- 661 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
RANDEVU
Corsa marka arabamla tırmanma şeridinde ilerliyordum. Önümde blok mermer yüklü tırlar vardı. Nereden geldi bilinmez panelvan tarzı bir araç arkamda aniden bitiverdi. Bana sürekli selektör yapıp, korna basıyor, el kol hareketleriyle kenara çekilmemi istiyordu. Ne yapabilirdim, adı üstünde tırmanma şeridi… hem önümdeki tırlar bir salyangoz yavaşlığı içinde ilerliyordu
Acil bir hastası, geç kaldığı randevusu olabilir düşüncesiyle soğukkanlılığımı muhafaza ettim ve tırların peşinden hemen sağ şeride geçtim. Yanımdan süratle geçerken arabamın sarsıldığını hissettim. Gayri ihtiyari “acelen ne be adam, eceline mi susadın?” demeden kendimi alamadım.
Yaklaşık iki km uzunluğundaki tırmanma şeridi bitip düzlüğe çıkınca anladım Azrail ile randevusu olduğunu. Işıklarda domates yüklü kamyonetle çarpışmıştı. Domates kasaları etrafa saçılmış, asfalt kırmızı renge boyanmıştı.
Kazaya müdahale edenlerden birisi de bendim. Ön koltuk ile direksiyon arasına sıkışıp kalmış, ölümcül darbeyi başından almıştı zira, başından göğsüne doğru kanlar fışkırıyordu.
Son bir hamleyle sıkıştığı yerden çıkartırken aniden bileklerimden yakaladı. Kanlanmış gözlerinde sönmeye yüz tutmuş son hayat ışığıyla bana masumca bakarak hayattaki son isteğini kulaklarıma fısıldadı.
Arka koltukta arabanın içine saçılmış kırmızı gülleri ve hediye paketlerini gördüm sonra.
Ambulansın siren sesleri uzaklardan duyulduğunda ben gaza basabildiğim kadar basıyor ve randevuya geç kalmak istemiyordum.
Biliyorum, henüz hikayenin başındayız ama burada biraz duralım ve bir açıklamada bulunalım, zaten hikaye fazla uzun sürmeyecek. Bilemediniz iki, en fazla üç sayfa. Jose Mauro de Vasconcelos ünlü kitabı Şeker portakalı hakkında şöyle der; “bu kitap on iki günde yazıldı, ama onu yirmi yıldan fazla yüreğimde taşıdım.”
Ben de bu hikayeyi yıllardır zihnimde taşıyorum. Bu hikayenin üzerine onlarca hikaye yazdım ama kırmızı güllerle, hediye paketlerinin kime götürüleceğine karar veremediğim için bu yazının başına bir türlü geçemiyordum. İnanın sizler kadar ben de merak içerisindeyim. Acaba güller kimin için? Sizin görüşlerinizi şimdiden duyar gibiyim; sevgiliye diyorsunuz muhakkak, kırmızı güller ve hediye paketleri başka kimin için olabilir ki? huzur evinde kalan anne-baba ya da uzaklardaki bir akraba için de olabilir, belki de çocuk esirgeme kurumundaki, ebeveyn şefkatinden mahrum çocukları sevindirmek içindir diyorsunuz. Bilemiyorum, her kime gidecekse bu hediyeler adresine muhakkak ulaşmalıydı ama ben bu randevunun kaderimle yakından ilgisi olabileceğini nereden bilebilirdim. Sanki yukarıdaki olaylar silsilesi benim geçmişim ile yüzleşmem için kurgulanmış bir tiyatral sahneydi. (Bu açıklama Ahmet Mithat Efendi hikâyeleri açıklamalarına ne kadar da benzedi.)
Neyse biz yine hikayemize dönelim; Arabanın gazını kökleyebildiğim kadar köklüyordum. Otobana girdiğimde hava aniden karardı ve bir sis bulutu yamaçlardan aşağı iniverdi. Akabinde iri yağmur damlaları arabanın camını dövmeye başladı. Silecekler son sürat çalıştığı halde bir adım ötesini görmekte güçlük çekiyordum. Nereye gittiğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bazı sürücüler yol kenarlarında dörtlü ve sis lambalarını yakmışlar yağmurun dinmesini ve sisin dağılmasını bekliyorlardı. Bir müddet böyle yol aldıktan sonra aniden bastıran sis ve yağmur yine aniden dağılıverdi.
Akşamın alacasına muhteşem bir gökkuşağı eklendiğinde, bir yandan yol tabelalarını takip ediyor diğer yandan iki vadi yakasına hilal bir rozet gibi asılı gökkuşağının parlak ve güzelliğini seyrediyordum. Tali yollar beni gözlerden uzak, orman içinde şirin bir kasabaya getirmişti. Benzin istasyonunun yanından geçerken beynimde şimşekler çaktı. Top sahasının önüne geldiğimde bu kasabanın benim uzun yıllar önce terk ettiğim kasaba olduğunu anladım. Başıboş gençlik yıllarımın geçtiği, nice ruhi bunalımlar, psikolojik sorunlar yaşadığım yerdi. Sanki gizli bir el beni çıldırtmak için bu gizemli kasabaya atmış ve intiharın eşiğindeyken de çekip almıştı. Şimdi düşünüyorum da eğer o bunalımlı ve buhranlı hayat yaşanmasaydı hayata bu kadar bağlanabilir miydim acaba?
Yağmur dinmiş, kuşlar ıslak yuvalarında koyun koyuna tünemişler, kasabaya karanlıkla beraber akşam serinliği ve sessizliği de çökmüştü. Ana cadde yılbaşı öncesi gibi rengarenk süslenmiş; dükkanlar, mağazalar ışıl ışıldı. Eskiden küçük bir çay ocağı olan, müdavimleri ihtiyarlardan ibaret çayhane şimdi bir kafeteryaya dönüşmüş, vitrinlerini pastalar, türlü tatlılar süslüyordu. Kasabanın yeni yetme gençleri içeride sohbetten ziyade cep telefonlarıyla haşir-neşirdiler.
Kasabayı bir baştan bir başa gezmek, tanıdık bir simaya rastlayıp hasbihal etmek can atıyordum ama önce şu emanetleri yerine ulaştırmalı ve aileye baş sağlığı dilemeliydim. Zaten adresi bulmam fazla uzun sürmedi.
Apartman basamaklarını adım adım çıkarken aileye acı haberi nasıl izah edeceğimi düşünüyor ve soğuk soğuk terliyordum. Elimde gül demeti ve hediye paketleri olduğu halde daire kapısının önünde durdum, derin nefes alarak son bir cesaretle zile dokundum. Bana öyle geldi ki; zilin çalması asırlar sürecek, kapı hiç açılmayacak, böylelikle ben de hiçbir şey olmamış gibi dönüp gidecektim, ama zihninde canlanan bu hayali sahne sabun köpüğü gibi dağılıverdi ve kapı aniden, sanki elim daha zilin henüz üzerindeymiş gibi açılıverdi.
İşte o anda ruhuma, kalbime, gönlüme ve bütün bedenime bir ışık yayıldı. Bedenime yayılan, ruhumu ferahlatan ve gönlümü bir sahra gibi genişleten bu nurani ışık helezonları beni alıyor bir nevi zaman yolculuğuna çıkarıyor gençlik günlerime götürüyordu. Çünkü bu ışık ve nur demeti karşımda duran kadından yayılıyordu, o kadın ise benim yıllar yıllar önceki ilk aşkım ilk göz ağrımdı.
Ben şaşkın ona bakıyor, o benden daha şaşırmış vaziyette bana bakıyordu. Sanki bu sahnenin bir benzeri seneler önce yaşanmış gibiydi. İkimiz de birbirini deliler gibi seven sevgililerdik ve kapı önünde durmuş birbirimize bakıyorduk. Daha doğrusu o bana bakıyor bense kendimde onun yüzüne bakacak cesareti bulamıyordum. Evet seneler önce… Sefilâne bir hayatta, içki, uyuşturucu ve kumar bataklığındaki ben, her seferinde onun merhametine sığınıyor, ondan özürler dileyerek kendimi affettiriyordum. Belki de hayatta ne yaparsam yapayım beni hep affedecek sandım. Kendimi bu değişmez sandığım kaziyeye inandırdım. Bu yüzden bazı kaçamaklarım da olmadı değil. En son barda tanıştığım bir kızla birlikteliğim oldu. Amacım biraz eğlenmekti. Hayatımda bazı şeylerin değişmesini istiyordum ama bu sefer fazla ileri gittiğimi ve baltayı taşa vurduğumu anladım. Elimde kırmızı güller ve çikolata paketi olduğu halde kapısına dayanmıştım. Yine de açmıştı kapıyı. İçimde beni affedeceği ümidini taşıyordum. Hiçbir şey söylemedi. Sadece anlamlı anlamlı baktı, gözleri dolmuş bir halde baktı baktı ve kapıyı yüzüme yavaşça kapayıverdi.
Elimde kırmızı güller oracıkta kalakalmıştım. Keşke yüzüme tükürseydi, bağırsa çağırsaydı gam yemezdim, ama o nemli bakışları, nahiv kırılmış hali yok mu? Bir yağ gibi eridiğimi hissettim. İçeriden hıçkırıklarını duyabiliyordum. Kapıyı yumruklamayı, köpekler gibi pişman olduğumu haykırmayı ve beni son kez affetmesini istemek geçti içimden ama yine o derin, manalı bakışlar... Yüreğime kurşun gibi işleyen o bakışlar her şeyi anlatıyordu. Bu sefer beni affetmeyecekti. Öyle de oldu. Artık yapacak bir şeyin olmadığını anladım ve bu olaydan sonra kasabayı terk ettim.
“anne babam mı geldi?”
Hemen arkasında 10 yaşlarında bir delikanlı belirdi. Delikanlı annesinin hizasına gelince başını onun vücuduna yaslayarak kapıdaki yabancı adamı melül bakışlarla süzmeye başladı. Ona dikkatle baktım. Aman Allahım, yüz yapısı, kaşları, saçları, gözleri, duruşu…
“anne bu amca kim?”
Çocuğun ikidir sorusu havada kalınca bir açıklama yapma lüzumu hissettim; “şey ben…”, ama annenin gözlerindeki ıslaklığı gördüğümde yüreğime bir ateş parçası düştü. Kimdim ben? Mazide kalmış, unutulmuş bir sevgili mi? acı bir olayı haber vermeye gelmiş bir felaket dellalı mı? yoksa varlığından bile habersiz olduğu bir çocuğa kavuşmak isteyen beş para etmez, hayırsız bir baba mı?
Evet, şimdi yıllar önceki olayı daha iyi anlıyordum. Aldatıldığını bildiği halde bana kapıyı açmasını ve hiçbir şey demeden yüzüme anlamlı anlamlı bakmasını ve kapının eşiğine çöküp hıçkırıklarla ağlamasını daha iyi anlıyordum. Tüm bunlar karnındaki bebeğin hatırı içindi.
“şey ben babanın arkadaşıyım, şeye… yetişemediği için sizden çok özür diledi ve, bunları size…”
“oğlumun doğum günü için”
Oğlumun doğum günü için… Oğlumuzun demesini ne kadar çok arzu ederdim oysa, hakkım olmadığı halde. Tamı tamına on doğum günü. Bir babanın, evladının on yıllık yaşamını görememesi, doğum anındaki çığlıklarını duyamaması, ilk adım atışını görememesi, korkulu rüyasından ağlayarak uyandığında başucunda olamaması ve neşeli günlerine şahitlik edememesi… bundan daha acı bir şey var mı hayatta? Hayatta telafisi imkansız çok büyük şeyler kaybettiğimi o anda anladım.
“evet, evet o da aynını söyledi, işleri biraz uzayınca bana bu hediyeleri bırakabilir misim dedi, doğum gününü kutluyor, gel al bakalım paketleri”
Tereddütle yanıma yaklaştı. Ona paketleri uzattım, hediye paketini alan çocuk büyük bir sevinçle odasına gitti.
Oysa ona sımsıkı sarılmayı, öpüp, koklamayı ve saçlarını okşamayı ne kadar çok isterdim.
Elimde kırmızı güller, kafamda dağınık cümleler, kalbimde karmaşık duygular…
Nereden, nasıl başlamalı? Acı haberi nasıl anlatmalı? Karşımda seneler önce kalbini kırdığım, yüzüstü bıraktığım ve hayatına bir kabus gibi girdiğim kadın dururken… Yoksa tüm bunlar bir şaka mı? Çiçekleri ona uzatarak;
“üzgünüm yıllar sonra karşına bu şekilde çıkmak, acı haber vermeyi istemezdim, bir trafik kazasıydı. Bana hediyeleri ulaştırmamı ve sizleri çok sevdiğini söylememi istedi.”
Konuşacak çok konu, soracak çok soru vardı ama, şimdi susma zamanıydı ve sustum, onu kapı eşiğinde tekrar ağlar vaziyette görmek yüreğimi bir kez daha yangın yerine çevirdi.
Şimdi iki acıyı birden yaşıyor olsa gerekti ama metanetliydi. Kendini çabuk toparladı. Gülleri dalgın dalgın okşayarak;
“nasıl oldu? Kaza yani” diye sordu. Ona kazayı kısaca anlattım.
Aklım yine yıllar öncesine gitti. Kapı eşiğinde hediyelerimi kabul ediyor, beni tekrar affediyor sonra ellerini karnı üzerinde gezdirerek çocuğumuzun hatırına diyor ben de boynuna sımsıkı sarılıyorum.
Bu hayali de çabucak dağıttım zihnimden.
Bana teşekkür ederek, kapıyı yine yıllar öncesinde olduğu gibi yavaşça kapayıverdi. Ya ne bekliyorum, beni içeri almasını, bir kahve ikram etmesini ve karşılıklı koltuklara oturup geçmiş günleri yad etmeyi mi?
Karanlık koridorda öylece kalakaldım, o ise kapının diğer tarafında belki de başını kapıya yaslamış ağlıyordu, hıçkırıklarını duyabiliyordum. Tıpkı seneler önce olduğu gibi. Bu sefer gitmeli miydim? Onu acılı bir halde bırakmalı mıydım? Bana bir şans daha veremez miydi? Kapıyı tekrar açsa; dur gitme sana çok ihtiyacım var dese ve ona sımsıkı sarılsam, gözyaşlarını silsem, acısına ortak olsam.
Ne saçmalıyordum böyle. Benim bu düşüncelerime çocuklar bile gülerdi. Yıllar önce bir karar vermiş onu acılar içinde terk etmiştim. Artık gönül işlerine paydos deyip kendime bir rota çizmiştim. On yıldır da kalbim yer altındaki bir mahzen gibiydi. Karanlık, küf kokulu ve soğuk… ama hiç şikayetçi değildim bundan, şimdi mahzenin deliklerinden azıcık gün ışığı girince bu tuhaf duygularda neyin nesiydi?
Kalp mahzenim hep kilitli kalmalıydı. Zamanla insan değişir derler ama bu benim için geçerli olmayacaktı. Daha fazla bir kadını üzmek, hayatını mahvetmek, ağlatmak istemem.
Arkamı döndüm ve basamakları yavaş yavaş indim. On yıl önce yine bu basamakları inerken kafamda nereye gideceğim hakkında yüzlerce fikir vardı, ama şimdi hiçbir fikrim yoktu. Bir mekanda yaşamak düşüncesi anlamını yitirmişti benim için, zaman kavramının ise zaten önemi yoktu gözümde. Diğer yandan yüreğimin bir yanı burada yani mekan ve zamanda kalmak istiyordu.
Dışarıya çıkınca ana oğul pencerede belirdiler. Onlara son kez baktım. Uzun uzun seyrettim onları bu mutlu fotoğrafı hafızama kaydederek. Mutluluğun onların yanında olmak, azabın ise onlardan ayrılmak olduğunu anladım. Pencereden el sallıyorlardı.
Ben de onlara gülümseyerek mukabelede bulundum, ama onların el sallamaları halen sürüyor ve çocuğun neşe içinde hoplayıp zıplamalarına şahit oluyordum. İşte o anda önümde panelvan tarzı bir araç park etti. Araçtan elinde kırmızı güller ve hediye paketleri olan bir adam indi ve pencereye el sallayarak apartmana girdi.
Sokakta yağmur altında bir sokak lambası kadar yalnız duruyorum. Bedenime isabet eden her bir yağmur damlası beni olayları tekrar tekrar düşünmeye sevk ediyor;
Tırmanma şeridindeyim, önümde blok mermer yüklü tırlar bir salyanoz yavaşlığı içinde ilerliyor ve korna seslerini hiç duymuyorlar ya da gözlerine bir sinek gibi küçük gelen aracımdan dolayı aldırış etmiyorlardı. Yaklaşık iki km uzunluğundaki yokuş bitince tırlar sinyal vermeden sağa geçtiler. Önüm boşalınca gaza basabildiğim kadar basıyor, bu sefer randevuya geç kalmak istemiyordum. Işıklarda frene basarak aracı durdurmak istedim ama geç kalmıştım ve domates yüklü kamyonun benden daha çok acelesi vardı. En son hatırladığım başıma gelen şiddetli bir darbe ve göğüs kafesime saptanan metal parçaları… Bilincim yavaş yavaş kaybolurken, gözlerimin önündeki parlaklık giderek artarken, akşamleyin pencerede eve gelişimi sabırsızlıkla bekleyen bir kadın ve çocuk hayal ettim.
Böyle bir sahne artık hiç olmayacaktı.
YORUMLAR
Vay anasını be! Öyküleri, hele de bir ustanın ki sadece ustalık da yetmez, geniş bir hayal gücüne eşlik eden, insanı o kulvardan bu kulvara fırlatan, tam bildim, buldum, anladım derken şaşkın bir divaneye çeviren mükemmel bir zekanın ürünü öyküleri okumak ne kadar da zevklidir di mi? İnsanın içini hüzünle doldururken gizli gizli de bir mutluluk bırakır okuyucunun damağında. Hele okuyucu da bir öykü yazma sevdalısıysa, öykünün içine bolca boca ettiği ilhamla gözleri buğulanır, içi içine sığmaz.
İşte ben de öyle çarpıldım...
M ü k e m m e l d i ...
aslında bir insanın yetmiş yıl, yüz yıl yaşaması çok ilginç gelir bana. ufak bir mikroptan ya da yaptığımız küçük bir hatadan hayatımızı kaybediyoruz. demek ki çok temkinliyiz. ama ne olursa olsun, ne kadar geciktirirsek geciktirelim ölümle randevumuz var. ölmeden önce ne kadar kişiyi mutlu edebilirsek o kadar huzurlu ölürüz. tebrikler