- 939 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
‘’ATATÜRKÇÜLÜK YA DA SİSTEMSİZLİK İŞTE BÜTÜN MESELE BU! (sekizinci bölüm)
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, seçimde ikinci gelen Anavatan Partisi genel başkanı‘’Mesut Yılmaz’a hükümet kurma görevini verdi ve Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi ortaklaşa ANAP- DYP-koalisyon hükümetini kurmuşlardı. Fakat koalisyon ortaklarının bir birini ‘’rüşvet ve yolsuzlukla ‘’suçlamaları yüzünden ‘’ANAYOL hükümeti yalnızca üç ay sürmüş ve dağılmıştı.
‘’Cumhurbaşkanı Demirel, hükümetİ kurma görevini ilkinde başarısız olan Necmettin Erbakan’a ikinci kez vermişti. Erbakan bu kez Tansu Çillerle anlaşarak Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin oluşturduğu koalisyon hükümetini 28 Haziran 1996 tarihinde kurmayı başarmıştı.
Partiler arasında imzalanan koalisyon protokolüne göre hükümet şu şekilde olacaktı:
Başbakan ilk olarak Necmettin Erbakan olacak, 2 yıl sonra ise başbakanlık görevini Doğru Yol Partisi genel Başkanı Tansu Çiller yürütecekti. Bu şekilde 2’şer yıl arayla başbakanlık görevi dönüşümlü olarak yürütülecekti.
Hükümeti kuran taraflar anlaşmış devleti yönetmek için her şey tamamlanmıştı. Necmettin Erbakan başbakan, Tansu Çiller de başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olmuştu.
Ancak Siyonistlerin uzantısı olan ve devletin önemli kurumlarının içine nüfuz etmiş yapılar. Erbakan’ın İslami çevrelere olan bağı ve yakınlığından hoşnut olmayıp Necmettin Erbakan’ın başbakanlığından da rahatsız olmuşlardı. Buna rağmen Erbakan ılımlı yaklaşmış bu kesimleri ürkütmemeye çalışmışsa da Siyonizm’in işbirlikçilerini ikna edememişti. Hükümeti devirmek için ellerinden gelen pisliği yapmışlardı.
Siyonist yapılar, beyinlerini yıkayıp etkisi altına aldıkları bürokrasi kurumlarının içindeki ve dışındaki tüm uzantılarını kullanarak hükümet’e ‘’kumpas kurup birçok komplolar düzenlemişlerdi. Örneğin; geçmişte olduğu gibi yine kendilerinin kurguladığı kukla ve şarlatanlardan oluşan sözde İslami tarikatların sapık ibadetlerini, sahibi oldukları televizyonlarından ‘’flaş görüntülerle halka sunmuş ve kamuoyuna palazlanan bu gerici yapıların sorumlusunun hükümet olduğunu açıkça söylemesellerde sürekli iltica ve gericilik tehlikesinden bahsedip hükümeti ima etmiş ve hedef göstermişlerdi.
Başka bir deyişle bürokrasi çevresinden Siyonizm’in sözcüsü olan kişiler aslında kendilerinin organize ettiği finanse edip lojistik destek sağladıkları o sapık tahrikâtların varlığının sorumlusu hükümetmiş gibi kamuoyunda bu türden bir algı yaratmaya çalışmışlardı.
Oysa hükümet olan Refah Partili siyasetçiler ilk zamanlar Siyonizm’in sözcüsü olan yapılara haklılık kazandıracak eylem ve faaliyetlerden özenle kaçınıyorlardı. Hatta bu konuyla ilgili 22 Mayıs’ta TBMM grup toplantısında başbakan Necmettin Erbakan şu açıklamayı yapmıştı: "Hükümetin önünde iki seçenek vardı. Birincisi bu yapıların tavırlarına rest çekip hükümetten ayrılmak, ikincisi de uzlaşmayı ve ikna yöntemini denemekti. Biz uzlaşmayı seçtik." Demişti. Fakat bu yapıların uzlaşmak gibi bir niyetlerinin olmadığı zaman içerisinde ortaya çıkınca, Erbakan da siyasi tutumunu ve söylemlerini sertleştirmişti. Örneğin; bir gün gelecek türbanlı kızlarımız okurlarına özgürce girecekler ve hocaları da o kızlarımıza selam duracaklar demiş ve bir süre sonrada partisinin gurup toplantısında ‘’Bir gün mutlaka adil düzene geçilecek... bu kesin şart. bu geçiş dönemi yumuşak mı olacak? sert mi olacak? kanlı mı olacak kansız mı olacak? bunu zaman gösterecek... Şeklindeki sözleri Siyonist yapıları ve işbirlikçilerini çok kızdırmıştı. Birde Sincan belediyesinin düzenlediği Kudüs’te Müslümanların yaşadığı acıları anlatan temsili tiyatro oyunu İslam’a alerjisi olan bu yapıları çok korkutmuştu.
Acilen Refah Partisinin kapatılması gerektiğini söyleyerek Bu eylemleri ve Erbakan’ın sert sözlerini gerekçe gösterip, Anayasa mahkemesine başvurmuş ‘’RP’nin kapatılması yönünde dava açmışlardı.
Yargı ve bürokrasi kanadında bunlar yaşanırken. Ordu kanadındaki Siyonizm’in emir erleri de boş durmamıştı. ‘’Demokrasisi gelişmiş medeni ülkelerde asla olmayacak şeyler bizim ülkemizde oluyordu. O ülkelerde sivil iradenin bilgisi ve onayı olmadan asker bir tankı yerinden oynatamayıp garajından bile çıkartamazken, ülkeyi dingo’nun ahırına çevirmiş sözde vatan koruyucuları kafalarına göre takılmış gün ortasında Ankara Sincan da şehrin caddelerinde onlarca tankı yürütüp balans ayarı yapmışlardı. (!) Hükümete ve Büyük Millet Meclisine saygısızlık etmiş yani halkın iradesini bir kez daha hiçe saymışlardı. Üstelikte yasaları, ihlal ederek büyük bir suç işlemişlerdi.
28 Şubat 1997 de Ankara caddelerinde tankları yürüterek hükümete gözdağı veren darbe sevdalıları aynı zamanda ABD ye de hadi emirlerini beliyoruz, izin ver de ihtilal yapalım yoksa bizim otoritemiz kaybolacak şeklinde bir mesaj vermişlerse de bekledikleri emir ve izin bir türlü gelmemişti.
Beklenilen emir ve izinin neden gelmediği ile ilgili o yıllarda gazeteciler, aydınlar, siyasetçiler, bürokratlar, teknokratlar, vesaire siyaset biliminden anlayan kim varsa televizyon ekranlarında bu konuları sıkça tartışıyorlardı. O tartışmalar sonrasında iki neden üzerinde ortak kanı oluşmuştu.
1.neden; Amerika o aralarda körfez savaşı nedeniyle bozulan ülke ekonomisinin sancılarını yaşıyordu. Amerika’nın dünya bazında iş yapan dev şirketlerinin bir biri ardına iflaslarını açıklayacakları konusunda Amerikan hükümetini uyarıyor ve acil çözüm bulunmasını istiyorlardı. (nihayetinde 2006 yılına gelindiğinde o dev şirketler dünya kamuoyuna resmen iflaslarını açıklamışlardı.) o yıllarda Amerikalı siyasetçiler birde işsiz kalan Amerikan halkının hemen her gün beyaz saray önünde yaptığı protesto gösterileriyle uğraşıyordu. Yani sıkıntılı günler yaşayan Amerika biryandan savaş nedeniyle kendi halkının ve ülkesinin bozulan ekonomisi ile boğuşuyor biryandan da orta doğu bataklığına saplanmış debelenip duruyordu.
2.neden; Siyonistlerin işbirlikçileri olan çakma ulusalcılar ülkedeki Refah yol hükümetinden rahatsız olsalar da Türkiye’nin bozuk ve çalkantılı ekonomisi ülke gelirinin önemli bir bölümünün dışarıya faiz olarak gitmesi ve dengesiz siyasi yapısı ABD’nin ve birlikte hareket ettikleri faizci Siyonist yapıların işine geliyordu. Dolayısıyla ellerinin altındaki ne isterlerse yapan işbirlikçilerinin yapacağı pek bir iş yoktu. Çünkü zaten ülke Siyonist yapıların istediği gibi gırtlağına kadar borç batağına saplanmış dibe vuracağı kadar vurmuştu.
Siyasal anlamda sıkıntılı fakat ekonomik anlamda iyi sayılabilecek gelişmelerin olduğu İki yıllık süre tamamlanmış başbakan Necmettin Erbakan başbakanlık görevini koalisyon ortağı ile yaptığı protokol gereği Tansu Çillere devretmek üzere istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sunmuştu.
‘’O dönem ülke siyasetinde farklı bir üzücü olayda gerçekleşmişti. 4 Nisan 1997 yılında MHP’nin efsanevi lideri Alparslan Türkeş vefat etmişti. Çok sayıda ülkücünün katıldığı cenaze töreninin sonrasında merhum Alparslan Türkeş Ankara da defnedilmişti. Türkeş’in vefatının ardından 6 Temmuz 1997 yılında yapılan olağan üstü MHP kongresinde ‘’Devlet Bahçeli genel başkan seçilerek MHP’nin yeni lideri olmuştu.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümetteki koalisyon ortağı olan ve seçimlerde ikinci parti olarak çıkmış DYP’nin lideri Tansu Çillere hükümeti kurması için yetki vermesi beklenirken hükümeti kurma görevini Tansu Çillere vermemiş onun yerine seçimlerden üçüncü parti olarak çıkan Demokratik Sol Parti DSP’nin lideri Bülent Ecevit’e hükümet’i kurma yetkisini vermiştir.
’Bülent Ecevit, mecliste gurubu bulunan Anavatan Partisi ANAP’ın lideri Mesut Yılmaz ve Milliyetçi Hareket Partisi MHP’nin lideri Devlet Bahçeli ile anlaşıp yeni koalisyon hükümetini kurmuştu.
Ara not; Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel geçmişte başbakanlık döneminde de olduğu gibi zoru gördüğünde şapkasın alıp kaçmak gibi bir siyaset anlayışına sahipti. koalisyon ortağı olan Erbakan’ın Siyonist yapıların uzantılarıyla girdiği polemik yüzünden Bürokrasi ve asker kanadından gelen gayri demokratik tehdit ve uyarılardan çekinmiş bir kez daha demokrasiden ödün verip normalinde Tansu Çillerin hakkı olan hükümeti kurma ve başbakanlık görevini Tansu çillerin yerine Bülent Ecevit’e vermişti. Süleyman Demirel’in sahip olduğu siyasi anlayışını bilen siyasi çevreler ve halkın arasında şaşkınlığa yol açmayıp normal karşılansa da bu durumun aslında hoş olmayan başka bir boyutu vardı. Oda dürüstlüğü ve demokrasiye bağlılığıyla tanınan Bülent Ecevit’in halkın iradesinin ihlal edildiği bu görevlendirmeyi kabul etmesi olmuştu.
Geçmişte baba kız ilişkileri olan ve kamuoyunda öyle bir algı oluşturan ikilinin diyalogları bozulmuştu. Zaten Tansu Çillerin önceki başbakanlıkları döneminde araları açılan(manevi anlamda) baba-kızın araları bu olayla iyice açılmıştı.
Genelde çok konuşup, hiçbir şey anlatmamasıyla tanınan Süleyman Demirel’in ağzından laf almak isteyen gazeteciler konuyla ilgili Cumhurbaşkanına şu soruyu sormuştu;’’ Efendim geçmişte manevi anlamda bir baba-kız ilişkiniz vardı şimdi ne oldu da Tansu hanımla aranız açıldı.? Şeklindeki sorularına Süleyman Demirel’in cevabı belki de siyaset hayatı boyunca verdiği en kısa cevap olmuştu;‘’ Nazmiye hanımla bizim hiç çocuğumuz olmamıştır. Binaaleyn kızımız da yoktur.’’ diyerek o konuyla ilgili gazetecilerin sorularını kendine has üslubuyla en kestirme şekliyle cevaplandırmıştı.)
………..
16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi kararını açıklamıştı. Mahkeme tarafından ‘’Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri" gerekçesiyle, Refah Partisi (RP)kapatılmıştı. Beraberinde gayri demokratik bir başka kararla da Necmettin Erbakan’la birlikte altı Refah Partili siyasetçiye de beş yıl boyunca siyaset yasağı getirilmişti. Kendilerini ülkenin tek ve gerçek sahibi gören (Mutlu azınlık) statüsündeki kişiler her fırsatta Anayasayı kendileri ihlal ederek hükümete yani sivil iradeye müdahale ederek anayasal anlamda suç işliyorlardı. Nihayet halkın iradesini hiçe sayan yapıların istediği olmuş Refah Partisi kapatılmış ve bir kez daha hadlerini aşarak demokratik bir ülkede olmayacak şekilde istedikleri gibi siyasete yön vermişlerdi.
Refah Partisinin kapatılması ihtimaline karşı 17 Aralık 1997’de, Milli Görüş çizgisindeki yeni bir parti’nin hazırlığı yapılıyordu. İsmail Alptekin başkanlığında yapılan hazırlığın sonrasında. Refah Partisi’nin 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından hemen sonra bağımsız kalan 150’ye yakın milletvekilinin katılımıyla Fazilet Partisi (FP) kuruldu 14 Mayıs 1998’de FP Kurucular Kurulu kararı ile Recai Kutan genel başkanlığa getirildi.
Recai Kutan liderliğinde siyasete devam eden Fazilet Partisi (FP)milli görüş çizgisinde bir parti olduğu için kapatılan Refah Partisinin devamı olarak kurulduğu gerekçesiyle Siyonist yapıların işbirlikçilerince yeniden Anayasa mahkemesine başvurulup kapatma davası açmışlardı.
Siyonistlerin ülke içindeki işbirlikçileri bu işlerle uğraşıp türlü fırıldaklar çevirirken, küresel anlamdaki Siyonistler ve birlikte hareket ettikleri ABD’de orta doğuda debelenip durduğu bataklıktan çıkmak için hayata geçireceği yeni planların alt yapısını hazırlıyordu.
Zaman içerisinde yeniden patlak verecek olan 2. Körfez Savaşında Amerika, Türkiye‘deki üstlerini rahat kullanabilmek hem de kendisine gönül kırgınlığı olan çakma ulusalcı kesime jest yapmak için hadi Suriye’ ye sert çıkış yapında kamuoyunuz vay be ne kararlı devletimiz varmış desin. Bizde size apo’ yu verelim demişlerdi. Gerçi derin hesapların içerisinde olan ABD ve birlikte hareket ettikleri küresel Siyonistler bunu babalarının hayrına yapmamışlarsa da haklarını teslim etmek gerekirse bu kez kahpelik yapmadan sözlerinde durmuşlardı.
13 Şubat 1999 tarihinde Kürdistan İşçi Partisi (PKK)nın lideri Abdullah Öcalan, ayrıntıları hala pek bilinmeyen bir operasyon sonucunda CIA elemanları tarafından Kenya’da yakalanıp Türk güvenlik görevlilerine teslim edilmişti. Fakat bir şartla!? eğer Öcalan’ın kılına zarar gelirse kulağınızı çekerim haaa diyerek teslim etmişlerdi.
Ara not; (O dönem siyaset’in ve bürokrasi’nin içinde yer alan çakma ulusalcılar vatan millet edebiyatı yapıp meclisin ve halkın iradesini hiçe sayıp hükümetlere kafa tutup rest çekerken. O gün Amerikalılara gıkını bile çıkaramamışlardı. sen kimsin? Ne hakla bizim iç işimize karışıyorsun? Dahi diyememiş ağızlarında ki tükürük bile kurumuştu.
Sevsinler sizin vatan millet anlayışınızı.)
………..
7/ yıllık görev süresi tamamlanan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yerine 16 Mayıs 2000 yılında Anayasa mahkemesinin başkanı Ahmet Necdet Sezer 10.cumhurbaşkanı seçilmişti.
Başbakan Bülent Ecevit’in önermesiyle ve koalisyon ortaklarının üzerinde mutabık oldukları Ahmet Necdet sezer mecliste yapılan üç turlu seçimin üçüncü turunda Cumhurbaşkanı seçilmişti. Ancak Sezerin Cumhurbaşkanlığı beklenilenin aksine koalisyon hükümetiyle arasında uyumsuzlukların yaşandığı siyasi anlamda sürekli ters düşüldüğü bir Cumhurbaşkanı profili oluşturmuştu.
Bu sürecin ileri evreleri, imzaya sunulan kararnamelerin veto edildiği ve milli güvenlik toplantısında anayasa kitapçığının fırlatılacağı vs gibi siyasi gerilimlerin ve krizlerin yaşanacağı bir sürecinde başlangıcı olmuştur.
Devam edecek
Serhat BİNGÖL 06.05.2015
YORUMLAR
Emperyalist devletlerden uzak politik konumlanma,
büyük sermaye kapitalizminden uzak durumlanma ve din(ciliğ)e mesafeli olunma.
Allah ile kul arasına din siyasileşmişliği ve rant iktisadiyatla girilmeme.
Bir de Türk "ulusal sorun" aşaması ve yarım bırakılan 1923 "milli demokratik devrim" sürecine yönelik mutlak tamamlanma..
Mustafa Kemal Atataürk(Kemalizm) yolu budur.
Bunun koordinatları "Gençliğe Hitabe" ve "Bursa Nutku"nda da enlem ve boylamıyla açık ve seçik verilmiştir.
Kısaca, "bilâkayd-ü şard istiklal-i tam" ülke ve laik, ulusal, halkçı, devrimci, cumhuriyet devletçiliği olarak yazabiliyorum...
Göktürkmen tarafından 5/17/2015 12:53:36 PM zamanında düzenlenmiştir.
Serhat BİNGÖL
yorumunuza ve ilginize çok teşşekkür ederim.
Sizinle aynı şeyleri söyleyip ayrı ifadeler kullanıyoruz ve bu kısır döngüden de bir türlü çıkamıyoruz.
Dostum;Atatürk gerçeği ayrı şeydir.Atatürk adına Topluma dayatılmaya çalışılan hiçbir siyasal alt yapısı olmayan sonrada oluşturulmuş ''kemalizm ayrı şeydir.
Atatürk'ün gençliğe hitabesi ya da nutuk'ta geçen sözlerin Atatürk'ün vefatından sonra ki süreçten günümüze kadar olan siyasal uygulamalarda nasıl bir paralellik görüyorsunuz onu anlıyamıyorum.
Din ve devlet işlerinin bir birinden ayrılması mı? Bu mudur yani bütün çözüm?eğer öyleyse zaten bu konuları konuşmamızın da bir anlamı yok.
Elin adamı kendi Anayasasını hazırlarken incili ve tevratı referans alıp,sembolik'te olsa siyasetçileri parlemento da ( dinsel anlamda gerçekliğini yitirmiş ve yürürlükten kaldırılmış) bu kitaplara el basarak yemin ederken ve dakikalarca Tanrı'ya dua ettikleri bu töreni tüm dünya'ya canlı yayınlarken o ülkelerde ''laiklik adına bir sıkıntı yok, iş bize gelince ne hikmetse Siyonizmin öğretileri devreye girip ''laiklik ön plana çıkarılıyor. kaldı ki bu laikliğin uygulanması konusun da Fransa dan sonra dünyada tek ülkeyiz.Bu arada Fransa da laikliği tam manasıyla uygulamaz bazı konularda kiliseye danışır.bunun siyasal gerekçelerini sizinle daha sonra paylaşırız.
Hocam önemli bir randevum var hoş görünüze sığınarak maalesef cevabımı burada noktalıyorum.
Saygı sevgilerimle.
Şu bir gerçektir , insani düşünceler sistemin her zaman gerisinde kalmıştır. Sistemler insanı yaşatmaktan çok kendini ayakta tutmam ve belli bir zümrenin bütün geride kalana hükmetmesini kollar.
Bütün düşunceler insan için iyi niyetle ortaya cıksada , biz bu iyi niyetin zaman içinde başkalaşım ile insanı değil düşüncenin ta kendisi için iyi bir zırh haline geldiğini görebiliyoruz.
Şimdiki zaman ile gecmiş zaman arasında hiç bir fark yok. Toplum yine aç, yine bilgisiz ve cahil. Yine elit tabaka, yine kendini korumak için sisteme sımsıkı sarılan yönetenler. Ayrıca en güzel ve bedava tanrının ta kendisinide kendi koalisyonlarına katarak son nefese kadar devam devam
Sistemsiz insan daha iyi olur bence :)
Saygılar, Sevgiler
Serhat BİNGÖL
Yorumunuzu akşam gördüm fakat müsait olamadığım için hemen cevap yazamadım. Cevabım gecikti kusura bakmayın.
Dostum yorumunuzun son satırın da söylediğiniz sözle hoş bir espri yapmışsınız ‘’Sistemsiz insan daha iyi olur bence :)’’ama yinede en kötü sistem sistemsizlikten iyidir. Tabi bu şu anlama gelmez kötü sisteme razı olalım.
Aslında her sistemin kendi içinde bir mantığı vardır. Sıkıntı nerde başlıyor sizinde dediğiniz gibi insani düşüncelerin sistemlerin gerisinde kalmasında. Bunu aşmanın tek yolu var oda bireyin ve paralelinde toplumun demokrasi kültürünü geliştirmek ve insan hakları bilincini güçlendirmek. O zaman sistemin yöneticileri sistemi yönetmeyi şiar edinirler yani sistemi kendi çıkarları veya birilerinin çıkarları doğrultusunda evrimleştirip dönüştüremezler. Kısacası bizler birey olarak sistemi yönetenlerden vatan millet edebiyatı yapmayıp sistemi doğru yönetmelerini istemeliyiz. Demokrasi ve insan haklarına saygılı olmalarını adil şekilde milli gelirin topluma dağıtılmasını vs talep edeceğiz ki onlarda karşılarında demokratik sınırlar içerisinde hesap soran bir yapıyı bulacaklar yani halkı. Tabi bu söylediklerimiz ülkemizde oluşması için biraz zamana ihtiyaç var ama bu işler dünyanın her yerinde böyle olmuştur.
Bizler böyle bir talepte bulunmaz isek kimse bize bu talepleri kendiliğinden vermez ağlamayan çocuğa meme verilemez misali.
Siyasi gündemden bir örnek vererek bitireceğim en küçük bir sempatim yok hiçbir işimde olmaz ama hatırlarsanız düne kadar dağdakiler ovaya insin demokratik zeminde siyaset yapsın diyenler şimdide kalmış HDP’nin seçim barajını aşıp meclise girmesini engellemek için her türlü entrikayı çeviriyorlar. Niye? Çünkü amaçları ülkeyi demokratik şartlarda yönetmek değil. Demokrasi işlerine gelmediği için de her türlü demokrasi dışı uygulamaların içinde oluyorlar. Öyle ya kan akacak şehit cenazeleri gelecek ki onların siyasal varlıklarının bir anlamı olsun ekonomik çıkarları devam etsin. Ne demek istediğimi sanırım bu örnekle özetliye bildim. Tabi bu sadece bir örnek farklı konularda daha onlarcası var.
Sonuçta; Bizlerin demokrasi ve insan haklarına sahip çıkmaktan başka bir alternatifi yok..
İlginize yorumunuza çok teşekkür ederim
Saygı sevgilerimle
Yakın tarihimizin,
hoş bir üslup ile aktarılışı idi.
Her anını çok iyi takip ettiğimiz bu siyaset akışı,
yazarımızın kaleminden gerçekten bir başka güzel tatla sunulmuş.
Sevimsiz, şekilsiz, seviyesiz günlerdi.
Sonucu da 2001 krizini getirdi zaten.
Çok çileler çekti o krizde insanımız ama, aklını da başına devşirdi hani.
Yoksa,
on iki yıl iktidarda kalıp da,
oylarını hala yükselten bir siyasi parti dünyanın neresinde görülmüş?
İnsanımız işini biliyor.
Eline sağlık dostum.
Çok akıcı gidiyor yakın tarihin aktarılması.
Serhat BİNGÖL
Ülkemiz ve insanımız o günlerde zorluklar yaşamış sıkıntılarla dolu zamanlardan geçmişti. Bu günde her şey güllük gülistanlık değil elbet. Sonuçta kolay değil on yıllar boyu askeri vesayete dayalı siyasetin despotik uygulamalarına maruz kalmış. Darbeler görmüş itilmiş kakılmış bastırılmış sindirilmiş vesaire hatta şiddeti kanıksamış dolayıyla hem özgüven duygusunu kaybetmiş hem de demokrasi kültürünü geliştirememiş. Mevcut hükümet başarılıdır yâda değildir bu başka bir şey 12 yıl boyunca bir hükümet her seçimde oyunu artırıyorsa bu ülke demokrasisi adına çok sağlıklı bir şey değildir. Aslında bu durum insanımızın istikrara demokrasiye aç olduğunu gelişmiş medeni ülkelerin insanlarının sahip olduğu olanaklara sahip olmak istediğini gösterir.
Sonuçta hiçbir şey için geç kalınmış sayılmaz belki biraz zaman alacak belki biraz geç olacak ama hiçbirimizin kuşkusu olmasın bir gün her şey çok güzel olacak, yeter ki siyasetçiler halkı doğru anlasın ve kalıplaşmış devlet anlayışından çıkıp halkın taleplerine dikkat etsinler. Aksi halde mevcut hükümet daha çook iktidarda kalır.
Her zamanki gibi ilginiz ve yorumunuzla sayfana renk kattınız çok teşekkür ederim.
Saygı sevgilerimle hocam