- 753 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DEHANIN YALNIZLIĞI
Her deha kendini sonsuz bir yaratma gücü olarak yaşar. Her deha yanlızdır; kendini aşan birşeyin özlemini çeker hep. Kendini aşan bir yana, kendine uyan birşeyle de yetinecektir. Dehaya ne uyar ki, uysa uysa kendisi uyar; deha uyumsuzluktur, çünkü katışıksız bir aşkınlıktır, özgün bir aşma gücüdür. Deha belirleyici olduğu kadar da yaratıcıdır; ayrıştırmacı olduğu kadar da bileştirmecidir. Gelişi güzel bir bağla bağlanamaz başkasına; gerçekliği didik didik eder, gerçekliğin yeni yüzlerini ortaya çıkarır, yeni içerik – biçimler yaratır, kısacası dünyayı görmekle kalmaz, onu değiştirerek, daha doğrusu dönüştürerek yeniden kurar.
Nazım Hikmet bir dehaydı; engebesiz bir yaşamdan gelip deha olmanın engebeli dünyasına yada deha olmakla dünyanın engebelerine dalıvermişti. Bizi rahat yataklardan tozlu çamurlu yollara, ev içi mutluluklardan kavgalara, dingin ortamlardan savaşlara, ılık sevecenliklerden kaskatı gerçeklere doğru durmadan iten nedir? Engebesiz bir yaşamdan çıkıp deha olabilmek için, ilkin dümdüz yaşıyor olmanın erincini atmak gerekir. Hırka giymeyen torunları için üzülen büyük anneler, askerdeki oğulları için gözyaşı döken anneler, varını yoğunu oğullarına harcayan babalar dehanın ve yalnızlığı ve etkinliği karşısında durup kalmazlar mı? Dümdüz bir dünyadan çıkmayı göze aldınız mı, dış dünyada her zaman kendinize yardımcı engeller, engebeler, nereye açıldığı belli olmayan koridorlar bulursunuz. Dış dünyada yollar vardır, sizi bütün insana kavuşturacak dikenli yollar. Kendinizi her zaman karanlıkta, hiç değilse alacakaranlıkta duyacaksınız, çünkü yarına gidiyorsunuz. Nazım Hikmet’de umutla umutsuzluğun, kavgayla kavgasızlığın, dürüstlükle alçaklığın, inançla inançsızlığın yan yana yaşadığı bir dünyada buluvermişti kendini. Önünde koskoca bir tarih vardı, canlı, etkin bi tarih. Özellikle yakın tarihe baktığımız zaman şunu görüyorduk; olabildiğine hızlanmış bir dünyada yaşanılıyordu artık, evcilleşebilmek ortaklaşabilmek için canını dişine takmış insanların dünyasıydı bu. Daha karışık ama daha insan bir dünya, o eski dünyalara parmak ısırtacak bir dünya kuruluyordu. Büyük olaylar olmuştu: Birinci Dünya Savaşı 1914 – 1918... Rusya’da Ekim Devrimi... S.S.C.B’nin kurulması 1923. İtalya’da Faşizm’in kurulması 1923, Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulması 1923... Bütün bu oluşumlara karşın dünyayı toz pembe görebilme olasılığı yoktu; bakmayı bilen bir göz, hatta bakmaya alışmış bir göz, dünyaya gelen yeni güzelliklerin o eski pisliklerle kirlenme tehlikesi içinde içinde olduğunu rahatça görebilirdi. Silah fabrikaları harıl harıl işliyordu, şairimizin deyişiyle “alınteri tacirleri” çoktan iş başındaydılar, ayrıca “cinayet ve hırsızlık sanayii” almış yürümüştü. *
* “Cinayet ve hırsızlık sanayii” sözü Nazım Hikmet’in Amerika garabetler memleketi adlı bir yazısında geçer. Şair bu yazıda Şikago haydutları kralı Al Capone’dan söz etmektedir.
Dehanın yazgısıdır bu; hem birliktesin hem yalnızsın. Bazen yüzeltmeyi düşündüğün şeylerle yalnızsın, bağlı olduğun sınıfla yalnızsın, birlikte olmayan kişilerle yalnızsın, tasarılarınla yalnızsın. Yalnızlığını dindiren tek şey vardır: Ortaklaşma çabası ve belirlenen amaç. Ne olursa olsun, deha yalnızlığını göstermek istemez, yalnızlığını kendine saklar. Bu yalnızlık ortaklaşma ikilemi içinde deha kendi büyüklüğünü sezer, ama bunu bir yetkinlik olarak yaşayamaz, bunun uzun boylu tadını çıkaramaz. Nazım Hikmet’de sezmiştir bu büyüklüğü. Bir yazısında şöyle der: “Bana göre büyük adam odur ki, sanattan politikaya kadar, kendi işinde, en önde görür, dönemeçleri önce geçer, alanı kavrar, olacağı sezer ve bu kavrayışla bu sezişe dayanarak yaratır.”** Bir başka gazete yazısında şöyle diyecektir: “Entelektüel dediğin şarkıya benzer. İyisi, özlüsü, derini ve düzenlisine doyum olmaz. Kötüsü çekilmez bir nesnedir. Ne dinlenir ne tadılır”
Devrime yakın duran çoğunluk yamandır: Ruhtan bilir ruh hekimleri, daktilo sesleri ve damgalar içinde boğulmuş noterler, değerli müzik yazarları, dünyamıza adaleti getirmek için canla başla direnen avukatlar, ileriye açık ürünsüz profesörler, kafalı gazete yazarları, okumuş kadınlar, anlamlı ve anlamsız şiir yazmayı ustalık edinmiş tüm şairler, felsefeciler, tarihçiler, yurt gerçeklerini bilmeyenler için röportaj yapan gazete muhabirleri, yayımcılar... görünüşte devrim bilincinin simgeleridirler. Ama bunlar hiçbir zaman kendilerini tehlikeye atmazlar. Tehlikeye atılmayışlarının gerekçeleri vardır, kişisel ya da toplumsal gerekçeleri. Bunların içinden bir bölük insan ayrılır, devrim bilincini oluşturmak üzere sınıfının yörüngesinden çıkar. Bunların bir bölümü sonradan, babasından özür dileyen ilkokul öğrencisi gibi, sınıfının dizi dibine oturur yeniden, sınıfının dizi dibine oturmakla kalmaz, bir ara bağlanmayı göze aldığı devrimci kesimin düşmanı kesilir. Çünkü ortam, her zaman, dehalardan çok aptalları değerlendirmeye hazırdır. Nazım Hikmet şöyle tanımlar aptal’ı: “Soyu bütün aptal için çözülmemiş mesele, tetkike değer düşünce yoktur. O her meseleyi önceden çözmüş, her düşünceyi tetkik etmiş, hükmünü önceden vermiştir. İnsan, soyu bütün aptalla karşılaştığı vakit, adeta mistik bir heyecana kapılır. Çünkü aptal hareketsizliğin ceninidir. Aptallar ekseriya hayatta muvaffak olurlar. Uzun uzadıya muhakeme edişlerinin sonunda yüzlerine bir düşünen adam biçimi gelmiştir. Hüsnü hatları mükemmeldir. Soyu bütün aptalın en büyük hususiyetlerinden birisi de bilmediği şeyi istihfaf etmesi, hor görmesidir.(..) Aptalın dört cümle başlangıcı vardır: 1. Onu biz de biliriz, 2. Ah param olsaydı görürdün, 3. Herşeyden önce insan sıhhatine bakmalı, 4. Bir söz ettim herif mahfoldu.”*
İnsanı insan yapan, herşeyden önce, düşünce dürüstlüğüdür. “Hayvanlar arasında insana en çok benzeyeni balıktır. Balıkta başından kokar, insan da başının içinde olanların kokmasıyla bozulur”** Böyle der Nazım Hikmet.Bazen de, aydın kişi, hatta bazen bir deha, Goethe örneğinde olduğu gibi, gün olur kurulu düzene karşı çıkar, gün olur kurulu düzenle uzlaşır. Goethe bazı yapıtlarında kurulu düzeni yerer, bazı yapıtlarında kurulu düzeni benimser, yaşamı zorlaştıran, yaşamı kendini aındırma gücünden yoksun bırakan bunlardır. Aptallar dönekler, başı kopmuş insanlar. Oysa yaşam orta yollar arayanları eleyecektir.
“Orta kötü şeydir benim için” der Nazım Hikmet.*** Evet, deha için orta yoktur. Deha kendini ve kendinden başka her gerçekliği sürekli olarak arayan yetkin bilinçtir. Aradığını hiç durmadan arayacak, her zaman ama her zaman aradığı şeyin en son sonuçlarına ulaşmak isteyecektir. Deha birşeye bağlanır. Evrenseli kucaklamak için. Deha bağlandığı şeyin uzanımlarını bulmaya çalışır. Bu, yaratmanın ta kendisidir. Doğurganlıktır bu. Sokrates, yaratmanın güzellik içinde doğurmak olduğunu düşünüyordu. Nazım Hikmet’de doğurmak der yaratmaya. Doğurmak yaratmaktır, yaratmak da doğurmaktır. “Doğurmak kainatın en kudretli tezahürüdür. Doğuran su doğuran ateş, doğuran ağaç, doğuran toprak, doğuran insan! Gebe kadın ne muazzam bir varlıktır. İnsanın kendini istihsal etmesi kadar güzel bir şey bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki sokakta insanlar arasında kayıtsız ve şartsız gururla gezmek hakkına yalnız gebe kadınlar sahiptir.”****
* Aptal adlı gazete yazısından.
** Balık ve insan adlı gazete yazısından
*** Sirke, şıra ve şarap adlı gazete yazısından
**** Gebe adlı gazete yazısından.
Deha için birbirinin tersi ve yüzü olan iki ayrı yükümlülük vardır: Gelişmek ve geliştirmek. Devrimciliğin de bu yükümlülüklerle koşullanmış olması gerekir. Devrimin temelinde inanç, eyleminde bilinç olacaktır. Yoksa devrim papazları yetişir, orta çağ papazları gibi. Kendilerini dünyanın orta yeri sanan papazlar. Her devrimcilik, özellikle eylemde, dıştan çok içten zorlanır. Karşıdevrimcilik bilinç istemez, devrimcilik bilinç ister. Nazım Hikmet bu bilgili olma zorunluluğunu benimsiyordu, önemsiyordu. Her devrimci bir sürekli öğrenci’dir. Nazım Hikmet’in devrimcilik serüveni yalnızlığını inatla bastırarak, doğru’yu öğrenmenin peşine düşmekle başlamıştır. Nazım Hikmet de her deha gibi serüvenciydi ama doğru’nun peşinde bir serüvenciydi. Serüvenciliğin biçimleri vardır. Bitli gezgin de serüvencidir, zampara da serüvencidir, devrimci de serüvencidir. Tek ortak noktaları vardır: Yaşamın tehlikelerini kulak arkasına atmak.
Nazım Hikmet’in yalnızlığı lüks bir yalnızlık değildir, bir bilinçli aydının yalnızlığıdır. Bu yalnızlıktan geçmeden, ortaklaşmanın anlamını ve temellerini kavrayamaz insan. Bu yalnızlıktır bizi dış dünyaya iten. İnsan ya yenilir yalnızlığına, o zaman kendine kapanır, umutsuzluğunu, mutsuzluğunu, kırgınlığını, tek insan olma sıkıntılarını yaşar, ya da dovüşür yalnızlığıyla, o zaman başkaları’na döner, dışa açılır. Böylece dünyayı dönüştürmeye katkıda bulunur, dönüşen dünyayla dönüşerek. Nazım Hikmet ikinci yolu, büyük ve zor yolu seçti. “Bülbülün canı türküsüdür.”* Onun canı da şiiriydi, eylemiydi, dürüstlüğüydü. Kerem gibi yanmak pahasına da olsa, büyüklüğünün gereklerini, yerine getirebilmeli insan. O bunu başardı.
“Ben Kerem’i bilirim. Öyle acayip heriftir ki, Aslı olmasaydı, yanmak için başka bir vesile bulurdu mutlaka. Nazıl bulmasın ki, kafasına yanmayı koymuş bir kere... Sebep Aslı’da değil, sebep daha derinlerde... İş böyle olunca, yanmak için Kerem vesile mi bulamazdı?”**
Sessizlik düşüncenin yoğunlaşmasına el veren dingin ortamı, yalnızlıkta böyle bir ortamı düşünce için değerlendiren kişinin özgünlük durumunu, özgün bir bakış açısı olma durumunu belirler.
Yaşamak düşünmektir, insan için.
“Düşünmek kadar güzel, düşünmek kadar korkunç, düşünmek kadar dinlendirici ve çıldırtıcı bir nesne olmasa gerek, diye düşündüm. Doludizgin, önceden öğrenilmişlere dayanmayarak, korkmadan düşünmek! Ben, bu işi kıvırabilecek babayiğitlerin yeryüzünde sanıldığından az olduğunu sanıyorum.(..)Bizim dışımızda bize bağlanmadan var olan varlığın başsız ve sonsuz akışını, değişimlerini, devrimlerini yalnızca uzaktan sezip anlatan bir düşünce değil, bunun üzerinde, bu akışın içine karışarak dokunaklı olan bir düşünce, ancak o kısır bir kafa gevezeliğinden çıkıp verimli bir yaratılış parçası olabilir.” ***
Deha, nesnelere ulaşma ve nesneleri en doğru biçimde kavrama yetkinliğine ulaşmış bilinçtir. Artık giz dolu Bir şey değildir deha, ama bütün gizleri kolayca bilinir kılabilen ileri bir kavrama gücüdür. Zeka düzeyinin yüksekliği dehayı açıklamaya yetmez; zeka durmak dinlenmek bilmez bir eğitimle yüksek bir kavrama gücü olma durumuna eriştiği yerde deha ışıkları parıldamaya başlar. Keskin zeka, içi doldurulmamış zeka, ilginç buluşlar, akılalmaz gevezelikler üreten yararsız bir makinadır. Böyle bir zeka çok güzel fıkralar uydurabilir, bir durumun gülünçlüğünü çok güzel belirleyebilir, eşsiz deyimler, tadına doyulmaz yakıştırmalar yapabilir. Giderek, ahmak eğlendiren bir güç olma niteliğini kazanabilir. Çok zaman güçsüzlükleri ve özellikle gülünçlükleri yakalamaya yönelen böylesi bir zeka çok zaman gülünç duruma düşer, tüm çabasını gülünç’ü yakalamaya harcayarak gülünç düşer. Böylece ortaya yergici hoşsohber insanlar çıkar. Oysa deha yergi’yi amaçlayamaz, dışlaştırmada onu zaman zaman bir yardımcı öğre olarak kullansada. Çünkü güldürmek ya da küçük düşürmek değildir amacı, belirlemektir, saptamaktır, açıklamaktır. Kökten yoksamayı bilmez o. Nazım Hikmet’in bu konuda pek değerli belirlemeleri vardır. Bunlardan birinde şöyle der:
“Güzel, parlak söz söylüyor diye ün salan insanlardan kuşkulanırım. Hele ’hoşsohbet’ nam alanlara karşı içimde acayip bir çekingenlik vardır. Bana kalırsa düşüncelerinin dibi hemen görülüverecek, duygularının ışıltısı en güçsüz bir rüzgarla sönüverecek olanlardır ki güzel ve parlak konuşmak hilesine başvururlar. Böylelikle düşüncelerinin dipsizliğini boyalı cümlelerin alacası ile örtmek ve duygularının ışıltısını, ilk işitilişinde insana açılmaz gibi görünen söz duvarlarıyla korumak isterler. Bu, sözün büyük bir rol oynadığı inkılap sıralarında bile böyledir. İnkılapların büyük hatipleri hiçbir vakit inkılapların sonuna kadar dayanan, onları bütün genişlikleriyle ifade eden liderler olmamışlardır. Fransız İnkılabında Mirabeau ve Danton bu söylediklerimin göze batar örnekleridir. Mirabeau ile Danton inkılap orkestrasında maestroluk etmemişler, sadece ilk kıyametli uvertürde davul çalmışlardır. Belki o şahlanan sesler içinde davullarının gürültüsü, bir an için bütün notaların üstüne çıkmıştır. Fakat çok geçmeden, gürültücü aletlerini sırtlayıp sahneden bir daha geri dönmemek üzere çekilip gitmişlerdir. Söz kuvvetli birşeydir. Öyle! Ancak, içi olmayan güzel söz bir havai fişeğe benzer ki renkler, ışıklar içinde göklere yükselip bizi bir an hayran bıraktıktan sonra sönüverir ve burnumuzda yalnız kötü bir barut kokusu kalır. ” ****
* Bülbül ve kanarya adlı gazete yazısından.
** Yine şundan bundan adlı gazete yazısından.
*** Düşünmek adlıgazete yazısından.
**** Güzel söz adlı gazete yazısından.
Deha yıkıcıdır ama yerle bir edici değildir. Bu yüzden yergiyle yetinemez, bu yüzden yergi onun etkinliklerinin çok küçük bir parçasıdır. Çünkü yıktığı herşeyde korunası bazı şeyler bulunduğunu bilir. Daha yadsımaya değil araştırmaya yöneliktir. Bu da, elbette, çok köklü, çok sabırlı bir düşünce çabasını gerektirir. Düşünen adam deyince profesörler gelir aklımıza. Ya da genel olarak, diplomalı meslek sahipleri: Doktorlar, mühendisler, avukatlar... Düşünebilmek, doğru düşünebilmek için, düşünce eğitiminden geçmiş olmak, sürekli bir düşünme etkinliği içinde bulunmak, giderek bütünsel bilgiye, evrensel bilgiye yani kültür’e ulaşma çabası içine girmiş olmak gerekir. “Kültürün belki biraz sathi, fakat en kestirme tarafı bilgidir. Bilgi olmadan kültür olmaz. Kültür, bilgi demektir. Bilgiyi elde etmek için başvurulacak ilk yol okumak, okumaktır.” Bütünsel bilgiye ulaşamadığımız zaman, profesörlüklerimiz, doktorluklarımız, avukatlıklarımız yaya kalır. Bütünsel bilgiye ulaşamadığımız zaman, bilgilerimiz parçalı ve yararsız, dolayısıyla bizi ve başkalarını yanıltmaya yatkın olacaktır. “Doktorlar tanırım, beş vakit namaz kılıp oruç tutarlar. Mühendisler bilirim, umacıdan korkarlar. Riyaziye hocaları vardır, fala inanırlar. Biyolojistler bulunur, maddenin dışında başlı başına yaşayan ’ruh’un’ varlığını sanır. Bu neden böyledir? Bu, bir bakıma, herbirinin yalnız kendi ’mesleği’ içinde kalıp bilgilerin arasındaki büyük birliği kavrayamayışlarındandır ” Nazım Hikmet bu uçsuz bucaksız bilgiler alanına çok erken dalmıştı, büyük bir yorulmazlıkla. Geriye onca çaba, onca yapıt bırakamazdı başka türlü. Gününde bir üniversiteden çok daha önemli olabilmişse, bundandır. Erkenden girdiği bu öğrenme çabası onu erkenden yormuştur. O bu yorgunluğu elbette derinden derine duymuş, ama büyük bir sorun haline getirmemiştir. Şöyle diyor bir yazısında: “Dinlenmek bir haktır. Sekiz saat olsun uyku saatlerinin dışında boş oturabilmek, hiç olmazsa arada sırada, belki bir ihtiyaçtır. Fakat ben kendi payıma ne bu hakkı kullanabilecek kadar imkanlı, ne bu ihtiyacı duyabilecek kadar yorgunum şimdilik. Yalnız işin sevinç olduğu şartlar, bütün bir hafta çalıştıktan sonra dinlenmenin yalnız bir hak değil bir vazife olduğu şartlar içinde boş oturanlara hasret çekmiyorum dersem yalan söylemiş olurum.”*
Bu büyük şair, bir gerçek deha, ölesiye sevdiği yaşamı yüceltmek, kalabalıkların yazgısını paylaşmak, sömürülen, acı çektirilen insanların yanında yer almak, hiçbir katılığa, hiçbir bağnazlığa düşmeden öğrenmek, paylaştığı dünya görüşünü daha da aydınlığa kavuşturmak için yaşadı ve yarattı.
Nazım Hikmet’in yaşamı devrimciler için bir üstün ahlaklılık örneğidir. Sanatı devrimci sanatı için en açık, en tutarlı ürünlerden biridir. Dehalar hem geleceği haber verirler, hem bizi geleceğe ulaştırırlar. Bugünün içinden geleceği sezebilmek, bugünden yarına aktarılmakta olanı görebilmek, gösterebilmek... Dehanın üstün görevi budur işte. Nazım Hikmet, bunu Beethoven’den söz eden yazısında şöyle anlatır: “Dün gece Beethoven’i daha iyi anladım. Büyük Fransız devriminin atlayışını, haykırışını müzikleştiren ve bununla kalmayıp daha ilerisini, daha ötesini bir sezişle melodi biçiminde yüreğinin orkestrasına koyan Beethoven’in büyüklüğü bir tabiat büyüklüğü gibi doldurdu içimi.(..) Tabiat sosyete ve insan arasındaki bağı, diyalektik birliği, bir filozofi kitabının sayfalarından gözleriniz anlayamazsa kulaklarınız onu Beethoven’den dinlesin.”**
Bugün Nazım Hikmet’i sevebiliriz ya da sevmeyebiliriz, günün koşulları öyle gerekiyor diye sever görünebiliriz, kendimize çok yakın duyabilir ya da kıskanabiliriz, yüceltir gibi yapıp aşağılayabilir, aşağılar gibi yapıp yüceltebiliriz, bunların hepsi olabilir, bunlar artık ahlakımıza kalmış, ama ne olursa olsun, hepimiz, bir çağdaşı olarak, onu çok iyi incelemek ve çok iyi anlamak zorundayız.
Nazım Hikmet işte böyle bir yaratıcıydı, böyle bir şairdi. En güç en belalı koşulları bile soğukkanlılıkla karşılayacak kadar, yalnızca ve yalnızca insanlığın geleceği, gelecekteki mutluluğu için çalışırken önüne çıkan engelleri umursamayacak kadar büyük bir şair, büyük bir yaratıcı. Çabasını inancıyla, inancını onuruyla, eylemini bilgisiyle pekiştirmiş bir insan. Herkes gibi bir insan, sıradan biri, olağanüstü faln değil, ama bir deha. Daha ilerisini, daha ötesini bir sezişli bir müzik biçiminde yüreğinin orkestrasına koyan bir deha. Ahlak bunalımı içinde kıvranan Atina için Sokrates neyse, ahlak bunalımı içinde bunalan Türkiye için Nazım Hikmet oydu. Sokrates’i gençlerin ahlakını bozmakla suçlayarak ölüme mahkum etmişti yurttaşlar. Nazım Hikmet’i de gençleri ayaklandırmaya kışkırtmakla suçlayarak toplum dışına atmaya çalıştılar. Oysa, ne iyi bazı insanların ölümü ya da mahpusluğu etkin bir toplum olayıdır, dönüştürücü bir güçtür. Bir dönüşüm gerçekleşecekse önüne geçen bütün engelleri yıkarak gerçekleşecektir.
* Boş oturmak adlı gazete yazısından.
** Geceki fırtına adlı gazete yazısından.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.