- 977 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
1.000 ÖZÜR, 100.000 PİŞMANLIK
1.000 ÖZÜR 100.000 PİŞMANLIK
Bir yiğidi, bir dürüst adamı, bir gerçek ağabeyi yıllar sonra onun onuru, gururu, delikanlılığı ile anmak belki bana ıstırap verebilir ama bu süzgeçten geçmeyenlere de güzel bir derstir belki de.
Onun adı, Yarbay Ömer Kocabıyık dı. Kıbrıs harekâtında aslanlar gibi çarpışan bir subaydı. Çok bilgili olduğunu, astları kadar üstleri de kabul ederlerdi. Çünkü çok okur, çok çalışır ve sürekli en zor olaylarda yanımızda olur, yorumlar yapardı.
Denizli’ den Patnos’a tahinim çıktığında, acemi erleri Denizli’ den götürmek için gelen tayin olduğum taburumun subaylarından Fevzi Yüzbaşı anlatmıştı onu bana. Çok sert bir mizacı vardı , öğrendiğim kadarıyla. Görev anında askerlikten, disiplinden hiç taviz vermeyen ama çalışana, başarana çok saygı duyan takdir eden bir yapıdaydı.
Patnos’a, yanımda altı aylık kurt köpeğim Pars ile Erzurum-Ağrı üzerinden arabamla gelirken , Tutak’ı geçip virajlı yollara girdiğimde iki dağın arasında yola taş döşeyen adamlar tarafından durdurulmuştum. Silahlı adamlar yanımıza gelince ,Pars ‘ın araba içinde saldırması üzerine korku ile geri çekilmişler ve ben de şarampole arabayı sokup ,altını, tamponumu vurmak pahasına o soygundan kaçmıştım.
Patnos girişinde beni karşılayan ve soygundan nasıl kurtulduğumu soran subay, Yarbay Ömer Kocabıyık dı. Bir ağabey şefkati ile beni kalacağım yere götüren de yine o olmuştu. O gün başlayan güven ve saygı ile onunla iki yıl beraber çalışmıştık.
Peki, ben o çok saydığım, sevdiğim, güvendiğim insana bin kere özür dileyecek kadar büyük kusuru nasıl ve neden işlemiştim dersiniz? Çünkü budak deliğinden ve altını arkasını görmeden bakmıştım, Hz Mevlana’nın ibret veren Mesnevideki öyküsünde olduğu gibi.
Öykü; kısadan hisse almak isteyenler için tam bir ibret tablosudur. Zaten öyle olmasa yazar mıydı Yüce Mevlana;
Zengin bir evin güzel Halayık’ı, yani esir alınıp satılan ama henüz cariye bile olamamış yaşı küçük kız , büyüyüp serpildikçe evin beyine gönül koyar. Ama evin çok güzel bir hanımı vardır ki, beye kimsenin sırnaşmasından da hoşlanmaz. Halayık’ın içini, beye sahip olmak, o konağın hanımı olmak duyguları öylesine kaplamıştır ki, evin hanımını kıskançlıkla takip ederek açığını aramaya, onu beyin gözünden düşürecek bir şeyler bulmaya çalışır.
Sonunda aradığı açığı bulur da. Hanım öğlen vakti herkes uykuya dalıp ortalıktan çekildiği zaman ahıra gitmekte ve ahır kapısını kapatıp içeride , yarım saat kalmaktadır. Ahırın içini görebileceği hiçbir yer yoktur üstelik.
Aradan on gün geçtikten sonra artık sabredemeyen Halayık, tahta kapının alt budağını yerinden çıkartarak, hanımın ahıra gelmesini bekler. Hanım içeri girip kapıyı kilitlediğinde, biraz bekleyip budağı düşürerek içeriyi gözetlemeye başlar. Ne yazık ki küçücük budak deliğinden, çok az bölümü görünmektedir ahırın.
Hanım duvara dayalı olan uzunca bir sehpayı , ahırın ortasını koyarak soyunup uzanmakta ve evin eşeği ile cinsi münasebet kurmaktadır.
Halayık bu olayı öğrendiği için çok mutlu olur. Bey asla böyle bir şeyi kabullenecek insan değildir. Hanımı evden kovacağı kesindir artık. Sonra da konaktaki en güzel, en genç ve onu en çok seven bu kızı evin hanımı yapacaktır çok mutludur Halayık. Kenara çekilip hanımın ahırdan çıkmasını biraz ileride bekler. Hanımının yüzündeki o tatmin olmuş kıvılcımları, Halayık’ı aynı şeyi denemeye itmiştir.
Hanımının yaptığı gibi sehpaya yatıp eşek ile münasebette bulunmuş ama olay onun budak deliğinden gördüğü gibi olmamıştır. Acı ile eşeğin altında bağırarak yardım istemektedir. Bu sapıklığa alet edilmiş olan eşeğin ise , onu bırakmaya hiç niyeti yoktur. Ev halkı onu çığlıklarına koşarak gelirler. Evin beyi tekme atarak eşeği uzaklaştırırken, o hanımının nasıl bu işe dayandığını merak etmektedir. İşittiği azarları ve aşağılanmayı hiç duymaz bile. Aklı hanımının bu işe nasıl dayanabildiğindedir. Yüzüne tüküren konak halkı ve beyin arkasında onun bu sıkıntısını anlayan hanım ona gizli bakışlar atarak, iki ucu kesilmiş su kabağını göstermektedir. Yani işin püf noktasını.
Bu kısa öyküyü Hz Mevlana’nın insanlara büyük dersler vermek için yazdığına inanıyorum. Hiçbir olayı her yönü ile incelemeden karar vermemek gerek. Halayık , budak deliğinden hanımının mutlu yüzünü görüyordu ama onun iki ucu kesik su kabağını eşeğe taktığını, küçücük bir açıdan ve başka düşüncelerle bakarak göremezdi.
Bu öykü ile Yarbay Kocabıyığın ne alakası var mı diyorsunuz? Var ya, hem de nasıl var, görün bakalım.
Bir pazartesi günü, sabahın henüz ışıklarını Patnos tepelerinden Malazgirt Ovasına yaydığı sıralarda Süphan Dağı’nın karlı beyaz tepelerine bakarak bölüğümden tekmil almak üzere ve çokta mutlu olarak yürüyordum. Yüzünü altı aylık olmasına rağmen hala göremediğim ilk oğlum Mert’in varlığıydı beni mutlu eden. Yanıma koşarak bölük çavuşum ve yazıcım geliyor. Vukuat hiç hayırlı söylenmiyor bana. Tabur Komutanımız Yarbay Kocabıyık, bölük çay ocağı defterini alıp, bazı giderlerin üzerini kırmızı kalem ile çizmiş.
Aniden deliriyorum.
“Benim haberim olmadan bu defter nasıl alınır, nasıl çizer, nasıl Pazar günü yazıhaneye girilir?” Diye bağırmaya başlıyorum. Oysa tabur yoklama için saf düzeninde toplanmış ve Yarbay Kocabıyık taburun tekmilini beklemekte. Benim bu yüksek sesle bağırmalarım onu rahatsız ediyor.
“Bir şey mi oldu Yüzbaşım? Neden yoklamayı vermiyorsunuz?”
“Evet bir şey oldu. Benim çay ocağı defterimi almaya ve çizmeye hakkınız yok” (Cevaba bak, eşşşşek)
“Laflarınıza dikkat edin. Ben tabur komutanıyım, bakarım da, çizerim de”
“Hayır, hiç kimse benim bölüğümün çay ocağı defterini çizemez. Sadece denetleme kurulu buna yetkilidir, siz değil”
Kocabıyık bu tabur önünde posta atmama çok kızıyor. Yaklaşık sekiz yüz kişi donmuş ve sessiz vaziyette. En kıdemli bölük komutanı olarak onun vekiliyim üstelik. Böyle bir yiğit komutana ben kendimi kaybetmiş olarak karşı geliyorum. Ayrıca ortada ciddi bir konu da yok. ( İnsan ,nasıl böyle kontrolünü kaybedebiliyor ,anlamıyorum)
“Erkeksen, benimle odama gel”
Aman Allah’ım, Kocabıyık beni sanki düelloya davet edercesine ciddi ve bu postayı yememeye kararlı gibi. Onun odası bize otuz metre kadar yakın. O önde , ben de arkasında olarak yazıcıların, tabur karargahı astsubaylarının şaşkın bakışları arasında odasına giriyoruz. Kapıyı kilitleyerek,
“Kimse bana taburumun önünde hakaret edemez. Sen kendini ne zannediyorsun? Ben adamı…”
Ulu Tanrım, elini çekmeceye atıp tabancasını alıyor. Benim silahım ise açık kılıflı, namluda mermi var ve ondan daha hızlı çekerek göğsüne dayıyorum. Silahını bırakıyor ve yüzüme bakarak,
“Seni kardeşim gibi severim. Ama sen bana silah çektin. Şimdi vurmalısın beni”
Gözlerinden tutamadığı yaşların süzüldüğünü görüyorum ama dimdik duruyor. Kapıda biriken subay ve astsubaylara , “Gidin buradan” diye bağırmaya başlıyor.
Manyetolu telefonu durmadan çalmakta. Karşısında eli tabancalı ben, kapıda yığılmış kapıyı açmaya çalışan subaylar, odanın yanındaki elektrik direğine tırmanmış içeriye seslenen rahmetli Yüzbaşı İbrahim Erkuş ve olayı duyup koşarak gelen sınıf arkadaşım, can dostum Yüzbaşı Muzaffer Tekin. Aslında o da ben de şaşkınız nasıl oldu silahlar çekildi bilmiyoruz. Dışarıdan ‘Telefonda Garnizon Komutanı var ‘ sesleri geliyor. Komutana telefon ederek olayı duyurmuşlar.
Kocabıyık telefona uzanıyor.
“Hayır, komutanım yüzbaşımla çay içiyoruz. Silah falan yok, merak etmeyin” diyor. Elimdeki silahtan utanıyorum. Yüzbaşı Muzaffer Tekin, bir omuz darbesi ile kapıyı kırıp içeriye giriyor. Silah hala elimde. Usulca elimden alıyor. Bana sarılarak,
“Sen neden kızdın kardeşim? Bütün alayın çay ocağı defterleri Yarbayım Pazar günü nöbetçi amiri olduğu için, Tümen emri ile toplanarak hasta erlere , revirde bulunmayan ilaçları bölük parasıyla aldığımızın tespiti için çizilmiş kırmızı kalemle. Böylece revire bu ilaçlarında getirilmesi sağlanacak. Yarbay’ ımı sen çok severdin üstelik. Şimdi durumu anladın. Arkadaşın olarak senden gerekeni hemen yapmanı bekliyorum”
Ondan özür diliyorum. Neredeyse elimden dönüşü olmayan bir kaza çıkacaktı. Yeni doğan oğlumu hiç göremeyecektim. Büyüklük gösterip bana sarılıyor, yanaklarımdan öpüyor.
“Üzülme, sana bunu yaptıran erkeklik gururun. Aslında bu emirin mesai dışında verilmesi çok yanlıştı. Yine de sen sakin bir şekilde sorsaydın veya biraz sabırlı olsaydın ben de nedenini anlatacaktım. Sen iyi bir Subaysın. Bu güne kadar yaptığın görevlerin başarıları ile beni hep gururlandırdın. Bu yüzden bu olay bu odada bitecektir”
Benim bu terbiyesizliğimden komutana Kocabıyık hiç bahsetmedi. Benim de lafını yemeyen, postayı kabul etmeyen, ölümden zerre kadar korkmayan bu komutana, saygım daha fazla arttı. O halayık gibi olayı sadece budak deliğinden görerek yorum yaptığım için hala utanırım. İnsan bazen böyle eşeklikler yapıyor işte, kulun yapısından galiba.
Sevgili Komutanım, Yarbay Ömer Kocabıyık, can dostum Yüzbaşı Muzaffer Tekin ve delikanlının hası Yüzbaşı İbrahim Erkuş (Şehit) artık yaşamıyorlar.
Üçünü de rahmet ile anıyorum. Hele senden 1.000 kere, 100.000 kere özür diliyorum Sayın Komutanım.
E. Yaşar OVALI 22.07.2015
YORUMLAR
Allah makamlarını cennet eylesin sevgili abim.
İnsan beşer, elbet şaşar demişler. Sonu hüsranla biten bir anı olmamış iyi ki.
Selam ve sevgilerimle.
kukurikuu
Bir gittin pir gittin hani.
Nasılsın Kardeşim? Sanırım oldukça mutlusun ki,
sesin soluğun pek çıkmadan dünyayı idare edip gidiyorsun .
İnsanın hatayapmadığı pek az dönem var galiba.
Benim de çok sevdiğim birine karşı işlediğim en
büyük hatalardan biri de işte budur.
Onlardan özür dileme fırsatı veren bu portalı da
daha çok sevdim doğrusu,
Gözlerinden öperim kardeşim
Bazen hatayı seneler sonrada ben neden yaptım onu diye üzüldüğü zamanlar oluyor insanın,tebrik ederim paylaştığın için de teşekkür ederim saygılarımla.
kukurikuu
İnsan bazen hatalarını geç de olsa itiraf etmeli,
özürünü yinelemeli diye düşünüyorum.
Teşekkür eder saygılar sunarım.
Hüzünlü askerlik anıları. Geçmişte yaşananlar ve tabi beraber olduğunuz arkadaşlarınız unutulmuyor ahirete intikal etmiş bile olsalar. Manidardı...
kukurikuu
Askerlik anıları kolay bitmez,
hele de delikanlılarla delikanlı
muhabbetlerinde.
Teşekkür eder saygılar sunarım.