- 595 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'teen err'
Kredi borçları, kredi kartı borcu, kira, benzin, aidat, faturalar, yiyecek derken yine cepte para kalmadığını itiraf etmemek için aynanın karşısına her geçtiğimde bakmaktan çekindim. Niyeyse alakasız tdk yorumu aklıma geldi. Figolog, fingolog, fittirikolok olan her kimse tanımı verirken aklından geçenleri düşünüp aynaya baktığımda ’bu da geçer’ diye söylendim kendi kendime. ’Para karşılığında erkeklerin cinsel zevklerine hizmet eden ve bu işi meslek edinen kadın, fahişe, orospu, orta malı, kaldırım çiçeği, kaldırım süpürgesi, kaldırım yosması, sürtük’ yorumunda kaldırım süpürgesi yorumu bariz kahkahalık değilse ben bu aynaya bakmıyor da olabilirdim. Oturdum. Kanepe açıktı. Uzandım. Arkamda bir sünger, bir yastık, bir küçük yastık, bir de kırlent vardı. Hepsine dokundum. Bir anda oldu. Ağzını bozma dedim. Elimi yaklaştırıp nefesimi kokladım. Temizdi. Uzun bir zaman sonra dişlerimi fırçalamıştım. Eski bir dostun tavsiyesiydi; ‘kendine bak’ demişti. Mantıklı gelmişti ilk başta ama yorulacağımı hissetmiştim. İlk anda tepki verme güdüsünü de ortaya çıkarmamış, sonuna kadar onu dinlemiştim. Kanepe rahatsız edici olmaya başlamıştı. Ayağa kalktım ve balkonlu odaya geçtim. Orada yatak vardı. Yatağın içinde kendimi daha güvenli hissediyordum. Ellerimi açtım, uzun uzun uzadıya açtım. Bir arkadaşa yardımcı olmak dileğiyle burçlar kitabını almış, yastığın altına bırakmıştım. Fark edince umursamadım. Arkadaş Balık burcuydu, sevgilisi Terazi. Dün sana övgü dolu sözcükler söyleyen insan, yarın karşına gelip seni laflarıyla incitebilir. Bunu biliyordum ama her seferinde tongoya düşüyordum. İnsan tongaya, biraz daha fazlası tangaya da düşebilir. Takılmamak gerekiyor.
Kapı çaldı. Gelen apartman yönetici yardımcısıydı. İlk karşılaşmamızda aramızdaki tanışma faslında kendisini öyle tanıtmıştı. Yüce bir görevi vardı, iyi biriydi. ‘Rahatsız ediyorum, uyuyordunuz sanırım’ dedi. ‘Yo, hayır, öyle uzanmıştım, iyiyim, siz nasılsınız?’ dedim. Bana ‘nasılsın’ diye sormamıştı ama toptan cevaplamıştım. Sesinin volümünü kısarak ‘kusura bakmazsanız, bodrumun anahtarını size vereyim de, bisikletini oraya koyunuz ‘ dedi. ‘Fark etmez’ dedim. Umursamıyordum. Geçen gün içimde bir yerde katil olabileceğine inanan biri olarak yürürken, şimdi o yaşlı bunak umurumda bile değildi. ‘Aslına bakarsanız benim için önemli değil ama işte, biliyorsunuz…’ dedi kısık sesle. ‘Biliyorum, size şikâyet ettiler sanırım, önemli değil, sizin dediğiniz gibi olsun’ dedim. Bu arada gözlerimin kenarında biriken çapaklardan kurtulmak için can atıyordum. Medeni insanlar gibi hareket etmeye çalışıyorduk. Medeni birisi değilim. Yönetici yardımcısını seviyorum ama diğerlerinden zerre haz duymuyorum. Zaten tanımadığım insanlardan neden haz duyayım ki! ‘Ben anahtarı getireceğim’ diyerek dairesine doğru inmeye başladığında koşarak lavaboya gittim. Bu bir yalan olurdu, koşma mesafesi bile yoktu. Kapıyla lavabo arasında iki metre duvar mesafesi var. Ağır ağır yürüdüm. İnsan bu boşaltım işlemi konusunda dikkat etmeli. İdrar kesesinin, sidik torbasının, o güzelim mesanenin diğer organlardan daha hayati görevi var. O kas artık tutamayıp, kese patlarsa insan için facia olabilir. Kalçasından kıl dönmesi ameliyatı olan arkadaşın tavsiyesiydi. Ameliyattan aylar sonra başına gelen trajediyi anlatmıştı.
Ameliyatı ucuz kurtardığını, çok kıllı vücudunun ona açtığı belanın daha büyük facialara yol açmadığını ona söylediğimde, ‘sen benim neler çektiğimi bilmiyorsun’ demiştim. ‘Ne oldu ki’ diye sordum. Meğer bana anlatmadığı önemli bir mesele varmış. Arkadaş ameliyat olmadan önce birkaç saat evvelden normalde ne yemek yenir ne de su içilir. Doktor buna ‘istediğini yiyip, içebilirsin, ameliyat için problem teşkil etmez’ dediği için ameliyattan önce bolca su içmiş. Tabi kulaktan doğma sözler; ‘ameliyat öncesi bol su içersen acı hissetmezsin!’ Öyle ki 200 ml sonrası acil alarm verip, vücudun her bir yanına sos işareti gönderen idrar kesesi dolmuş. Erkek hemşire gelip, ameliyattan sonra nasıl olduğunu sorunca ‘her şey iyi hoş ama karnım ağrıyor’ demiş. ‘Yoksa, yoksa idrar kesesi mi’ diye soran hemşire gerilmiş. Arkadaş, ‘galiba idrar kesem ama vücudum göbeğimden ayakuçlarıma kadar uyuşmuş halde, işeyebileceğimi sanmıyorum’ demiş. ‘Yapabilecek tek şey var, o da idrar keseni boşaltmak’ deyince hemşire, arkadaş da korkarak sormuş:’ Bu nasıl olacak?’ Hemşire acı acı gülmüş:’ Boru sokacağız.’
Elinde uzunca bir boruyla hemşire içeri girmiş. Tabi başka şeylerde yanında mevcut, arkadaşta anlatırken isimlerini bilmediği için yalnızca boruyu anımsıyor. Anlatırken ürpermiştim bir an için.
‘En kötüsü ilk denemesiydi. Borunun çapı yarım santimden küçük ama boyu upuzundu. Sordum, ne kadar mesafe var idrar kesesine kadar, ‘senin ufaklığa bağlı’ dedi. Aptalca gülümsüyordu. Yine de ona muhtaçtım. Yapacağı şey olmasa, mesane patlayabilirdi. Çünkü bedenimdeki uyuşukluk sabaha kadar geçmeyecekti. İlk denemesinde belli bir mesafe ilerledi. O kadar acıyordu ki, anlatamam. ‘Olmadı’ dedi, tekrar çıkarıp denemesi gerekiyormuş. Çıkarırken de boruyu ayrı bir acı hissettim. Aptalca, uyuşmuş biliyorum ama acıyı hissediyorum. O uyuşturucular olmasa acıyı düşünemiyorum bile. Sonra ikinci denemesinde başarıyla mesaneye ulaştı. Damla damla akmaya başladı idrarım. Başarılı ancak acıtıcı bir tedaviydi, Allah düşmanımın başına vermesin.’
Aklımdaki bu saçma anıya çatı aralığında yönetici yardımcısıyla konuşurken son bulmuştum. Eski bir televizyon vardı, bir de onun altında meşe ağacından yapılmış, cilasının çoğu dökülmüş televizyon masası vardı. Yan tarafında çekmesi de vardı. ‘Bunlar işinize yarar mı bilmiyorum ama eğer kullanmazsanız televizyonu karşı apartmanda engelli bir çocuk var, ona verelim’ dedi. Elli bir ekran televizyondu, aslında ben bu televizyonu alır bendeki otuz yedi ekranı o çocuğa veririm diye düşünüyordum. Sıra bodruma inmeye gelmişti. Bodrumun anahtarını bana verirken, elinin titrediğini fark ettim. Bodruma indiğimizde her taraf toz ve örümcek ağı içerisindeydi. Kaşınmaya başlamıştım. Zaten iki günde bir kaşınmamak için tıraş olduğum yetmiyormuş gibi, alerjimin olabileceğini düşündüğüm toz ve örümcek ağları içinde bisikleti koyacağım yeri düşünüyordum. Bir yandan da yaşlı bunak kadına içten samimi olarak küfrediyordum.
Bir süre daha vakit geçirebilir, sohbet edebilirdik. Yönetici yardımcısına teşekkür edip, kendimi dışarıya attığımda nefes alabildim. Dişlerim sapsarı, giysilerim paspal, ayakkabımın rengi tanınmayacak halde yürümeye başladım. Normal bayanların tiksineceği bütün aksilikleri üzerimde topladığım için şanslıydım. Böyle olduğum için dişi sivrisinek bile benden kaçıyordu. İşte bu olmadı, bu konuda kendimi kandırıyorum. Geçen hafta evin her tarafını ilaçladıktan sonra sineklerden kurtulduğumu biliyorum. Dahası böcekler içinde etkili o ilaç beni de mahvetmişti. Organizması hayvanlardan farksız olan bir insan olarak o ilaçtan pekâlâ etkilenebilirdim ve etkilendim de. Evin her tarafı ilaç kokuyordu. Önce kurutmalıkta ne kadar elbise varsa, ilaç sürdüğüm zaman ıslak olup, asılma durumları zorunlu kılındıkları için onlar da bu ilacın etkisinde kalmışlardı. Günlerdir kurutmalıkta iki elinden bağlanmış gibi duran gömlekler, iki kat olmuş gömlekler ve en arkada gizlenen iç çamaşırları tekrar yıkamıştım. Sıra etrafın güzel kokmasını sağlamak için silmeye gelmişti ki, bu işi biraz erteledikten sonra yapmıştım.
İnsan acı bir deneyim yaşamadıktan sonra kendi varlığının asıl önemli taraflarına uzanamaz. Kendi içinde sınırlı insanın, yine en uzak sınırına ulaşabilme zevkini acı deneyimleri ona sunar. Güçlü ve klonlanmış insanların asıl zavallılığını hissetmelerinden ötürü kullandıkları şiddetin esiri insanların da zayıf olmalarında bir eksiklik yok. Bu ilgi çekici tükenişin, kendi içinde çürümüşlüğe doğru hızla yol alan güçlüler adına daha tehlikeli yönleri yok mu? Beyaz renkli, üzerinde kabartma desenlerin olduğu tişörtüyle genç bir bayan evinin bahçe kapısına doğru yürürken göz göze geliyoruz. Ona üç saniyeden fazla baktığımı biliyorum ve ister istemez ona baktığım için değil, bir görüntü olarak var olduğumu belirten bedenimi fark etmesiyle gözlerime bakıyor. Belki gözlerime değil, daha büyük bir görüntüye bakıyor ve bende o görüntü içerisinde karenin küçük bir elemanıyım. Her ne olursa olsun arkamda kaldığı zaman her şey bitmiş olacak. Nötr olacağımız zaman artık ona bakmamış olacağım ve arkamda kalmaya başladığı anda bana bakıp bakmadığını da bilemeyeceğim. İşte bu acı olacak! Hayat insana garip ödevler veriyor. ‘Ben buyum’ dese de insan, o olmadığını öğretecek hadiselerle başa çıkmak için savaş yapıyor. Çoğu zaman da kazandığını sanıyor. Bu oldu olası insanlığın fecaati değil mi? Adımlarım, kasılan baldırlarım ve tüm varlığım… Hissediyorum damarlarımdaki akan kanın yoğunluğunu. Sert bir içkiye benziyor ve ivedi bir tanrıçayı soyup, içine kartal başlı bir tanrı giyiyor. Her biri mitolojinin kurbanı gariban insanların başlarının sonsuzluğa akacak hikâyesi denizlerde başlıyor.
Deniz… Oturabilen insanların ona bakınca rahatladığı engin şey. Hep kaçtığımı biliyorum, senden de diğer her şeyden kaçtığım gibi. Az ötede bikinili kadının sırtına güneş kremi süren adamın zayıf kollarıyla bu dünya yıkılıyor. Kaybetmeye alışkın olduğum için mutlu mu hissetmeliyim? Her şeyden kaçabilir insan, onu var eden insanlardan, en sevdiği insandan, eşinden, çocuklarından ama kendinden kaçamaz, kurtulamaz. İşte hiçbir yer de bulamayacağı dostta düşman da kendisi. İnsanın kendisi, hayata müdahale edemediği zamanlarda mutsuz! Daha mutsuz olduğu zamanlar bir başka insana eziyet çektirirken başlıyor. Burada benim gibi oturup, denize bakanların kaçı şimdiyi yaşıyor? Ah ben, eşek kafalı ben, yine başka bir zamandayım. Şimdiyi kaçırdığıma mı yanmalıyım, hala eskiden ders alamadığım için mi üzülmeliyim? Bir ilaç var mı, kurtulabilir miyim bu acıdan? İnsan karnını nereye kadar doyurabilir? Ne kadar pahalı elbiseler, oyuncaklar, takılar alabilir? Bir ev yetmiyor, başka evler, daha büyük evler… Arabalar değişiyor, üzerine değişirken insan bir türlü değişmiyor mu? Bu kazanma hissinin bittiği yer yok mu? Kendi buhranımdan sıkılıyorum. Deniz’e karşı içini döken, kendini tanıyamamış aptalın teki bir sürü insanız hepimiz. Dünya var olduğundan beri araçlar başka da olsa herkes aynı şeyleri yaptı. Yedi, içti, uyudu, sıçtı, üredi, öğrendiğini sandı, karşı geldi kendisini yaratana.
Konuşurken kendi gözlerime bakamayan çaresiz biriyim. Bir başkasının dinlemeyeceği, dinlemek istemeyeceği şeyler bunlar. Merhamet dilenmiyorum. Dileyeli çok oldu ve anlaşılmıyorsun. Sesime ağır bir hava da takındıramıyorum. Ciddi olduğum gözlerimdeki nemli havadan belli olabilir. En azından ben böyle düşünüyorum. Ellerimi bağlayabilirler. Sinsi gülümsemelere de paydos! İçimdeki karanlığı görmeyip, bir başkasının aydınlığına söz edebilme cüretim de var. Aydınlıklara inandığım yer de kırgınlığım, yol alıp geri dönüşlerim, aptalca merhamet dilenmelerim, sevgiye koşulsuz tapmalarım var.
Dinliyor musun beni, duyuyor musun? Dalgalarının bu şiddeti ara sıra hırıltı şeklinde ayaklarıma çarpışın beni istemeyişinden mi kaynaklanıyor?
Kaldığım apartmanın yan tarafındaki iki katlı müstakil evde oturan kadınla karşılaştım. Köpeğini gezdirmeye çıkmış. Yanıma doğru yaklaştı. Ben onu sima olarak tanıyordum. ‘Oturabilir miyim yanınıza’ dedi. Oturdu. Yüz hatlarında gerilim dolu bir filmden çıkmış havası sezinleniyordu. Gergindi. Onunda yaşında bir kadının gerilebileceği ne olabilirdi ki! ‘Çakmağınız var mı’ diye sordu. ‘Maalesef, evde bırakmışım’ dedi. Sigara içeceğini sanıyordum. Köpeği işaret etti:’ Tüyleri bazen can sıkıcı oluyor, uzayan bazı tüylerini, diğer tüylerle eşit olması için yakıyorum.’ ‘Acımıyor mu’ dedim, ‘acıdığını sanmam, hiç şikâyet etmedi mutlu’ dedi. Köpeğin adı mutlu muydu, yoksa ben mi öyle duyduğumu sanmıştım. ‘Adı mutlu mu’ diye sordum. ‘Evet’ dedi, ‘mutlu ismi aslında torunumun ismiydi, yıllar önce trafik kazasında kaybettiğimizde mutluyla tanıştık. Ona torunumun ismini verdim.’ ‘Eşiniz rahatsız olmadı mı bu konuda’ diye sordum. ‘Eşim’ derken, ‘beni tanıyor musunuz’ dedi. ‘Evet, kaldığım apartmanın yanın bulunan müstakil iki katlı evin müdavimlerisiniz. Köpeğinizi de biliyorum, az havlamadı ben yanından geçerken, mutlu, evet, ismi, sizi öyle sima olarak tanıyorum, eşinizi de’ dedim. Gülümsedi. Mutlunun tasması yoktu. Zaten onu burada bıraksa evin yolunu bulabilirdi. Martı sesleri hoşuna gidiyordu. Göğe doğru başını kaldırıp bakıyordu. Bir yandan da kumun içinde koşturup duruyordu. ‘Yalnız mı yaşıyorsun’ diye sordu kadın. Diğer yaşlı kadınlara benzemeyen, merhametli bir tarafı vardı. ‘Evet, nasıl anladınız’ dedim. Tekrar gülümsedi. ‘Siz konuşmasınız da, beden diliniz bunu rahatlıkla anlatabiliyor’ dedi. Şaşırdım, hafif de afallar gibi oldum ama sonra toparlandım. Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu. İçsel bir yolculuk yapıyordum, amenna, buna inanıyordum ama yolun daha başlangıcı mıydı bulunduğum yer yoksa bitmesine az mı kalmıştı, kestiremiyordum.
‘Ben mutluyla ilgileneyim az, size iyi günler’ diyerek ayağa kalktı, mutluyu yanına çağırdı. Ağır adımlarla yürümeye başladı. Mutlu etrafında deli divane dönüyordu. Mutluydu yürüyüşe çıkmaktan.
Merdivenleri çıkarken ağırlaşan bedenim o asit birikmesini tekrar yaşıyormuş gibi yorgundu. Daha doğrusu bu kez varsa, ruhuma bu yorgunluğu ithaf etmek gerekiyor. Dürüst olduğum için kendimi ağır yaralı hissediyorum. Mutluluğa ihtiyacı olan insanların, eski mutluluklarını kaçırmalarına yanmamak adına yeni mutluluklar aradığını düşündüm. İhtiyaç fazlaydı, mutlulukta. Yokluğundan da yaşanması olağan bir dünyanın, varlığında ne gibi getirisi olacağını müphemdi. Kendi mutsuzluğunu düşünürken insan acaba neleri kaybeder? El altından kaybedilmesi aşikâr bir gerçek var ki, aslında hayal kurmanın güzelliği. Mutlu insan hayal kurabilir mi? Ne için, kim için? Mutluluğa aç olmayan biri o krize dönük sancıyı, iç burukluğunu, tatminsizliği anlayabilir mi? Kendini kandırabildiğini düşünen ahmaklar bütünü olarak kaç defa yanıldığımızı itiraf edip, aynı yoldan yürüyeceğiz? Beynimize kiremitler çarpacak, düşeceğiz çukurlara, hızla giden bir araba çarpacak ya da kendi kendimizi zehirleyeceğiz. Bu ağrı, emeğini, ekmeğini göremeyen nankör cahillerin sınıfında yürünen ve toz bulut arasında gerçeğe ulaşılan mekânın giriş basamağı. Herkes diliyor, dua ediyor, tadıyor ve kaybediyor. Yolculuğu başlatacak düdüğün içindeki yuvarlak, yumuşacık topun artık olmadığını biliyor herkes. Üfürdükçe yalnızca düz bir ses uğulduyor kulaklarda.
Eve dönerken mutluyu görüyorum, kulübesinin önünde çökmüş, düşünüyor. Bir köpeğin düşünebileceği kadar felsefe dolu ve merhametli!
Bisikletimi görememek canımı sıkıyor. Merhamet dileniyorum yine de. Ağır ağır çıkmıyorum basamaklardan. Nefesim kesiliyormuş gibi, içim tekrardan kaldığı yerden sıkılmaya başlaması için on beş dakika var. On beş dakika içerisinde her şey değişebilir ama her şey.
Kapıyı kapatınca dokuz yüz saniye saymanın akıl karı olmadığını ıslak ayak izlerine tekrardan basınca hatırlıyorum. Sahi, unutmuştum, kendi merhametimi geri ödüyorum. Gerçek değer diye bir şey yok. Üzülmenin de mutsuzlukla alakası yok. Mutsuzluğun mutlu olmak içinde garip talepleri olmamalı.
Kumandayı ararken, televizyonun altındaki dolu tiner şişesi kalbimi cezbediyor.