- 908 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BARIŞI KİM İSTER, KİM İSTEMEZ?(*)
Savaş, hayatın içindedir!
Her canlı kendi varlığını korumak için, bir tür “savaş” halindedir.
Bu savaş; bakteri, virüs ve zararlı hücre yayılmalarının vücudun savunma sistemiyle karşı karşıya gelişinde de görülür! Bitki ve hayvanlar âleminde büsbütün zararlı ve işlevsiz varlık yoktur veya bu noktaya geldiğinde, zaten nesli tükenir! Her bir türün varlık kaynakları, üremeleri ve biyolojik yaş sınırları, yayılma alanları ve o alanlara uyumları, beslenme unsurları ve bunların kendi içlerindeki döngüsü, tabiat nizamıyla (nizam koyucu üst akılla) dengelenmiştir. Meselâ, koçla koç dövüşürse, bunun, sürü başı olmak, neslini en güçlü tohumla sürdürmek gibi bir aklı ve gerekçesi vardır! Timsah, su içen zebraya saldırıyorsa, öldürmekten haz duyduğundan değil, sadece beslenmek içindir! Ama bu arada, bir başka görevi daha yerine getirir: Zebraların aşırı artışını sınırlandıran; yaşlı, hasta ve güçsüz olanı ayıklayan bir işlevi üstlenmiş olur. Bu “varlık savaşı”nda hiçbir mahlûk bir diğerinden üstün (ayrıcalıklı) olmadığı gibi, aralarındaki varlık kavgaları da gereksiz, adaletsiz ve işlevsiz değildir.
***
Canlı türleri içinde sadece insan soyunun doğayla ilişkisi ve doğa unsurlarıyla yukarıda sözünü ettiğimiz tarzdaki “varlık savaşı” aptalcadır! Çünkü, zaman içinde doğallığını, adaletini, gerekçesini yitirmiş ve “ahlâksız” bir ilişki haline gelmiştir. Ne yazık ki, doğal zeminden uzaklaşma, doğa aklıyla insan aklını karşı karşıya getirirken; bu hâkimiyet savaşı, insanoğlunun üstünlüğü ve zaferi gibi anlaşılmıştır asırlarca. Büyüklenmenin kötü sonuçları, çevre kirlenmesi ve doğal nizamın diğer varlıklar aleyhine bozulması şeklinde tezahür ettikçe, bu olumsuzlukların bumerang gibi yine ve öncelikle insanın geleceğini vurduğunu kavrayanlar, bu “kirli” ve “açgözlü” savaşın aklını ve ahlâkını sorgulamaya başlamışlardır. Bugün, insanlık tarihine bakanlar, bu tamahkârlığın sonuçlarını açıkça görürler: Doğayı ve varlık imkânlarını sorumsuzca talan etmede “üstünlük” yarışı; din-medeniyet özgürlük götürme gerekçesiyle istilâya, sömürerek zenginleşmeye, teknik ve ekonomik gücü tahakküm için ve adaletsizce kullanmaya dönüşmüştür.
Bilim ve teknolojinin donattığı “şanlı” ordular kurulurken, insanlık iki büyük “bölüşüm” savaşında açlığa, yoksulluğa, göçe ve türlü mezalimle ölüme terk edilmiş; her savaş ve paylaşım bir başka savaşın, paylaşımın, insanlık ayıbının sebebi olagelmiştir.
Özellikle “sömürgeci-yayılmacı” devlet gücünü temsil eden iktidarlar; çoğu zaman el altından, bazı çıkar gruplarını kışkırtıp donatarak, kendi egemenlik alanları için zararlı ve tehlikeli gördükleri diğer devlet iktidarlarının kalkınmasını çeşitli yollardan ve derecelerde engellemeye çalışmaktadırlar.
Bu varlık savaşının kullandığı araçlar, metotlar, silahlar farklılık gösterse de; aklı, ahlâkı ve hesabı hep aynı kalmaktadır: Muktedir olmak veya muktedir kalmak! Demek ki, kalıcı ve küresel barışın kaidesi; öncelikle insanlığın “fabrika ayarlarına dönmesi” ve Allah’ın varlık sevgisine ve ahlâkına sahip çıkmaktır!
***
“Silahlı” bütün yerküre savaşlarında, ülke-toplum varlığına en az bir saldıran varsa, bir de kendi egemenlik alanında en az bir savunmada kalan “kuvvet” vardır! “Savunma” barışı iki şekilde isteyebilir: 1. Daha büyük kayıplara uğramak ihtimaline karşı yenildiğini kabul ederek. 2. Savaş sebebi olan varlık unsurundan vazgeçerek. Her iki durumda da savunma, barışı (ateşkes) isteyen taraf olarak, dayatılan antlaşma şartlarına rıza gösterir. Saldıran kuvvet ise, istediği kazancı elde ettikten sonra, barış teklifine olumlu cevap vermeyi çıkarına uygun görebilir. Buna göre, saldıranın barış istemesi, iki gerekçeyle mümkündür: 1. Saldırıdan azami kazancı sağladığına inandığında. 2. Saldırı konumunda beklenmedik bir yenilgi ihtimali ortaya çıktığında.
Halbuki, “kalıcı” barışın şartları bellidir:
1. Devletler, birbirlerinin hak ve hukukunu gözeten bir anlayışla ve adil-ahlâklı yöneticilerle yönetilmedikçe...
2. Milletler, kalıcı barışı destekleyecek bir küresel güç olmadıkça ve dayanışma içinde örgütlenmedikçe.
3. İnsanlar arasındaki her türlü ayrımı (etnik, dinsel, kültürel, sınıfsal...vb.) giderecek bir eğitimi, fırsat eşitliğini ve bunun hukukunu yaygınlaştırmadıkça.
4. Ülke halkları arasında yardımlaşmayı küresel boyutta ve adil bir yönetimle silahlı mücadele gereğinin önüne koymadıkça (öncelemedikçe) dünyada kimseye huzur olmayacaktır!
......................................................................................................................................
(*) Bölücü terör örgütü, siyasi uzantısı diliyle; çatışmasızlık ortamını bozanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve -Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın şahsında- siyasi irade olduğunu yaymaya çalışırken; kendisini, “mağdur, mazlum halkın haklı savaşında(!)” barış isteyen taraf olarak göstermeye çalışıyor. Bir kısım muhalif siyasiler de, yanlı ve kışkırtıcı medya ile birlikte hareket ederek, silahlı çatışmanın gerçek nedenini; başkanlık sistemine geçişte bir “manivela” gibi kullanılacağı iddia edilen “tekrar seçim”e dayandırıyorlar. Asıl mağdur edilenin kalleşçe pusu kurularak şehit edilen güvenlik güçlerimiz, onun aile ve yakınları, bütün bir milletin güzel bir gelecek umudu olduğunu görmezden gelerek, devletimizin meşru güçlerini haksız ve savaş yanlısı gösteriyorlar. Yani, kamuoyunda algı operasyonuna ve alçakça ajitasyona girişiyorlar! Yukarıdaki “Barışı Kim İster, Kim İstemez?” yazısını okuyup anladıktan sonra, ülkemizdeki terör saldırılarının taraflarına ve sonuçlarına bakarak nasıl bir hüküm çıkarılabilir? Bunu siz değerli okuyucuların irfanına ve vicdanına bırakıyorum.
(*) PKK terör örgütü ve uzantıları, desteği nerelerden alıyor ve kimler tarafından donatılıyorlarsa, birlikte; (onların Türkiye Cumhuriyeti Devleti üzerindeki gizli hesaplarını kendi ayrılıkçı varlık sebebiyle uyumlu kılan) bir faaliyetin içindedirler. Ülkemizde anarşik bir ortam oluşturmaya, bir iç savaş çıkartmaya; böylece devlet yönetimini zaafa düşürerek etki alanlarını genişletmeye ve pekiştirmeye, kendi hükümranlıklarını ilan etmeye çalışmaktadırlar. Ulusal bütünlüğünü ve dirliğini savunan milletimizin infial içinde, etnik köken ayrımını kışkırtan oyunun parçası haline gelmemeleri gerekir. En az bin yıllık kadim kardeşliğin korunmasının, birbirimize karşı milliyetçi söylemlerle cepheleşmekten geçmediği aşikârdır. Bu yöndeki kışkırtmaların kalıcı barışa ve vatanseverliğe bir faydası da yoktur. AKSİ YÖNDE DAVRANANLAR, BU VATANIN VE MİLLETİN DOSTU OLAMAZLAR! Vatandaşlarımız “Her büyük yangının başlangıcı bir küçük kıvılcımdır” bilgisinden hareketle, söylem ve davranışlarına özellikle dikkat etmelidirler. BU VATANI VE MİLLİ BİRLİĞİMİZİ KORUMANIN VE KOLLAMANIN YOLU, AYRIŞMAK DEĞİL, BİLAKİS MİLLETÇE KAYNAŞMAKTIR! İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ SÜREÇ, TARİHTEN DERS ALACAK BİR TECRUBEYE VE İRFANA SAHİP OLDUĞUMUZU GÖSTERMENİN ZAMANIDIR!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.