- 497 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
21. Yüzyıl
21. Yüzyıl
İçinde bulunduğumuz 21.Yüzyılı, 800’lü yıllar yani 9. Asır (Başlangıç) ile karşılaştıracağım. “Akıl ve nakil” konusuna ve “Lisan” konusuna da değineceğim. Antik Yunan ve İslam felsefesinin, zirvelerine ve geldiği noktaya da ayrıca bakacağım. Bağdat ve Roma üzerinden, 9. Asır ile 21. Asrı değerlendireceğim. 21. Asrı ve 9. Asrı, sembolik olarak Bağdat ve Roma üzerinden değerlendirip nereden, nereye gelindiğine bakacağım.
Halife Harun Reşit zamanında 9. Asırdaki Bağdat, “İslam tarihinde zirve dönemi” işaret edebilecek bir konumda. Refah, zenginlik ve kültürel alandaki muhteşem ilerleme ve terakki o asra damgasını vurmuş. Öyle ki sadaka verecek fakir bulmakta zorlanır olmuş halk! Felsefe ve ilim zirveye çıkmış.
Halife Harun Reşit, mutezile imamlarını desteklemiş ve böylece aklın İslam Felsefesinde daha etkin kullanılması sağlanmış. Ayrıca Harizmi gibi matematikçiler ve Farabi gibi felsefe üstatları da bu dönemde yetişmişler!
Mutezile imamlarının görüşlerine bakalım; bu ekolün kurucusu Vasıl Bin Ata, Antik Yunan felsefesine hakim ve aklı ön plana çıkarıyor ve İslam Felsefesinde aklı önemsiyor! Temel prensipleri; “Fikri Tenzih”, Tanrı eşi ve benzeri olmayandır! Bu nedenle Tanrı’yı tam manasıyla mevcut lisan ve sıfatlarla tarif mümkün değildir! İnsanoğlunun hiçbir lisanı Tanrı’yı tam manası ile tarif edemez çünkü lisan “Mahluk ”tur yani yaratılmıştır! Yaratılmış olan ise yaratanı tariften aciz kalacaktır! “O eşi benzeri olmayandır!” o halde aklımız devreye girecek ve bireysel olarak edinilen nakli bilgiler akılla yorumlanacak ve bireysel bir algı oluşturulacaktır! Nakil bir yere kadar yol gösterecek akıl ise bireysel olarak daha ilerisine kişiyi taşıyacaktır! Tanrı, her şeyin ötesinde vardı; hiçbir şey yokken O, vardı! Tanrı’yı bir lisan veya sıfat ile tanımlamak, sınırlamaya sebep olabilir. Bu da “Şirk” kapsamındadır!
Tanrı için “Sonsuz” demek de O’nu bir şekilde sınırlamak olacaktır! O, sonsuzluğun da sahibi! Yani “Mahluk” olan lisan ile tam manasıyla O’nu tarif mümkün olmayacak! Esmayı da sıfat olarak göremeyiz! İsim manayı temsil eder ama isim, mananın kendisi değildir! Hiçin potansiyeli sınırsızdır! Tüm varlıklar hiçlikten var olmuştur! O halde var olan her şey “Mahluk” yaratılmıştır! Yaratılan ise yaratana işaret eder ama bizzat kendisi yaratıcı değildir! Eğer bir sıfat ile Tanrı tarif edilir ise tenzih edilemez! O halde sıfatlar ve isimler, tarifte yetersiz kalacaktır! Çünkü “Tanrı her şeyden ayrıdır!” Her lisanın bir sınırı vardır, O’nun ise sınırı yoktur! Bu nedenle hiçbir insan, O’nu lisan ile tam manasıyla anlatamaz! Lisan, zamanın ve mekanın bir noktasında oluşmuştur! Yani “Mahluk” tur! Zaman ve mekanın bir noktasında oluşan bir araç, zaman ve mekandan ayrı bir Tanrı’yı da tam tarif edemez! Zaten lisan, zaman içerisinde temsil ettiği manalar açısından başkalaşır! Lisanın madem bir sınırı var, akılla bu sınırı bireysel olarak aşmak zorundayız! Öyleyse ne yapacağız? Aklımızı işleteceğiz. Lisan ile gelen nakilleri aklımızda yorumlayacağız ve kendi bağımsız bireysel algımızı oluşturacağız! Yunus’un “İlim kendin bilmektir” kapsamında kendimiz bileceğiz, kendimizi bileceğiz! Bu da sadece nakille olmaz, aklımızı da bu nakilleri yorumlamakta kullanacağız! Evreni okuyabiliriz, kendimizi okuyabiliriz, nakilleri değerlendirebiliriz! Kişinin kendini okuması, kendini bilmesini sağlayacak; evreni okuması ve nakilleri değerlendirmesi de kendisine rehber olacaktır! “Ben” gelişmez ise diğerleri de gelişmez! İnsan evreni de diğer nakli bilgileri de “Ben” ile algılar ve değerlendirir! Evreni okumak, bilim ve ilimle olur; elbet daha önce okumuş olanların nakillerini de göz ardı edemeyiz! Akıl bu verileri anlamlı kılmaya yarar! Aklı kapatıp sadece nakil ile yol almaya çalışmak ise belli bir döneme kadar olan nakillerde takılıp kalmaya sebep olur; terakki, ilerleme durur!
Mutezile ekolünün, kader konusundaki yaklaşımları; bireyi direk muhatap alması, iradenin ise tek olması yani “Cüzi irade – Külli irade” ayrımının olmaması, bireyin kendi tercihlerinden sorumlu olmasını da izah eder! Ceza ve ödül de zaten tercihlerin bireysel iradeye verilmesiyle anlam kazanacaktır! Kader konusunda başka yazılarımda ayrıntıya girdim, burada girmeyeceğim. Münafıklık konusunda bir hususa dikkat çekmek isterim. Günah işlemenin münafıklık sanıldığı bir dönemde, günah işlemenin imanı iptal etmediği tartışılmış. Zaten “Münafıklık” bir çerçeve tanımdır ve belirsizliği ifade eder! Bu tanım, kişiye atfedildiğinde anlamsız olur çünkü belirlenmiş olur! Münafıklık ise kişinin ne olduğunu gizlemesini ifade eder! Olduğundan başka görünme halidir! Belirlendiğinde zaten o belirleme ne ise o geçerli olacaktır! Yani kişi ya mümindir, ya da kafir; kafir, münafıklıkla tarif edilmez! Zaten “Kafir” ile tanımlanmıştır! Açıkça bilinmez ise zaten bu tanım ona isnat edilemez, bilinir ise yine isnat edilemez!
9. asırda yakalanan bu ivme sonraları nasıl olup ta kaybedilmiş orasını da düşünmek gerek! Harun Reşit’in oğlu Memun, Bizans’a karşı kazandığı zafer sonrası, tazminat olarak düzenli bir şekilde Antik Yunan yazması kitapları istiyor! Bu o dönemi anlamakta önemli bir veri!
Son tahlilde; 9. Yüzyıldaki Bağdat, bulunduğu zirveden nasıl inmişse, Roma da Antik Yunan zirvesinden inmiştir! 21. Yüzyılın 9. Yüzyıldan daha geride görünmesi, insanlık açısından bir potansiyel israfıdır! Bu duruma, aklın ikinci plana atılıp, nakiller yüzünden düşülmüş olması göz ardı edilmemeli! İnsanlığın bu potansiyel israfından kurtulması mümkündür! Ve bu aşamadayız! Akıl okunun nakil yayında gerili olarak durdurulması mümkün olmayacak ve insanlık naklin ışığında, yayında gerili olan akıl okunu çok daha ileriye fırlatacaktır! Aklı ok, nakli yay olarak kullandığında hedefine ulaşacaktır!
Saygılarımla,
Ahmet Bektaş
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.