katları dükkândı. Arka tarafında büyük bir avlu ve evler vardı.
Ağabeyim ve Kâhtalı gençler bu avluda oda kiralamışlardı.
Ağabeyime ekmek götürdüğüm bir gün, bu avluda oturanlar hep birlikte çiğ köfte yapmışlardı... Yere serilen kilimin üstünde çiğ köftenin etrafında o gençlerin neşelerini, sevinçlerini bu güne kadar hiç unutmadım.
Düne ait filmin o karesinde belediyenin karşısındaki dükkânların arkasındaki avlu, o avluda öğrenci evleri, o evlerde ağabeyim Mehmet Cantekin ve arkadaşları…
O yere serilen kilim, kilimin ortasında çiğ köfte, etrafında neşeli Kâhtalı gençler… Bir de bunların üstüne sevgi, saygı, arkadaşlık ve hemşerilik eklediğiniz zaman, Dünya’nın en güzel manzarasının karesi beyninizde yer eder. Tatlı bir anı olarak çıkar ortaya. Ölene kadar o güzel anıyı unutamazsınız…
Adıyaman’da, heykelin karşısında Sümerbank vardı. Sümerbank’ın önünden Eskisaray’a doğru giderken, ilk kuzeybatıya dönen sokaktan biraz ilerleyince, cami ve çeşme vardı. Camiyi biraz geçince soldaki evlerin birinde, ağabeyim ve arkadaşları bir yıl oturdular.
Bu evde bir anı beynime kazınmış.
Mevsim kıştı. Soğuk bir Adıyaman sabahıydı. Yağmur çiseliyordu.
Ağabeyim ve arkadaşları okula gitmek için hazırlanıyorlardı. Çay da demlenmişti. Dışarıdan bir çocuğun notalı sesi geliyordu:
— Kahke! Kahke! El yakor babo el yakoooorrrr!
— Kahke! Kahke! Sıcak! Sıcak!
— Sıcak Kahke! Kahke! Kahke!
Ağabeyim para verdi. Kahke almamı istedi. Evden dışarı çıktım. Çocuk kapının önündeydi.
Çocuğun ağzından buhar çıkıyordu.
Önündeki kahke kasasından da buhar yükseliyordu.
Parayı verdim. Kahkelerin üzerindeki bezi kaldırdı. “Al” dedi. Kahkeleri aldım. Sıcacıktı. Pamuk kadar yumuşaktı.
Kahkeleri gazeteye sarıp eve girdim.
Bu yaşıma geldim. O günün sabahına benzeyen sabahlarda içeride, dışarıda, sınıfta o çocuğu ve o sıcak kahkeleri anımsarım.
Tadını, güzelliğini, yumuşaklığını, sıcaklığını unutamadım.
Bugün Adıyaman sokaklarında, sabahın o saatinde kahke satan çocuklar var mıdır?
Kahkeler hala sıcak, pamuk kadar yumuşak, tadı insanın damağında kırk elli yıl kalacak kadar güzellikteler midir?
Düne ait film şeridinin o karesinde yer alanlar, sabahın köründe okula gitmesi gereken bir çocuğun, okula giden çocuklara o güzelim kahkeleri satmasıdır.
O soğuk havada çocuğun ağzından ve kahke kasasından buharın çıkmasıdır.
Kahkenin sıcaklığı, yumuşaklığı, güzelliği ve tadıdır.
Ağabeyimin okuldan dönüşüne kadar, divanın üstünde battaniyenin altında, pencerenin önünde, bir kış günü Adıyaman sokaklarından birindeki izlenimlerimdir.
Adıyaman emniyet sarayını Adıyamanlı ve Kâhtalı hemen hemen herkes bilir. Kâhta’ya gelirken yolun solundadır.
Emniyet sarayının doğusunda, Kâhta tarafında yani, büyük bir bahçe vardı. Bu bahçenin tahta kapısı emniyet sarayının tarafına bakardı.
Bahçenin kapısından içeri girince elli metre ileride bir ev vardı. Bu evin sahibi, bir odasını ağabeyim ve arkadaşına kiralamıştı.
Okula uzak olduğu için sabahları daha erken kalkılırdı. Okula yürüyerek gidilirdi.
Bir gün, ağabeyim ekmeklerinin bittiğini, derslerinin yoğun olduğunu, kendisinin Kâhta’ya gelemeyeceğini, “ekmeği Mahmut getirsin” diye haber gönderdiğini, annem bana söyledi.
Annem ilk çocuğunu, tatlı Mehmet’ini, okuyan umudunu, ekmeksiz bırakır mı? Şafak vakti kalktı, büyük bir leğen hamur yoğurdu. Güneş doğmadan avluya indi.
Annem, avluda kuyunun yakınına kurulu ocağa ekmek sacını koydu. Meşe odunlarını tutuşturdu.
Hamurun bir kısmı yumak yapılmıştı…
Yumaklar açıldı, yufka oldu.
Isınmış sacın üzerinde yufkalar nar gibi kızardı.
Kızaran yufkalar büyük tepside üst üste kondu.
Biraz yığılınca, tepsiden alınıp ekmek selesine kondu.
Ekmek selesi dolana kadar yufka açıldı. Pişirildi.
Kâhtalılar yufka ekmekten sonra muhakkak bazlama, katma (börek), yağlı ekmek yaparlardı.
Annem yeşil soğanı küçük küçük doğradı. Mis gibi çökelek ile karıştırdı. Tuzunu, biberini ekledi.
Gurbet dediği Adıyaman’da okuyan şirin Mehmet’ine, özene özene katmalar yaptı. Yanmasın diye de katmaları kendi elleriyle pişirdi.
Kalktı. Selenin içindeki ekmeğin üstünü tertemiz bir bez ile örttü. Örtünün uçmaması için selenin kenarlarından karşılıklı olarak ipi geçirdi.
Mahmut’un iki büklüm olarak taşıyacağı bu seleden, artık ekmek düşmezdi.
Öğle vakti olmuştu.
Annem:
— Oğlum belediye kamyonu ne zaman kalkacak git öğren gel, dedi.
O günlerde Kâhtalılar Adıyaman’a belediyenin aldığı kamyon ve bir kaç özel cip ile gider gelirlerdi.
Üstü açık kamyona eşya, hayvan, insan doldurulurdu. Kâhta Adıyaman arası asfalt olmadığından, yolun tozundan yüzlerimiz bembeyaz olurdu.
Hüseyin Fatçele’nin cipini hiç unutmam…
Bir gün Kâhta’dan Adıyaman’a gitmek için Hüseyin Fatçele’nin cipine bindik. Süsyan’ın düzüne varınca cip su kaynattı. Suyun soğuması için bekledik. Hüseyin Fatçele yanında taşıdığı soğuk suyu ekledi. Su soğuyunca tekrar cipe bindik. Bırcik değirmeninde cip yine su kaynattı. Yine bekledik. Hüseyin Fatçele yine su ekledi. Mahmut Hasari’ye kavuştuk. Yine aynı olay. Adıyaman’ın girişinde yine su kaynattı.
Adıyaman’a kavuştuğumuzda sevinmiştik…
Belediye kamyonunun Adıyaman’a hareket saatini öğrenmek için evden çıktım. Belediyeye gittim.
Belediye, dayım Mehmet Çorman’ı kamyonda yolcu paralarını toplamakla görevlendirmişti. Dayım oradaydı. Ağabeyime ekmek götüreceğimizi söyledim. Kamyonun kalkış saatini sordum.
Dayım, kamyonun saat ikide kalkacağını söyledi.
Eve döndüm.
Kardeşim Ahmet evdeydi. Ekmek selesinin bir kulpundan kardeşim Ahmet, bir kulpundan da ben tuttum.
Börek, çökelek, peynir, yumurta vs. doldurulmuş sepeti de diğer elime aldım. Sokağa çıktık.
Hafız gilin sokağına indik.
Oradan Merdik gilin sokağına geçtik.
Şarapçı Muhsin’in evinin köşesinden, Bedi Hoce gilin evine doğru döndük. Demircilerin önünden geçerek, Zeynel Ağanın evinin önüne vardık.
Oradan Kani Mala’ya döndük. Şükrü’nün değirmenin önünden geçtik.
Kamyon belediyenin ön tarafındaki çeşmenin yanındaydı. Kamyonun yanına vardığımızda iki kardeş birden oh! Çektik.
İkimiz de yorulmuştuk ve terlemiştik.
Kamyona gelene kadar 5–6 yerde kısa molalar vermiştik. 10–15 sefer de kulpları tutan ellerimizi yer değiştirerek dinlendirmiştik.
Sele çok büyüktü. Biz de çok küçüktük. Ahmet benden de küçüktü. Aramızda üç yaş fark vardı.
Ahmet’i eve gönderdim.
Dayım geldi. Yolcuların bir kısmı daha önce gelmişti.
Diğer yolcular da tek tek geliyorlardı. Hepsinin yanında getirdiği bir şeyler vardı.
Dayım kamyonun arka kapağını açtı. Yukarı çıktı. Yolcular eşyalarını dayıma verdiler. Bir yolcu ile birlikte, bizim ekmek selesini de kamyona koyduk. Dayım bir kenara çekti. Sepeti de verdim.
Kendim de kamyona çıktım. Kamyondaki bir buğday çuvalının üzerine oturdum.
Birkaç yolcu daha gelecekmiş, onları beklerken saat dört oldu. Geldiler. Biz de yola çıktık.
Bırcik çayını geçtikten sonra kamyon Adıyaman yolundan ayrılarak, bir köy yoluna girdi.
Yolcular nereye gidiyoruz diye sorunca, yakındaki bir köyde buğday yükleneceğini söylediler.
Kamyon köye girdi. Büyük bir evin önünde durdu.
Bu ev, köy ağasının eviymiş. Bizim ağaların akrabası olurmuş.
Yüklenecek buğday çokmuş. Ekmek selesini ve sepetimi aşağıya indirdim. Diğer yolcular da ufak tefek eşyalarını aşağıya indirdiler.
Kâhta’da yüklenen buğday çuvallarını, köy ağasının çuvallarıyla karışmasın diye kamyonun içinde bir kenara çektiler.
Kâhta’da binen yolcuları eve davet ettiler. Büyük bir odaya oturttular. Çay demleyip getirdiler.
Yükleme çok uzun sürdü. Yükleme bitince, indirilen eşyalar buğday çuvallarının üstüne tekrar kondu.
Yolcular da kamyona bindikten sonra yavaş yavaş köyden çıktık.
Kamyon, Adıyaman yoluna girdi ve yönünü Adıyaman’a çevirdi.
Adıyaman’a vardığımızda gece yarısı olmuştu.
Kamyon, Ağabeyimin evinin içinde bulunduğu bahçeye yaklaşınca, dayım şoföre duracağı yeri hatırlattı.
Kamyon, Kâhta yolundan heykele inen caddeye döneceği köşede durdu. Ben indim.
Benimle birlikte iki kişi daha indi.
Kamyondan verilen seleyi ve sepeti aldılar.
Seleyi omuzlarıma indirdiler. Bir elimle seleyi tuttum. Diğer elime de sepeti aldım.
Ben, iki büklüm bir halde seleyi ve sepeti bahçenin dış kapısına kadar götürdüm. Yere bıraktım.
Ter içinde kalmıştım. Kapının önünde yere oturdum.
Biraz dinlendikten sonra seleyi ve sepeti orada bırakarak bahçeye girdim. Ağabeyimin evinin kapısına doğru yürüdüm. Kapıya geldim. Hem kapıya vurdum, hem de içeriye seslendim.
O saate kadar ders çalıştığı için ağabeyim hala uyumamıştı. Gaz lambası yanıyordu.
Kapıyı açtı. Ekmek getirdiğimi, bahçenin dış kapısında bıraktığımı söyledim.
Lambayı aldı. Birlikte dış kapıya gittik. Ekmek selesini ve sepetini alıp bahçeye girdik.
Dört beş adım atmamıştık ki bir adam ağabeyimin kapısını yumruklayarak bağırıyordu:
—Babo kalkın! Hırsız gelor! Kalkın kalkın! Hırsız gelor! Kalkın babo, çıra ile gelorlar! Kalkın Mehmet kalkın!
Ağabeyim bana:
— Bu bizim ev sahibimiz. Bizi hırsız sandı herhalde. Çok korkmuş, dedi.
Ağabeyim ev sahibine seslendi:
—Korkma, korkma! Biziz. Kardeşim ekmek getirmiş.
Adamın yanına vardığımızda, elektrik verilmiş gibi hala titriyordu.
— Mehmet. Babo beni çok korkuttunuz. Kalbim duracaktı.
Ağabeyim odasına girdi. Bafra sigarasını ve kibriti aldı, geldi.
Adama bir sigara verdi. Bir sigara da kendi yaktı.
Ne zaman o bahçenin önünden geçsem, düne ait film şeridinin o karesinde yer alan “hırsız gelor! Hem de çırayla gelorlar!” sözleri, kulağımda çınlar durur.
O adamın titremesi gözlerimin önüne gelir.
Kır çiçekleri zorluklar içinde eğitimlerini tamamlamaya çalışıyorlardı…
Dürüsttüler… Çalışkandılar… Arkadaş canlısıydılar…