- 540 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YENİ ŞİİRLER
Her şairin ilk şiirleri sonraki şiirleri yanında biraz boynu bükük durur. Bu şiirlerin az çok müzelik bir değeri vardır, sanat değeri pek yoktur. Nazım Hikmet gibi pek erken olgunlaşmış şairler* bile daha öncekilerin sıradan öykünücüleri olmaktan ileri gidemezler. İlk şiirlerde her zaman bir başarısızlık kokusu vardır. Nazım Hikmet ilk şiirleriyle, tam anlamında bir hececidir. 1916-1920 arasını kapsayan bu şiirler çok genç bir şairin ürünleri olmakla, özellikle gençlik duygularını yansıtma düzeyinde kalan ve düşünsel yükü hemen hemen hiç olmayan şiirlerdir. Yalnız bunlarda Tanrı’ya inanan bir insanın, bir inançlı kişinin ağırlıklı bakışını buluruz yer yer:
Nazım Hikmet’in şair olarak erken olgunlaşmasında dedesi şair Nazım Paşa’nın ( eski Konya Valisi) büyük etkisi olmuştur elbette. Zaman zaman mevlevi arkadaşlarını evine çağıran Nazım Paşa, onlara tarikat ve şiir söyleşileri yaparmış. Ancak, Nazım Hikmet’in şiir beğenisi, elbette, bir aruz şairi olan Nazım Paşa’nın şiir beğenisinden çok, zamanın hececilerine, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Celal Sahir gibi şairlerin beğenilerine yakın olacaktı. Bu şairler halk şiiri ya da köylü şiiri geleneğinin tekdüze ses kalıplarını kent insanının duyarlığıyla doldurmaya çalışarak, daha çok aşk teması işleyen, zaman zaman lirizme çok zaman romantizme yatan zayıf şiirler yazıyorlardı.
Nazım Hikmet (1902 doğumlu olduğuna göre) ilk şiirlerini 14-18 yaşlarında yazmıştır.
“Allahın kalblere baktığı yerden / Yağmur serpeliyor... geceler serin / Zulmeti şifalı şimdi göklerin... / Geceler kalbime daha çok yakın! / Geceler bu yaşlar dinmesin sakın... ”
(Yağmur, 1919)
Nazım Hikmet’in ilk şiirlerindeki bu dinsel havayı yadırgamamak gerekir, çünkü o da, yaşıtları gibi, hem okulda hem evde din eğitimi görmüştü. Zekeriya Sertel bu konuda şöyle der: “Nazım’ın evde aldığı din telkinine mektepteki din terbiyesini de eklemek gerek. Onun yaşadığı devirde bir Türk çocuğunun dinin etkisinden kurtulmasına hemen de imkan yoktur.Din, hayatın her kolunda dal budak sarmıştı. Evde, okulda, hayatta bütün hareketlerimizi din idare ederdi. Hükümet bile dini bir nitelik taşırdı.” Bu din etkisiyle Nazım Hikmet 1917’de Mevlana adlı bir şiir yazacak, “ben de müridinim işte Mevlana” diye haykıracaktır. Bu haykırışı elbette, pek genç bir şairin çocukça haykırışıdır.
Ancak onun bu ilk şiirlerinden birini öbürlerinden biraz ayırmak gerekir. Bu şiir Kara kuvvet şiiridir.Nazım Hikmet bu şiirinde, ülkeyi yüzyıllardan beri karartan ama yüzyıllardan beri gönüllerimizde yer etmiş olmakla birlikte bir hırsızdan başka bir şey olmayan bir Kara kuvvet’den söz eder. Nazım Hikmet’in Kara kuvvet’i geriliği ya da gericiliği simgelemektedir. Gericiliği ve gerilik örtüsü altına gizlenmiş çıkarcılığı.
Kara kuvvet şiirinin 1919 yılında yazılmış olması elbette anlamlıdır. 1919 Türkiye’sinde, topluma ayrıştırıcı bir gözle bakmak isteyecek birine kolayca görünebilecek apaçık yıkımlar yaşanıyordu. Türkiye’nin 1919 görünümünü Sabiha Sertel şöyle anlatmaktadır:
“Yıl 1919. Türkiye Alman militaristleriyle girdiği harpte yenilmiş. İstanbul, işgal kuvvetlerinin elinde. İngiliz amirali Harringtonlar, Amerikan amirali Bristol’ler yönetim mekanizmalarına el koymuşlar. Türkiyeyi Birinci Dünya Harbi’ne” sürükleyen “İttihat ve Teakki” Partisi’nin kodamanları, Talat Paşa’lar, Enver Paşa’lar, Cemal Paşa’lar, Doktor Nazım ve diğerleri kaçmışlar. Limanda, çeşitli bayraklarla süslenmiş düşman gemileri yatıyor. Yemen’den, Galiçya’dan, çeşitli cephelerden katar katar İstanbul’a dönen Mehmetçik’ler perişan... Haydarpaşa istasyonu Evlatlarını kardeşlerini aramaya gelen halkla tıklım tıklım. Dönenler çocuk denecek kadar genç. Bazılarının ayaklarında hala köy çarıkları var. paltoları yok. Soğukta titriyorlar. Bunlar, Arabistan çöllerinde, harp cephelerinde niçin, kimin için döğüştüklerini bilmeden dönüyorlar.(..) Emperyalistler, milli bağımsızlığımızın üzerine bir şal örten Sevr Antlaşması’nı imzalıyorlar. Mütareke antlaşması 30 Ekim 1918’de müttefikler adına Amiral Galtrob, Türkiye adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından imzalanmıştır. Emperyalist devletler ellerindeki bu beratla başkentin kilit noktalarına yerleştiler. (..) Kenar mahalleler yoksulluğun somut bir örneği... Bir yanda çullara sarılmış çıplak ayaklı çocuklar sırıtıyor. Öte yanda vagon ticaretiyle milyonlar vuran Topal İsmail Hakkı Paşa’lar bulgur palaslar kuran harp zenginleri, Viyanalı artist Miloviç’in sigarasını banknotlarla yakıyorlar. Harp içinde saman ekmeği yiyenlerle harpte zengin olanlar karşı karşıya. (..) Kabineler birbiri ardına değişiyor. İzzet Paşa gidiyor, Ferit paşa geliyor. (..) Yabancı subaylar evleri araştırıyor, ev sahiplerini sokağa atıyor içine yerleşiyorlar. Basın, yabancı devletler sansürünün kontrolünde... İngliliz taraflısı gazeteler serbest çıkıyor. İngiliz emperyalizminin uşağı Ali Kemalin gazetesi, Sabah, İkdam emperyalistleri haklı buluyor. İttihatçılara küfürler savuruyorlar. Yabancı sermayeye ajanlık eden azınlık sermayedarları, Beyoğlu camekanlarını ilanlarla doldurmuşlar.”* Evet, 1919’da durum budur.
* Zekeriya Sertel, Mavi gözlü dev Ant Yayınları. 1969, S.15.
Nazım Hikmet, bu ortam içinde hececi şiir anlayışının incir çekirdeğini doldurmaz konularından uzaklaşarak, gür ve kesin söyleyişlerle, parlak imgelerle yeni bir şiir, toplumsal içerikli yeni bir şiir kurmaya yönelir; bu şiirde hece şiiridir ama bambaşka bir hece şiiridir. Yeni içerik hece kalıplarını canlandırmış, söyleyişin zorunlu tek düzeliği içeriğin dolgunluğuyla gölgelenmiştir. Ele avuca sığmazlığın ilk belirtileri de vardır bu şiirlerde. Nazım Hikmet böylece, kendinden önceki insancı şairlerin Tevfik Fikret’lerin, Mehmet Akif’lerin, Mehmet Emin’lerin yoluna girmiş oluyordu. “Alnımızda yanar gençliğin tacı, / yorgunluğun anasını satarız. / Elimizde neşemizin kırbacı, / Ufukları önümüze katarız.”
Nazım Hikmet artık, işgal altındaki bir ülkenin şairi olma bilinciyle seslenmektedir: “Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik, / gel ki Anadolu’da senin bükülmez çelik / imanına, azmine ümit bağlayanlar var! / O satılmış vezire, o satılmış kullara, / O satılmış hünkara siz de mi katıldınız? / Siz de mi satıldınız, siz de mi satıldınız?” (...1920)
Bu yeni hececi dönemin şiirlerinden yalnız biri, 1920’de yazılmış olan 40 Haramilerin esiri önemlidir. Nazım Hikmet, bu şiirinde, işgal altındaki Türkiye’nin durumunu ve kurtuluşunu simgeler. 40 Haramler Türkiye’nin bir kolunu kesmişler, şimdi de öbür kolunu Anadolu’yu kesmeye hazırlanıyorlar. Destansı bir anlatımın ilk belirtilerini taşıyan, kahramanlık teması üzerine kurulmuş olan bu şiir, onun ilk konulu şiiridir. Bu şiirin içeriksel yapısı şöyledir. Gece olunca bir esirin kolunu kesecekler. Ağaçsız bir alanda büyük kütükler yakılıyor. “Öteki kolu da kes!” diye bir ses yükseliyor. Ve sonunda beklenmedik bir şey oluyor:
“birden balta esirin elinde parıldadı.”
ŞİİRİNDEKİ DEĞİŞİM
Nazım Hikmet’in şiirinde, böylece, hızlı değişimler dönemi başlıyordu. Bunda, elbette, işgal altındaki verimsiz ve öldürücü İstanbul’dan Anadolu’ya geçişin, Anadolu’da sosyalist görüşlere sahip insanlarla tanışmanın rolü büyük olmuştur. Anadolu’ya geçişle birlikte Nazım Hikmet’in görüşlerinde ve şiir anlatımında başlayan değişimler dizisinin ilk ve çok önemli örneği Meşin Kaplı Kitap şiiridir. (1921)
Meşin Kaplı Kitap’da Nazım Hikmet, birinci bölümde, dinsel inanca karşı çıkar. Dinin masallarla dolu olduğunu, İblis’in, Adem’in, Havva’nın, Nuh’un, İsa’nın uydurma şeyler olduğunu söyler ve şöyle der: “Ay battı Güneş doğdu, / Kalbimde ateş doğdu. / Yıldızlı meşin kabı / parçalanmış kitabı / Varsın gömülsün diye ebdi bir uykuya, / Attım kör bir kuyuya.”
İkinci bölümde, din denilen şeyin yüzyıllardır insanları uyutmaktan başka bir iş yapmamış olduğunu, bir yanda dinler masal cennetleri söz verirken öte yanda efendi – köle düzeninin tıkır tıkır işlediğini anlatır ve şöyle der: “Efendiler, ağalar, evliyalar, keşişler / Ebedi karanlığın boğulsun kollarında, / Artık temiz ruhların aydınlık yollarında / sade bir din, bir kanun, bir hak:
işleyen dişler...”
(Meşin Kaplı Kitap) – (Batum 1921)
Zekeriya Sertel, bu şiirle lgili şunları söylemiştir: “Nazım’ı yeni bir felsefenin yeni bir dünya görüşünün şairi olarak görüyoruz. Nazım ilk defa insanların zengin ve fakir, ezen ve ezilen, işleyen ve işleten iki sınıfa ayrıldığını anlatıyor. Böylece ilk defa inanç ve görüşlerinde Marksist görüşe vardığını görüyoruz. Devrimci Nazım’ı ilk defa bu şiiriyle tanıyoruz. (..) Artık Nazım yeni bir toplum arıyor. Öyle bir toplum ki orada sınıf ayrılıkları olmayacak. Efendiler, Ağalar, Keşişler ebedi karanlıkta boğulacak, insanlar aydınlığa kavuşacak. Nazım’ın o tarihten sonraki hayatı hep bu çizgi içinde gelişmiştir.” *
Meşin Kaplı Kitap şiirinin bir özel yanı daha vardır: Nazım Hikmet’in yeni biçimlere ulaşma kaygısı ilk olarak bu şiirde belirir. Tevfik Fikret daha iyi bir anlatı olanağı sağlayabilmek için nasıl müstezat denilen, uzunlu kısalı dizelreden oluşan bir nazım biçimi kullandıysa, Nazım Hikmet de hece vezninin en tekdüze biçimini, 7+7 biçimini kırmaya çalışmıştır. Meşin Kaplı Kitap’ın bazı mısraları 7+7’ likken, bazıları yalnızca 7’liktir. Yeni bir içerik yeni bir biçim aramanın biraz acemice örneği olan bu şiir, yeni şeyler arayıp bulma yolunda Türkiye’den ayrılmış olan şairin, yeni bir kültür ortamındaki ilk denemesidir. ** Ve ustalığa geçişin ilk basamağı sayılabilir.
* Anılan yapıt, s.28
** Nazım Hikmet bu şiirini Batum’da yazmıştır.
YENİ BİR DÜNYA YENİ BİR ŞİİR
Nazım Hikmet 1922 – 1925 yılları arasında Rusya’da kaldı, Moskova’da iktisat ve toplumbilim öğrenimi gördü. Moskova deneyi Nazım Hikmet’in yaşamında elbette çok önemli bir deney olmuştur. Lenin döneminin (1918 – 1924) etkinliği içinde devrimin getirdiği ve getirmekte olduğu sonuçları görmek, kökü çok eskiye dayanan önemli bir kültürün yeni aşamalarını gözlemlemek Nazım Hikmet’in görüşlerini ve dolayısıyla şiirini büyük ölçüde etkiledi. Nazım Hikmet Rusya’da Mayakovski, Selvinski gibi şiir ustalarının ürünleriyle karşılaşmıştı. Yeni dünyanın oldukça karmaşık ve çok yönlü sorunlarına tek sesli kalıplarla, yani hece vezninin kalıplarıyla girmek bu sorunları bu vezinle işlemek olanaksızdı. Nazım hikmet Rusya’da Mayakovski ile tanıştı, Mayakovski’nin anlatımını benimsemekle birlikte hiçbir zaman onun basit bir öykünücüsü olmadı. O, biçim sorununu haklı olarak çok önemsiyor, her zaman daha uygun bir anlatım yolu bulmak kaygısıyla çalışıyordu. Nazım Hikmet’in şiir yaşamında teksesli müzikten çoksesli müziğe geçiş, tekdüze, süslemeci, dokunaklı, çarpıcı imgelere tutkun Barok’tan uzak kalarak, canlı ve etkin, açık ve aydınlık anlatım düzeyine yükselişi Rus şairlerinin etkisiyle oldu. Ancak Nazım Hikmet’in bu dönemde kendi şiir alışkanlığından ya da daha doğrusu ülkesinin şiir geleneğinden tamamen koptuğu söylenemez. Onun şiirinde her zaman heceden ve divandan izler, sesler vardır.
1922’de Moskova’da yazdığı yeni sanat şiirinde Nazım Hikmet benimsediği yeni sanat anlayışını açıklar: Artık “üç telinde üç sıska bülbül öten / üç telli saz” işe yaramamaktadır. Çünkü bu “üç telli saz / dağlarla dalgalarla kitleleri / ileri / atlatamaz!:” Nazım Hikmet yeni sanat şiirini şöyle bitirir: “coştu çalgıcı başı / esiyor orkestram / dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla / dalga gibi dağ – lar – la.”
Nazım Hikmet’in Moskova’da yazdığı yirmiyi aşkın şiirin başlıcaları şunlardır: Açların Gözbebekleri (1922), Gözlerimiz (1922), Makinalaşmak (1923), Gorki’deki Beyaz Sütunlu Ev (1924)
Açların Gözbebekleri’nde Nazım Hikmet, toplumsal sarsıntıların getirdiği açlığın pençeleri altında ezilen insanları usta bir gözlemcinin kalemiyle anlatır. Gözlerimiz şiiri, Nazım Hikmet’in şiire düşünsel derinliği getirme çabasının ilk başarılı örneği olarak görünür. Doğruları yüksek sesle söyleme tutumunun yanında, doğruları evrensel bağlamları içerisinde göstermek ve tartışmak, ayrıca anlatımda daha duru, daha yalın olmak özelliğini buluruz bu şiirde. Bu şiirde tek tek insanların ortaklaşmasıyla büyük bir güç, evreni dönüştürecek bir güç ortaya konulabileceğinin duru açıklaması vardır. Ayrıca, Gözlerimiz, makinalaşmaya olan güvenin ilk sağlam anlatımını da getirir: “Şeffaf temiz damlalarıyla gözlerimiz / bir umman içinde birleşseydi eğer, / her zerre dağılsaydı başka bir yere, / dinamolarla tirbünleri çiftleştirerek, / çelik dağları suda kof bir kelek gibi döndüremezdik... / ...
Şeffaf temiz damlalarıyla gözlerimiz / bir umman içinde o kadar birleşti ki, / kaynayan suda buzu nasıl eritiyorsak / işte bizde birbirimizde öyle kaybolduk! / yükseldi müşterek zahmetin şah eseri, / demire can veren dehayı bulduk!..”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.