- 1737 Okunma
- 15 Yorum
- 2 Beğeni
Üçüncü Koğuş
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Öğlen arası havalandırmaya doluşan askerler tazyikli su ile koğuş pencerelerinden içeriyi vahşice ıslattılar. Her şey ıslanmıştı, yatak örtüleri, yastıklar özel eşyalarımızı koyduğumuz ranza kenarlarında duran kumaş bavullar, yataklarımız her şey su içinde yüzüyordu. Ranza altlarına sığınan arkadaşlar da tazyikli suyun duvarlara çarpıp geri dönmesiyle ıslanıyordu. Dibine kadar ıslanmıştık ve sesimizin çıktığı kadar bağırıyorduk.
‘’Kahrolsun faşizm’.
Su ve ses birbirine çarparak yankılanıyordu diğer koğuşlara doğru. Onlar da bize destek olmak için slogan atıp duvarları yumrukluyorlardı. Sesler cezaevinin en arka koğuşlarına kadar gidiyordu.
Bütün bu hengâme içinde aklım Meryem’e takılmıştı. Islaklığıma aldırmadan onu aramaya başladım. O’nu bulduğumda ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kafasını ranzanın altına sokmuş ayaklarını da diğer ranzaya doğru uzatmış öylece yatıyordu. Kendimi oraya attım. Meryem oldukça hassas biriydi. Geceleri onunla sessizce ağlardık. Başka ortak kederlerimiz vardı.
Zamanla çok iyi arkadaş olduk.
‘’ Ne yapıyorsun burada ranza komşum, çay ister misin.’ diye ona takıldım. Gülümsedi. Oysa ben onun ağladığını biliyordum. Islanmış yüzüne ellerimi götürdüm. ‘’ Ne tezatlık değil mi? İnsanın bu suları kovalara doldurası geliyor, tam üç gündür sularımız kesik banyo bile yapamıyoruz.’’ Ellerini karnına götürdü. ‘’ Korkma bebeğe bir şey olmayacak, onu koruyacağız.’’ Sarılıp ağlaştık, insan anne olunca daha bir duygusallaşıyor. Yarı ıslanmış yastığın kuru tarafını başının altına koydum.
‘’ Buradan çıkmamalısın’’ dedim.
Operasyon bitmişti. Sanki koğuşun çatısını rüzgâr uçurmuş ve bütün yağmur suları başımızdan aşağıya yağmıştı. Titriyorduk, iliklerimize kadar üşüyorduk ve bir o kadar da sessizleşmiştik.
Yemek yediğimiz salona toplandık. Masa ve sandalyeler ıpıslaktı.
‘’ Arkadaşlar’’ diye seslendim. ‘’ Bunun arkası var, kesinlikle bizi havalandırmaya çıkaracaklar, bunu yaparken her birimizi coplayacaklar, Meryem’i korumamız lazım, onu ortamıza almalıyız. Aslında bunları söylemem yersizdi. Bütün arkadaşlarım bunun böyle olması gerektiğini biliyordu. çünkü bu ilk değildi son da olmayacaktı.
Saat ikiye geliyordu. Kimsenin bir şeylerin ucundan tutacak hali kalmamıştı. Öylece soğuk ve ıslak zemine oturup bekledik. İnsanın böyle durumlarda en çok istediği şeyleri düşündüm. Bunu sesli dillendirdim.
‘’ Canım bir sigara istiyor’’ dedim.
‘’Sıcak bir banyo istiyorum.’’
‘’ Temiz bir yatak olmalı..’’
‘’ Güvercin olsaydım be.’’
‘’Onları s…mek istiyorum.’’
Bütün bu istekler periyodik olarak devam ederken demir kapının açıldığını fark ettim. İçeriye bir binbaşı, bir yüzbaşı, bir kadın gardiyan ve askerler doluşmuştu.
‘’ Sıraya girin’’ dedi binbaşı. Kimsenin sıraya girmeye niyeti yoktu. Emir işlemiyordu üçüncü koğuşta. Kenetlenmiştik. Askerler saçlarından yakaladıklarını coplayarak dışarıya atıyordu. Havalandırmaya giden merdivenlerde askerler vardı ve bir ikinci dayağı da onlardan yiyorduk. Meryem’e direnmemesini söyledik ama o da direniyordu.
Binbaşıya bağırdım.
‘’ Bakın dedim’’ arkadaşımız çocuğunu düşürürse sorumlusu siz olacaksınız. Binbaşı durakladı. Eliyle askerlere işaret etti. Kadın gardiyan eşliğinde Meryem havalandırmaya çıkarıldı.
‘’ Gördünüz değil mi? Biz o kadar kötü ve gaddar insanlar değiliz. Bizi siz zorluyorsunuz, koğuş aramasına izin vermiyorsunuz, uslu olsanız böyle şeyler olmayacak.’’ Bu sözlere neremle gülsem bilemedim. Slogan ve cop sesleri koğuşu savaş alanına çevirmişti.
Sonunda kendimi havalandırmada buldum. Gözünü sevdiğimin güneşi avluya öyle bir güzel düşüyordu ki üzerimdeki ağırlıkları çıkarıp güzelce sıktım. Duvara yaslanıp bir balık gibi kurumayı bekledim. Yüzüm kollarım ve baldırlarım cop izleriyle sızlıyordu. Saç diplerine masaj yaptım. Saçlarım elimde kaldı.
O akşam pek çok arkadaşımız hasta oldu. Uzanıp uyuyacağımız bir yer yoktu. Koğuşun penceresine çıkıp demir parmaklıklara tutunarak oturdum. Gökyüzüne baktım. Ne kadar güzeldi yıldızlar ve ne kadar kötüydü yeryüzünde bulunduğumuz bu yer. O kadar kötü ki kokuşmuş bir sistemin bolca yarattığı bu gri duvarlar, işkence haneler, idam sehpaları…
Herkesin bu duvarlar içinde bir hikâyesi vardı.
Benim hikâyemse bir sabah eşim ve bebeğimle kahvaltı yaparken başlamıştı. Bebeğimi emziriyordum. Arada da ninni söylüyordum ona. Oldukça tedirgindim. Eşim Ahmet gözlerimin içine bakıyordu. Askeri darbede pek çok insan yer altına saklanmıştı. İnsan neden yer altına sığınır ki? Kitapların yakıldığı, evlerin talan edildiği küçük çocukların yaşlarını büyütüp idam edildiği bir dönemden geçiyorduk. İçimde tarif edilmez bir sıkıntı vardı. Ahmet’in elini tuttum. Ayağa kalkıp kucaklayarak öptü beni. Her zaman espri yapmayı çok severdi. O gün nedense suskundu. Bebeğimi yatırmak için yatak odasına yöneldim. Koridordan geçerken kapının zili bir kere çaldı. Çocuğun uyanmasını istemiyordum. Kapıyı açmamla bir sürü polis içeriye hücum etti. Kendimi salonda polislerin arasında buldum. Ahmet kahvaltı masasından kalkarken ayağı sandalyeye takılıp kanepenin üzerine devrildi. Polisler bunun kendilerine saldırı olacağını düşünerek Ahmet’in üzerine kurşun yağdırdılar. Böyle söylediler hep. Oysa evde oyuncak bebeklerden başka bir şey yoktu.
Bebeğime sarıldım. Kuvvetlice ona sarıldım. Başıma masa örtüsünü geçirip beni evden çıkardılar.
Günler günleri kovaladı. Mahkeme ve koğuş arasında aylarca gidip geldim. Pek çok işkencelerden geçtim. İnsan direniyordu bir biçimde. Direnmenin yolu sözcükleri yutmak ve hafızayı sıfırlamaktan geçiyordu. Bildiğim bütün kelimeleri onların karşısında unutmuştum. Tek tesellim bebeğime annemin bakıyor olmasıydı.
Yeniden göğün derinliğine baktım.
Gecenin bu ıslak sessizliğine ninni söylemek istedim. Demir parmaklıklardan yıldızlara kadar sesimin gitmesini istiyordum.
‘’ Uyu yavrum yine sabah oluyor, uyumazsan güzel rengin soluyor
Babacığın gelmiş bize bakıyor, uyu yavrum yine sabah oluyor’’
Sesim biricik yavrum Yıldız’a gitmiş miydi acaba? Ve Ahmet’e..
lacivertiğnedenlik.
YORUMLAR
SAYGIDEĞER İDOLÜMÜ SELAMLIYOR VE TEBRİK EDİYORUM...
Eş değerli çocuklarıydık kenar mahallelerin,
Benzer korkularımız vardı hayata dair,
Düşmanlarımız farksızdı.
Hesabımız somun sayısına yeterdi ya,
Zeytinimiz, peynirimiz hep katık kalırdı.
Özdeş okullarda farklı hayallerle okurduk,
Genelde doktor olacağımızı söylerdik.
Ben hep öğretmen olmayı yeğlerdim şartlanarak.
Kimimiz Karl Marks’ı okurduk,
Kimimiz dokuz ışık dokuz doktrini…
Bir dönem birbirimizle dalaşırdık,
Emperyalizmin oyuncağı olurduk.
Bir dönem aynı sevdaların peşinde;
“Avrupa, Avrupa, duy sesimizi,
Bu gelen Türklerin ayak sesleri!”
Diye haykırarak inletirdik ortalığı.
Aynı olmasa da hayallerimiz,
Biz hepimiz aynı kenar mahallelerin
Eş değerli çocuklarıydık…
Yakınımdaki dostlarımın yaşadıklarını hatırlattın. Yine gözlerim buğulandı. yüreğime bilincime çöreklenen öfkeyi uzaklaştırmaya çalışıyorum ama yeniden gözlerimin önünden akıp gidiyor vahşet.Bir arkadaşım korsikof hastası ve geri dönüşü yok.
Yaşanılan ölüm oruçları yalnızlaştırmaya, etkisizleştirmeye yönelik bir insani tepkiydi. F tipi hücrelerde kalmak istemiyorlardı tutuklu ve hükümlüler. Devlet bir sabah ''ne hakla '' dedi ve tabur tabur asker ve bi o kadar polis ve cezaevi görevlileriyle saldırdı..Kendi değimleriyle hayata döndürdü.
Sahi dostum.. Hayat öldükten, sakat kaldıktan sonra mı başlar.
Saygılar kalemine yüreğine..
lacivertiğnedenlik
Sevgili Lacivert, neler hissettirmedi ki yazınız..
Geçen yaz Ulucanlar Cezaevi Sanat Sokağında bir sergimiz oldu..O güne değin pek çok kereler yakınından yöresinden geçtiğim halde beni uzağına iten o yere gitmek zorunda kalmak ..
Ayaklarım adeta geri adımlarını atıyordu her gün.
Restore edilerek müzeye dönüştürülen, etrafı çiçeklerle bezenen bu mekân, ne yaparsanız yapın
onca acının soğukluğu, iliklerine kadar işlemiş duvarlardan silinmiyordu, üzerinize üzerinize siniyor ruhunuza değin yansıyordu.
Sıyrılmıyordu işte duvarlardan onca mahkumun yaşadığı acılar..ölümler..ölümler..ölümler…
Sesleri yırtıyordu duvarları..duyuyorduk..
Sağı solu ne fark ederdi ..faşisti komünisti hepsi aynı acının bıçağında bilendiler.
Ve gelip gidip okuduğum o şiir..hapishane duvarından mavi göğe bakan.
Bugün Pazar
Bu gün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa
Gökyüzünün bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi,
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak
Kımıldamadan durdum.
Sonra saygı ile toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...
Nazım Hikmet RAN
~~
Yazının bunca başarısıdır..böylesi duygu yoğunluğuna hapseden bizi.
Sevgimle Lacivert şair~yazar
lacivertiğnedenlik
teşekkür ederim.
lacivertiğnedenlik
Davidoff
İnanamıyorum, bende mezar taşlarına bakınıyordum.
canın çıkmasın e mi.
lacivertiğnedenlik
lacivertiğnedenlik
Gerçekten çok etkileyici bir hikaye.
Nefis kaleme alınmış.
Olayı yaşıyor insan sanki okurken cümleleri.
Hapishane, zor olay.
Hele de 12 Eylül döneminde.
Çok masum insanların canı yandı o günlerde.
Çok eziyet çekenler oldu.
Çok zalimler türedi memlekette.
Siyasi görüşü ne olursa olsun,
suçsuz yere darağacına gidenler bile oldu.
Allah,
bu millete o günleri tekrar yaşatmasın.
(Bu konuda çok çabalayanlar maalesef mevcut günümüzde de.)
Hikaye gerçekten güzel.
Ancak, gözden kaçan bir husus var.
Ve,
asla sorgulanmayan...
Neden?
Neden o günler yaşandı?
Neden ülke o kaos ortamına sürüklendi?
İşte,
bu soruya doğru cevabı bulduğumuz gün,
ülkemizin, asla bir daha o karanlıklara sürüklenmeyeceğin teminatını da yakalamış olacağız.
Bir tutam hayat tarafından 12/26/2014 9:26:04 AM zamanında düzenlenmiştir.
Yazını okuduğumda yorum yapmaya elim varmadı.
Neden dersen, o an da elim aniden tv. kumandasına gitti gayrı ihtiyari...
İnsan beyni böyle bir kapalı kavanoza benziyor işte. Kimseden emir almadan çalışmaya başlıyor,yapacağını tek başına yapıyor. Yıllar önce bir film izlemiştim:
Belki bir çoğunuzun da izlediği filmdir. İsmini vermek istemiyorum. İnsanların yaşına değil, dişlerine bakıp, çürük olanlardan sabun yapılan koğuş filmiydi. Evin içinde tv. kumandasını bulamadım, tv. yi nasıl kapatacağımı şaşırdığım andı. Hayatımın sonuna kadar da unutamam sanırım.
Nedir bu insanın insana öfkesi, nedir bu alıp verememe? Kim kimin tarlasına şeker değil de biber ekmiş?
Kimi kime şikayet edeceğiz?
lacivertiğnedenlik
Her görüşten insanın sahiplenebileceği yurdum yaşanmışlığı. Zavallı halkım benim.
Tebrikler toprağım. Yazacağım dediğinde esaslı bir şeylerin çıkacağını anlamıştım.
lacivertiğnedenlik
'Yemek yediğimiz salona toplandık. Masa ve sandalyeler ıpıslaktı.'
Üzerine oturulmayacak sandalye, üzerine kitap koyamayacağın bir masa, hepsinden öte bir yaşayamama durumu. Kimsenin gerçek kurbanı ya da gerçek suçluyla ilgilenmediği bir dünyada, mahkemelerin, yurttaşların hayali bir suça tapınmaları gibi, hortumdan sıçrayan her su damlası ıslatıyor yeryüzünü. Yağmur değil de, sel bu, gerçeği kabullenemez bir sözün yaşanmış hikayesi. İnsanlar kendi başlarına, varlık özünden çıkarıp hayata yerleştirdikleri güzelliklerin kefaretini ödemek zorunda kalıyorlar.
Adaleti, melodramla irfan asaletine yükselten felaketlerin de her şey gibi bir ninniye, bir haşre, aşra, çaya, dosta ihtiyacı var.
lacivertiğnedenlik
Çok acı veren bir yazı...Bunların çoğu yaşandı bu ülkede.
Ne canlar telef oldu, ne aileler acılara boğuldu hiç yere. Bir daha asla yaşanmasın..
Çok güzeldi anlatımın..
Sevgiler,
lacivertiğnedenlik
sen üçüncü koğuş deyince benim de aklıma 'vatandaş abuzer' geldi...memleketinden istanbul'a göçederken, arama sırasında kimlik kontrolüne yakalanmış ve şüpheli görünen davranış ve bakışlarıyla yakayı ele vermişti abuzer...hakkında hiçbir suç duyurusu, hiçbir gözaltı olayı olmadığı ve sıradan vatandaş olduğu halde, birçoğu gibi suçsuz yere yaka-paça sürüklenip koğuşa konulmuştu o da...birkaç ayın içinde mahkemeye çıkıp nasıl olsa delil yetersizliğinden bırakılacağı beklenilirken, sivri dilli oluşundan ötürü örgütün elebaşı olduğu iddia edilip, seneleri bulan zaman sürecinde görmediği işkence, yemediği küfür kalmamıştı...
o yüzden kurgu gibi değildi yazdıkların...sürükleyici ama bir o kadar da insanın içini acıtan türden...yaşanmış ve gerçek...hatta şimdi bile birçoğunun yaşamakta olduğu...
sevgiler naze...
lacivertiğnedenlik
lacivertiğnedenlik
Sevgili Arkadaşım
Çık, olmadı ama. Siz resmen komünistlik yapıyorsunuz hapishaneler de öyle şeyler yaşanır mı hiç? Çok ayıp çok
Kaleminize emeğinize sağlık
Harikaydı
Saygı selamlarımla
lacivertiğnedenlik
Serhat BİNGÖL
Dün vardı bu gün de var yarında olacak dediğiniz hapishaneler deki kötü muameleyse eğer öyle bir şey yok. Bu bir kader yâda alın yazısı değil kabullenmek zorunda değiliz bu günde yarında olmaması bizlerin ellinde.
Dünyada, demokrasisini geliştirmiş, insan haklarını yasalarla koruma altına almış medeni ülkelerin hapishanelerindeki mahkûmlar, işledikleri suçun cezasını hapis yatarak çekerler. Ekstradan İnsan hakları ihlaline uğramazlar o ülkelerde mahkûm haklarına da insan hakları kapsamındadır saygı duyulur.
Selam ve sevgilerimle