- 1133 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
‘’ATATÜRKÇÜLÜK YA DA SİSTEMSİZLİK İŞTE BÜTÜN MESELE BU! (Altıncı bölüm)
1980 /12 Eylül darbe sonrası, yalnız sağ ve sol görüşlü insanlar değil o görüşmelere bağlı siyasi partiler de demokratik anlamda ağır yara almışlardı.
Ülke,demokratik siyasi boşluğun sancılarını yaşarken, bir yandan da cuntacılar ve onlarla ekonomik işbirliği yapan çevrelerce soyulup talan ediliyordu. Başka bir alanda da ekonomiye büyük darbe vuran banker krizlerinin yaşandığı dönemlerden geçiliyordu.
Milli güvenlik kurulu diye bilinen (MGK) yani cunta çetesi Türkiye’nin siyasal yaşamını şekillendirirken, siyaset’in önemli isimlerini ve kurumlarını radikal bir biçimde değiştirip, yeniden yapılandırmayı hedeflemişti. Bu bağlamda, 16 Ekim 1981 tarih ve 2533 sayılı "Siyasi Partilerin Feshine Dair Kanun" ile bütün partiler feshedildi. 7 Kasım 1982’de yapılan referandumda yüzde 91,37 evet oyuyla kabul edilen 1982 Anayasası’nın geçici 4. maddesiyle 12 Eylül 1980 öncesi dönemin siyasetçilerine 5 ve 10 yıl süreyle yasaklar getirildi.
1982 Anayasasının halkoyuna sunulup yürürlüğe girmesi ile birlikte cunta çetesinin lideri ‘’Ahmet Kenan Evren (1982-89).yılları arasında Türkiye’nin yedinci Cumhurbaşkanı olmuştu.
1983 yılına gelindiğinde darbeciler kendi kafa yapılarındaki akademisyenlere hazırlattıkları yasaklarla dolu 82 Anayasasıyla seçime gidilmişti. Seçimlere Milli Güvenlik Konseyi’nin izin verdiği üç parti katılmıştır.
Halkçı Parti (HP) Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP)ve Anavatan Partisi (ANAP)
Turgut Özal liderliğinde kurulan ‘’Anavatan Partisi,(ANAP) 400 kişiden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 211 milletvekili çıkartarak tek başına iktidar olmuştu.
Ancak bu o kadar kolay olmamıştı.’’Örneğin; Kenan Evren, seçimlerden iki gün önce, 4 Kasım 1983’te ANAP’ın ve genel başkanı Turgut Özal’ın adını belirtmeden fakat onu hedef göstererek bir televizyon konuşması yapıp halkı bu partiye oy vermemesi konusunda alenen tehdit etmişti. Ancak evren’in bu despotik sözleri ve yönlendirmesi halk bazında ders tepkiye dönüştü. Evren, bu hareketiyle askeri yönetimin güdümündeki ve giderek zayıflayan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin (MDP) oylarını artırmaya çalışmıştı ama halktaki askeri yönetime duyulan tepkiyle evren’in bu girişimi Turgut Özal’ın oylarını artırmasına yol açtı. Bir başka örnekte; ANAP Bingöl’de üç milletvekilliğini de kazanmasına rağmen bir adayı sudan bahaneler gerekçe gösterilerek keyfi veto edilmişti. Bu nedenle de aslında 212 olan milletvekili sayısı 212’den 211’e geriledi. Anavatan partisine ve seçim sonrasında hükümetine ellerinden gelen haksızlık ve olumsuzluk anlamında ne varsa yapmışlardı.
Yaptıkları pislikler sadece bunlarlada sınırlı değildi. Sözüm ona bozulan devlet otoritesini ‘’netekim netekim demokrasinin yeniden tesüsü’’ için darbe yaptığını söyleyenler. Ülkede demokrasinin gelişmemesi ve devlet otoritesinin yeniden oluşmaması amacıyla ellerinden geleni yaptılar. Kendileri için tehlikeli gördükleri sol ve sağ partilerin farklı isim altında ileride yapılacak genel seçimlere girememeleri için seçimlere ülke barajı denilen seçmenin iradesinin gerçek manada sandığa yansımasını engellemek isteğiyle %10 seçim barajını getirdiler.
‘’Sevsinler sizin devlet ve demokrasi anlayışınızı.
Kısacası Özallı yıllarda da Siyonist yapıların demokratik bir ülkede asla olmayacak (derin devlet) zırvalığının faliyetleriyle, anti demokratik uygulamaları ve entrikalarının dur durak bilmeden yürütüldüğü yıllardı.
Özal’ın kalkınmaya dönük reformist bir takım uygulamaları Malum yatırımlara ve gelişemeye feci alerjileri olan Siyonist yapıları ve işbirlikçilerini çok kızdırmıştı. Fakat şartlar bu sefer biraz faklıydı çünkü Özal’ın arkasında çok önemli seviyede ve giderek artan bir halk desteği vardı.
Geçmişte sinsice İdeolojik çatışmaları organize ettikleri gibi 1980 askeri darbesi sonrası da iltica söylemlerini bahane ederek,% 98’i Müslüman olan ülkemizde kız öğrencilerin üniversiteye dini inançları gereği başörtüsüyle girmelerine sistemli ve bilinçli bir şekilde engel olmuşlardı. Buradaki amaç birazda Özal hükümetini köşeye sıkıştırmaktı. Hatta bunun için sahibi oldukları gazete ve televizyonlarından da faydalanarak kendilerinin organize ettiği ve çeşitli şekillerde lojistik destek verdikleri kukla ve şarlatanlardan oluşan sözde İslami tarikatlar aracılığıyla İslam’ı ilkel birdin gibi gösterip topluma iltica ve gericilik tehlikesi varmış gibi ‘’flaş! Görüntülerle sunup ülkede ‘’laik anti laik karşıtlığı ile yeni bir çatışma ortamını tırmandırmaya çalışmışlardı.
Ancak Toplumdaki dini hassasiyetin ortak olması ve halkın geçmişten gelen tecrübesiyle olsa gerek istedikleri düzeyde çatışma ortamını bir türlü kuramadılar. Yani başka bir deyişle vatandaşı bu oyuna getiremediler.
Fakat Siyonist yapılar ve onların ( derin devlet )yapılanmasında ki iş birlikçileri bu tür organizasyonlarından hiç vazgeçmediler.
Ara not; ( Türkiye de faaliyet gösteren Siyonist yapıların ülkemizde İslam’ı kötülemek için yaptıklarının daha kapsamlısını küresel baz da faaliyet gösteren Siyonist oluşumlar yapmaktadırlar. Günümüzde İslam toplumları üzerinden, meshep kışkırtıcılığı yaparak kendilerinin kurguladığı ve her türlü desteği gizlice verdikleri cahil Müslüman kitleleri de figüran olarak kullandıkları İŞİD, EL-KAİDE, TALİBAN, vs gibi terör örgütleriyle yapmaktalar. Metot ve uygulamalar aşağı yukarı aynı. Tek fark geçmişte ülkemizdeki öz ve öz Müslüman olan insanları kendi dinine düşman etmekti, şimdi yapmak istedikleri şey ise tüm dünyayı Müslümanlara düşman etmek !!? )
………
Ülkemizde ki Siyonist yapılar bir gün kendilerinin organize ettiği ideolojik çatışmaların yine kendi istekleriyle yani darbe yoluyla biteceğinin ön görüsüyle yeni çatışma ortamının alt yapısını aynen bir örümceğin ağını örmesi gibi hazırlamışlardı. Ama bu seferki çatışma ortamı bol kanlı ve uzun süreli olmalıydı. Bunun içinde en doğru seçim ülke insanı olan ve ‘’Osmanlıdan gelen bir süreçle kültürel kimliğini muhafaza edebilmiş Kürtler olmalıydı. yani göstermelik ve diplomatik sorun yaratmayacak bir’’düşman’’!!?
Bu iş için örgüt lideri olabilecek ve kendi foyalarını meydana çıkarmayacak. Kendileriyle işbirliği yapacak veya hali hazırda yapan,vur dediğinde vuracak.Dur dediklerinde duracak güvene bilecekleri birini arıyorlardı.
Böyle bir örgüt liderliğine gönüllü olacak siyasal hayatın içinde olan bazı‘’Kürtlerle gizliden temasa geçilmişti,fakat istediklerini tam manasıyla elde edememişlerdi. Çünkü temasa geçtikleri Kürtlerin hiç biri ayrılıkçı ve silahlı bir yapılanmanın içinde olmak istemediler o Kürtlerin bir kısmı faili meçhul cinayetler kurban gitti. Bir kısmı da durumun vahametini anlayıp yurt dışına çıktı. Bu başarısız girişimlere rağmen yinede inatla arayışlarına devam ettiler mutlaka silahlı bir Kürt örgüt kurulacak ve kan akıtılacaktı. Çünkü kendi varlıklarını sürdürebilmeleri için ülkenin mutlaka çatışma ortamına girmesi gerekiyordu.
Ve nihayet aranan kan bulunmuştu daha doğrusu kansız!
Amerikan gizli servislerince verilen direktifler sonrasında Ankara siyasal bilimler fakültesinde okuyan okuduğu zamanda da Kürt kimliğiyle öne çıkan Abdullah Öcalan’a silahlı bir Kürt örgüt kurmasının talimatı Siyonistlerin güdümünde olan derin devlet yapılanmasıyla verildi..gerçi Abdullah öcalan’ın aldığı bu talimat asılda aldığı ilk talimat, değildir. Öncesinde de derin devletle ilişkisi farklı zaman dilimlerinde hep olmuştur. Örneğin; Kemalist çizgiden ayrılan emperyalizme ve Siyonizm karşı olan gerçek solun kendi içinde farklı fraksiyonlara ayrılmasında Abdullah Öcalan’ın kendi çapında küçümsenmeyecek ölçüde bir katkısı olmuştur. Böylelikle sol bir bütünü oluşturamamış ve kolay yutulur bir lokma olmuştur.
Abdullah Öcalan bir dönem doğu devrimci kültür ocaklarında (provoke)amaçlı bulunmuşsa da
Öcalan’ın siyasi anlamda örgütsel geçmişi gerçek manada 1974’de Marksist bir yapı olan "Ankara Demokratik Yurtsever Yüksek Öğretim Birliği"yle başlamaktadır.
Evet, Abdullah Öcalan Siyonist yapılar ve onların işbirlikçileri için geçmişten gelen ilişkileri de göz önünde tutulursa en doğru bir tercih olmuştur.
Böylece Kurulacak Kürt örgüttü ellerinin altında her an tokatlayabilecekleri bir unsur olacak hem de bu sayede kamuoyuna bakın biz olmaz isek bu çapulcular palazlanır haaa diyerek halka kendi varlıklarının ne kadar önemli olduğunu göstermiş olacaklardı.
1980 askeri darbesi sonrası Ankara da illegal siyasi faaliyetlerde bulunan Öcalan artık bu faaliyetlerini Siyonist yapıların güdümündeki derin devletten aldığı direktiflerle Ankara da olgunlaşan bu hareketi doğu ve güneydoğu bölgesinde sürdürme vakti gelmiştir.o bölgede siyasal anlamda Kürt hareketini başlatma talimatıyla ilk olarak Diyarbakır Lice de faaliyetlere başlamıştır.
Ara not; (ilginç olanı siyasi görüşlerinden başka hiçbir eyleme katılmamış ülkenin en ücra köşelerinde yaşayan sağcı ve solcuları dalından elma toplar gibi toplayan cuntacılar ülkenin göbeğinde yani başkenti Ankara da bölücü Kürt hareketini yürüten ve bu hareketi daha sonra doğu ve güneydoğuya taşıyan Abdullah Öcalan’ı fark edememişlerdir.!!!?)
………
Fakat Öcalan, tüm uğraşlarına rağmen, Siyonist yapıların ve onların işbirlikçilerinin istedikleri ölçüde Kürt hareketini oluşturamamıştır. Gerçi ‘’Apocular’’ adıyla ufak tefek eylemler yapıyordu ama Siyonist yapıları ve onlarla işbirliği içinde olan çevreleri tatmin edici düzeyde değildi. Bu duruma müdahale etmek gerekiyordu.yani iş başa düşmüştü.. Siyonist yapıların güdümünde ki cuntacılar aldıkları emirle başta, Diyarbakır ceza evinde ve beraberinde Mamak ve Metris vs gibi siyasi mahkûmların kaldığı hapishanelerde sağcı- solcu kadın-erkek fark etmesizin ‘’Kürt kökenli siyasi mahkûmlara insanlığın görüp görebileceği en ağır işkenceler yapılarak bir tür lojistik destek vermek adına örgüte eleman kazandırmaya çalışmışlardı. Nitekim bu uygulama başarılı olmuş tahliye olan Kürtlerin bir kısmı gördükleri ağır işkenceler sonrasında intikam alma içgüdüsüyle örgüte katılmıştır. Böylece plan ilk önceleri istedikleri düzeyde olmasa da sonrasında tıkır tıkır işlemeye başlamıştı.
1984 yılına gelindiğinde ülke içindeki Siyonist yapılar ve birlikte hareket ettikleri ABD’nin siyasi faaliyetlerini yürüten cıa’nın elemanları Öcalan’ın Suriye’ye geçmesini ve bekaa vadisindeki kampı üst olarak kullanmasını istemişlerdir. Söylenileni yapan Öcalan taktiksel ve eylemsel çalışmalarını bekaa kapında sürdürmüştür.
Her ne kadar ilk kuruluşu itibariyle Siyonist yapıların gönüllü işbirlikçileri olan Kemalizm aldatmacasına kanan çakma ulusalcılar Kürtlerin ellerinin altında her ‘an istedikleri gibi tokatlıya bilecekleri bir yapıda şekillendirileceğini sanmışlarsa da.
Başta ülkemizdeki dış bağlantılı Siyonist yapılar ve birlikte hareket ettikleri ABD’nin planları çok başkaydı.
Abdullah öcalan ve örgüttü Başta Suriye istihbaratı olmak üzere başka ülkelerin gizli servislerinin de işin içine dâhil olduğu ve popülaritesi giderek artan dünyanın varlığını bildiği örgüt, Partiya Karkerên Kurdistan yani Kürdistan işçi partisi (PKK) adını almıştı.
Siyonist yapılar ve onların yurt içi yurt dışı işbirlikçileri, derin devlet, Kemalizm, ulusalcılar, komplolar, şantajlar, suikastlar entrikalar vesaire derken 1989 yılına gelinmişti.
Ülkede bir yandan iç içe geçmiş gizli ve gizemli ilişkiler yaşanırken bir yandan da 1989 yılında görev süresi biten 7.Cumhurbaşkanı Kenan evreninin yerine mecliste yapılan üç turlu seçimle, başbakan Turgut Özal 8.Cumhurbaşkanı seçilmişti.
Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu süreçte 1991 yılında Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin’in ordularının Kuveytli ilhakıyla başlayan 1.körfez savaşı patlak vermişti. Türkiye topraklarında konuşlanmış olan Amerika’nın incirlikteki üssünden havalana savaş uçakları Irak’ı vurmuşlardı. Bu savaşı fırsata çevirmek isteyen Özal Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden kara harekâtını başlatması için meclisten teskere çıkarılmasını istemişti.
Anavatan partisinin iktidar olduğu hükümetin başında olan başbakan ‘’Yıldırım Akbulut’un başbakanlığında meclisten teskere çıkmıştı. Bir koyup üç almayı planlayan Özal maalesef bir koyup üç alamamıştı aksine o dönem bölge ülkeleri içerisinde savaşın ekonomik anlamda en ağır bedelini Türkiye ödemişti. Ülkenin ekonomisini allak bullak eden bu durum ileride yaşanacak ekonomik krizlerin de başlangıç noktası olmuştu.
Ara not; (ANAP iktidarının sonrasındaki hükümetleri de içine alan, krizler yaşanırken gecelik faizlerin % 700 olduğu dövizin kurlarının tavan yaptığı tefecilerin bayram ettiği o dönemlerde hallerinden çok memnun olan ellerini ovuşturan mutlu azınlıklar. Irakta öldürülen Müslümanlardan ırzına geçilen ıraklı kadınlardan hiç bahsetmiyorlardı.!!?)
………..
Türkiye, körfez Savaşının ağır bedellerini öderken ülkedeki mutlu azınlıkla beraber bu işten karlı çıkan bir başkası da Öcalan ve örgütü PKK olmuştu.
Daha önceden dolaylı yollardan PKK ya destek veren ABD bölgeye konuşlanmış ordusunun gücünü kullanarak Öcalan ve örgütüne alenen silah ve askeri mühimmat verdiği o dönem kamuoyunda sıkça konuşuluyordu.
Sonuçta; körfez savaşındaTürkiye ülke olarak zarara uğramış olsa da Siyonistler onların işbirlikçiler ve koordinasyon uzantıları olan Öcalan ve örgütü PKK kazançlı çıkmıştı.
Hatırı sayılır bir mali güce ve militan sayısına ulaşan Örgütü’nün sayesinde Öcalan artık kendi başına buyruk hareket eder hale gelmişti.
Her ne kadar Siyonist yapıların kurguladığı Kemalizm’i kendilerine prensip edinen çakma ulusalcılara bir gebeliği kalmamış ve onlara dönük ellinin başparmağını burnun ucuna dayayıp diğer parmaklarını da oynatıp ‘’nanik yapmışsa da. Geçmişte birlikte çok işler yapmış olmanın ahtı vefası gereği ve gelecekte de birçok organizasyonda birlikte çalışacakları için ilişkilerini tamamen koparmamışlardı. Öyle ki Kemalizm’i savunan derin devletin fırıldak adamları, çakma ulusalcılar ellerine karanfiller alıp bekaa vadisindeki PKK kampına gitmiş ve ‘’kardeşim benim’’ diyerek öcalanla hasretle kucaklaşmışlardır. Romantik ve duygusal bir şekilde sarılıp kucaklaşmalarının ardından, PKK’lı teröristlerle de tek tek tokalaşıp başarılar dileyip sırtlarını sıvazlamışlardır.
o yıllarda siyonistler, sahte vatanseverler ve teröristler hep birlikte mutlu mesut günler yaşıyorlardı.
Ara not; (2009 yılında yayınlanan Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Raporuna göre dünya uyuşturucu piyasasının büyüklüğü yaklaşık 300-350 Milyar Dolar civarında olarak açıklanmıştı. Bu piyasada dolaşan para ABD’nin bir yıllık savunma harcamasına eşittir. Asıl çarpıcı olanı ise bu miktarın % 80ni’ni PKK’nın yönetmesidir. Yani kaba bir hesapla PKK nın yönettiği para trafiğinin miktarı 280 milyar dolardır. (bağış adı altında toplanan ve kaçakçılıktan elde edilen paralar hariç) Bu miktarda ki bir paranın iştah kabartıcı bir rakam olduğu düşünülürse o kucaklaşmaların ve koklaşmaların bir başka boyutu da çok net anlaşılabiliyordu.!!? )
……….
Şöhretten başı dönen Abdullah Öcalan bu arada ABD’nin hoşuna gitmeyecek şeylerde yapıyordu.Örneğin; Doğu blok ülkelerinin gizli servisleriyle de ilişki kurması vs gibi ve tabii ki buda ABD’nin bölgedeki çıkarların tehlikeye atması anlamına geliyordu ki ABD ve birlikte hareket ettikleri Siyonist yapılar için hiç hoş olmamıştı..
PKK terör örgütü dünyanın en büyük silahlı örgütü olarak uluslar arası çapta bir üne sahip olmuştu ama Abdullah Öcalan’ın farkında olmadığı yâda unuttuğu bir şey vardı!?.
Devam edecek.
Serhat BİNGÖL 16.04.2015
YORUMLAR
Yaşadığımız,
soluduğumuz,
har anına birebir şahit olduğumuz yakın tarihi,
hiç bu kadar akıcı okumamıştım.
Gerçekten mükemmel olmuş.
Ülke olarak, millet olarak, ne kadar çok hatalar yapıyoruz.
Ancak,
genele vurursak,
her türlü yönlendirmeye rağmen, yanlış adımlara rağmen,
yine de sandıktan güzel şeyler çıkartmayı başarabiliyoruz.
Ne demeli?
Sami Hoca'mın dediği gibi,
korkularımızla yaşar olduk.
Umarım her şey güzel olur.
Birliğimiz, dirliğimiz, beraberliğimiz bozulmaz.
Eline sağlık dostum.
Çok güzel olmuş yazı.
Serhat BİNGÖL
Hani, bu halka bidon kafalı göbeğini kaşıyan adam koyun sürüsü falan diyorlar ya, asla öyle değil. Belki tahsil seviyesi dünya ortalamasın altında ama sağduyusu o kadar gelişkin ki. ‘’Neyin ne olduğunu gayet iyi biliyor. Asıl sorun bazı siyasetçilerde ve bürokratlarda. Onlar halkın çok gerisinden geliyorlar.
Halkın önemli bir kısmı ideolojik saplantılardan kurtulmuş. Doğru ve haklı olarak gelişmiş, ülke insanlarının sahip olduğu demokratik ve ekonomik olanaklara sahip olmak istiyorlar.
Şimdi artık siyasi partiler, etnik, milli, dini ya da ideolojik söylemlerle oy alacaklarını sanıyorlarsa büyük yanılgı yaşarlar. Çünkü vatandaş eskisi gibi bu söylemlere itibar etmiyor. Zaten doğru ve sağlıklı olanı da vatandaşın yaptığı, Öyle demagoji yapıp oyları cepte bilme dönemi bitti. Bunu idrak edemeyen partiler değil iktidar olmak meclise bile giremeyecekler. Bundan eminim, umarım ve dilerim zaman bizleri haklı çıkarır.
Sami hocamın dile getirdiği toplumdaki ‘’korkular doğrudur. Çünkü birileri sürekli topluma korku pompalıyor. Örneğin; doğu güneydoğu bölündü yandık bittik diye velvele yapıp yaygara çıkartıyorlar. O bölgeyi bilmeyen ve siyasetten uzak olan vatandaş da haklı olarak korkuyor.
Sorulduğunda Gerekçe ne? Efendim billboardlar da reklam afişleri Kürtçe yazılıyormuş. Hintçe mi yazacak o bölgede yaşayan insanların etnik kökeni Kürt, doğal olarakta kürçe yazacak tabi ne var bunda.
Dediğim gibi Bölgeyi bilmeyen insanlarımızda haklı olarak ula ne oluyor falan deyip paniğe ve korkuya kapılıyor. Zaten istedikleri de bu halkı korkutmak. Ama insanımız şöyle bir sağlıklı düşündüğünde neyin ne olduğunu daha iyi anlayacaktır. Mesela ne hikmetse Kürtlerin partisi meclise girecek mi? giremeyecek mi? Daha orası bile belli değilken. iktidar partisi o bölgeden silme ve tulum oy çıkarıyor!!? Nasıl oluyor peki? Hani bölünmüştü doğu ve güneydoğu. Kaldı ki zaten o bölgedeki vatandaşlarımızın bölünmek gibi bir talebi de yok.( kendini bilmez küçük marjinal gurupların dışında)onlardan da hiçbir numara olmaz otuz senedir olmadı ki bundan sonra hiç olmaz.
Gökhan hocam o bölgeyi az çok bilen biri olarak enteresan bir konuyu sizinle paylaşmak istiyorum. Şu barış süreci başlamadan önce malum onlarca çatışma ve şehit haberi alıyorduk o bölgedeki (köylerinden ve mezralarından bahsetmiyorum) şehirlerde şehrin merkezinde polis ve asker zırhlı araçtan burnunu bile dışarı çıkaramıyordu. O zaman bölünme yaygarası yapmayanlar. Devleti acizlikle suçlamayanlar. Barış süreci sonrasında köyleri mezraları da dâhil o şehirlerde aynı polis ve asker hanımıyla çocuklarıyla çarşıya pazara çıkıyor kaffeler de restoranlar da oturup yemek yiyor ve çay kahve içiyor. Kırsalında da ailece piknik yapıyor. Bu iki örnekten hangisi korkulması gereken durum veya bölünmeye daha yakın.
Ama birileri kasıtlı ve amaçlı bir şekilde tabi barış sürecini baltalamak ve hükümeti zor durum da bırakmak için doğu ve güneydoğu bölündü veya bölünüyor diye yaygara yapıyor. Gerçekten çok enteresan ve komik bir durum asıl komik olanı da bunu iddia eden insanların Ankara dan öteye geçmemiş olması.
O zaman orta da iki şık oluyor birincisi; ya bu söylemlerde bulunan insanlar Türkiye’nin gücünü bilmiyorlar. Ya da ikincisi; bal gibi biliyor ama işin hainliğindeler. sonuçta her iki şekilde de bunların çakma ve sözde vatanseverler olduğu ortaya çıkıyor.
Yani kasıtlı propaganda yapıyorlar amaç toplumda infial yaratıp insanlara deli gömleği giydirmek ve geçmişte olduğu gibi ülkede korku imparatorluğu kurmak istiyorlar.
Emin olun her şey çok güzel olacak yeter ki şu çakma ve sözde vatanseverler fırsat vermeyelim.
İlginize yorumunuza çok teşekkür ederim.Sağ olun
Saygı sevgilerimle.
Acıları ortaklaştırmaktan kaçmak ve coğrafyaların bir araya getirdiği insanları tarihle ayırma düşüncesi , geçmişin getirdiği yönetim tutumu halkların üzerine kurulan ağır güçle acılar devam etmektedir.
Kim gelirse gelsin, hangi sistem kurulursa kurulsun, nerkezinde insan, yüreğinde vicdan olmadıkça tıpkı ''Acıların Kadını '' deyimi Acılar Ülkeleri'ni doğurmaya devam edecek.
Saygılar, Sevgiler
Serhat BİNGÖL
bir süredir edebiyat defterinde olmayışınızın eksikliği nacizane sayfamda fazlasıyla hissedildi
Hoş geldiniz hocam,
Güzel yorumunuza gönülden katılıyorum.Evet insan merkezli ve vicdanlı olmadıkça hiçbir sistem başarılı olamaz.Ancak ne yazık ki ülkemiz bu kadar zengin kültürüne ve rengaren güzel insanlarına rağmen hak ettiği yaşam düzeyinde değil oysa ülkemiz sahip olduğu sayısız avantajlarıyla dünyanın en müreffeh ülkesi olması hiçte zor değil yeter ki birilerinin demokrasi dışı uygulamalarına tepkisiz kalmayalım. Milli ve dini değerlerimizi bizleri sömürmek amacıyla kullanmalarına izin vermeyelim.Buda demokrasi kültürümüzü geliştirip insan haklarına sahip çıkmamızla mümkün olur.
Aksi halde sizinde dediğiniz gibi hangi sistem gelirse gelsin sonuç değişmez.
İlginize ve yorumunuza çok teşekkür ederim.
Saygı sevgilerimle