- 528 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİZLER BÖYLE BÜYÜDÜK
BİZLER BÖYLE BÜYÜDÜK
He ne kadar uzun yıllar olduysa da memleketten ayrılalı yılda bir defa da olsa giderim baba yurduna. Gittiğimde memlekete, çocukluğumun geçtiği mekanları gezerim öncelikle. Gezdiğm mekanların her birinin çok özel anıları vardır elbette bende.
Kimi yerler değişmiş, kimisi virane olmuş, kimisi tamamen yok edilmiş. Vardıkça yanlarına uzun bir hafıza yolculuğuna bırakırım kendimi. Öyle bir zorlarım ki dağarcığımı, en ince ayrıntılarına kadar hatırlamak isterim çocukluk günlerimi.
Mesela At çesmesine ulaştığımda, Ayşe bacının piliçlerini arar hep gözlerim. Yani çalıp, bir torbaya koyarak, tarlaların arasında kesip iştahla yediğimiz piliçleri. Her ne kadar yemiş olsam da haramı, bu konuda müsterihim. Ayşe bacı ölünceye kadar her memlekete gidişimde yardım ettim Ayşe bacıya elimden geldiğince. Anlattım yıllar sonra piliçlerini benim çaldığımı ölmeden önce. Yani beni tavuk hırsızı sanmanızı da istemem. Çaldığım piliç sayısı onu bulmaz. Napalım çocukluk işte. Helalleştik Ayşe bacıyla ölmeden önce.
Bir de arkasına sinip, mahallenin kızlarını gözetlediğimiz çalıları ararım özlemle. Şimdi o çalıların yerine beş katlı bir apartman dikilmiş.
Okul yoluna indiğim zamanlarda da hep Nevin düşer aklıma. Nevin ne kadar güzel bir kızdı, ilk aşkımdı benim. Deliler gibi aşıktım Nevin’e. Kızlar için diğer mahalle çocuklarıyla taşlaştığımız, çaput toplarla maç yaptığımız sokaklar. Annelerimizin sabahlara kadar oturup muhabbet ettiği merdiven eşikleri. Her biri bir film şeridi gibi geçer gözlerşmin önünden.
Bir de yazlık sinemamız vardı. Mahallenin kadınları genç kızları, özellikle yaz akşamları doldururdu sinemayı. Sanırım haftada bir gündü kadınlar matinesi. Dört gözle beklerdik o günü. İki gün öncesinden sinema heyecanı yüreğimize düşerdi. O iki gün hiç yaramazlık yapmaz annemizin sözünden çıkmazdık. Çünkü işin ucunda sinemaya gitmek vardı. Sinemaya girdiğimizde mutluluktan uçardık. Kötü adamın kaçırdığı genç kızı esas oğlanın kurtarmasıyla birlikte alkış tufanı kopardı sinemada. Hele bir de birbirlerini seven aşıklar ölüyorsa filimde; günlerce ağlar, haftalarca yasını tutardık. Sevinç ve hüznün en coşkulusunu yaşadığımız sinemanın yerinde şimdi kocaman bir iş hanı kurulmuş.
Saklanbaç, aşşık, çelik çomak, ebe geldi, ay gördüm, yakan top, bilye oynayıp, çember çevirdiğimiz, ayı oynattığımız, tornet peşinde koştuğumuz sokaklar. Onlar da geçmişini ararcasına mahsun duruyor şimdi.
Bu son gidişimde seksene yaklaşmış yaşıyla halamın, küçük bahçeli evinde kurutulmaya bırakılmış, fasülye, domates, biber patlıcan kavun, karpuz çekirdeklerini gördüm. Halam salçasını yeni yapmış, bidonlara doldurmuştu. Merakla girdim bahçesinin üst köşesinde bulunan kilerine. İlk gözüme çarpan şey köşede bir bidonun içindeki turşu olmuştu. Salatalık, patlıcan, kelek ve fasülyeden yapılmış enfes turşu. Hemen istedim tabiki. Bir kaç dakika sonra halam; yapmış olduğu sebzeli bulgur pilavını yufkaların üzerine serpilmiş olarak getirdi, turşu ve mis gibi koyun yoğurdu eşliğinde. Afiyetle yedim
.
Gelelim kilere. Bir köşede kavanozlar içinde tarhana ve erişte, diğer köşede küp peynir. Cevizi, fındığı, unu, kat kat dizilmiş yufkalar. Erik, kayısı dut kurusu, iştahla yenmeyi bekliyordu başka bir köşede. Velhasıl halam kışa hazırdı. Mutfağına girdiğimde gördüğüm gül reçeli iştahımı öyle bir kabarttı ki sormayın. Biraz da tahinle karıştırırsanız, hani derler ya; yemede yanında yat. Halam deyince pekmez akla gekmez mi? Gelir tabiki. Pencerenin kenarına koca bir kavanoz üzüm pekmezini yerleştirmişti. Koca bir kazan içinde yeni çaldığı koyun yoğurdu cilveli davetkar bir hoppa gibi göz kırpıyordu bana.
Bahçede ise yavuklar eşeliyordu toprağı. Ne hormon korkusu, ne tiksinme. Bir tarafta ise yataklardan boşaltılmış yünler . Hemen kapının önünde de koca bir su bidonu vardı, üzerinde peşkiriyle.
O zamanlar bilmediğimiz tek kelimeydi organik. Bakır helkeler içinde köylüler pazara getiriyorlardı yoğurtlarını. Tek korkuları " yoğurdun iyi değildi" sözlerini duymaktı. Aralarındaki tek rekabet ürettikleri malların en güzeli olmasıydı. Ne para ne pul. Memnun olmadım mallarından sözünü duyan köylü utancından bir daha pazara çıkamazdı.
Ne ortopedik ne bilmem yatak rekabeti vardı. Yatma zamanı gelince yün yataklar serilirdi yerlere. Üzerine de yün yorganlar. Uyu keyfince. Bir de yok anti biyotik, yok bilmem ne ilaçlara da yabancıydık. Hastalandık mı? Nane limonlar kaynatılır, üstüne mis gibi bir ıhlamur, yün döşekte terleme, sabaha kadar çivi gibi olur kalkardık.
Baba gelmeden sofraya, büyüklerimizin yanında sedirlere oturmazdık. İsterdik ki büyüklerimiz kerat cetvelinden bir şeyler sorsun. Hele bir kaç çocuk birlikteysek ne güzel yarışırdık aramızda. "Altı kere sekiz kaç eder" sorusu sorulduğunda yayından çıkmış ok misali fırlardı ağzımızdan cevaplarımız.
Öküzün çektiği döven tahtasına oturmak en büyük eğlencemizdi belkide. Umutla tahtadan düşecek çakmak taşlarını beklerdik. Taş elimize geçtiğinde sabırsızlıkla havanın kararmasını isterdik. Kimin taşı birbirine sürtündüğünde daha fazla çıngı çıkarıyor onun peşine düşerdik. Bir de aşşık oynarken eneklerimiz vardı. Aşşık kemiğinin üstüne kurşunlar dökerdik. Aşşığı ağır olupda diğer aşşıkları dağıtanın ayrı bir itibarı olurdu.
Bir de "harama el uzatmayın " derdi büyüklerimiz. "Aç da kalsanız kalsanız dişlerinizi karıştırın ki, et yediğinizi sansın herkes" derlerdi. "Eline, diline, beline sahip ol" du tek felsefemiz.
Davut Tunçbilek/Elmadağ