- 1061 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DİN BİLİM VE UYGARLIK IŞIĞINDA ATATÜRK’Ü ANLAMAK
Miladi 610 yılında Asya’nın güneybatısında yayılmaya başlayan İslam’ın; sosyokültürel yönden toplumlarda meydana getirdiği en büyük etkilerden birisi, muhatabı bulunduğu kitleleri sözden eyleme, konuşmaktan yapmaya, reaksiyondan aksiyona geçirmiş olması idi. Bundan böyle bazı Doğu bilimcilerin, Kur’an indikten sonra eski Arap şiir ve edebiyatının gerilediğine ilişkin tezleri doğrudur ve yerinde bir tespittir. Çünkü Kur’an; tek övünç ve üstünlük göstergesi şan, şeref ve soy üstünlüğü olan ve bu temalar üzerinde şiir ve neşideler düzmekten başka hiçbir özelliği bulunmayan kabileler topluluğunu akıl, eylem ve inanç örgüsüyle şekillenen apayrı bir mantaliteye çağırmış; bir bakıma onları, arkaik kalıpların pinekletici karanlığından; aklın, imanın ve hareketin kanatlandırıcı aydınlığına çıkarmıştır. Belki bunun sonucu; Hz. Peygamber, tesis ettiği site devletine başkent olarak seçtiği Yesrib’in ismini Medine-i Münevvere/ Aydınlık Kent şeklinde değiştirmiştir.
Önce doğduğu bölge olan Arap yarımadasını ışıtmaya başlayan İslam; Akat, Sümer, Nebati, Sasani ve Doğu Roma uygarlıklarının bakiyesini de içine alan güçlü bir devinimle hızla yayılıyor; güneyden kuzeye taşan fetihlerle Mezopotamya’dan Asya içlerine, oradan da Kuzey Afrika’ya, hatta Güneybatı Avrupa topraklarına kadar uzanan bir coğrafyada askerî, siyasi ve kültürel bir hareketlenmenin de temel eksenini oluşturuyordu. Özellikle miladi 7. asırda, İslam dünyasında gelişmeye başlayan ilmî inkişaf; 8 ve 9. yüzyıla gelindiğinde, kıtalar arası iletişim ve kültürel alışverişin büyük bir ivme kazanmasına sebep olmuştu. İlmî düşüncenin, İslam dünyasında olabildiğince serpilip boy attığı bu yüzyıllarda, eski Yunan düşünür ve filozoflarının birkaç faraziye ve deneyden öteye götüremedikleri bilim dallarını yeniden ele alıp geliştiren İslam bilginleri, aynı zamanda bilimsel düşünce mantığının da Avrupa’ya ilk taşıyıcıları olarak tarihe geçtiler. Hatta Abbasiler devrinde, hükümdar Me’mun tarafından sırf bilimsel kitapları tercüme etmek ve ilmî araştırmaları geliştirmek gayesi ile 830 yılında Bağdat’ta Beytülhikme/ Bilimevi (Bir nevi o devrin NASA veya THINKTANK’ı) adı verilen bir merkez kurulmuştu. Beytülhikmeyi bizzat görmüş ve kütüphanesinden yararlanmış olan İbn Nedim, bu konuda çok kıymetli bilgiler vermektedir. Onun tespit ettiği mütercimler listesine göre; Grekçe’den Süryanice’ye, oradan da Arapça’ya tercüme yapanların sayısı kırk yediyi buluyordu. Farsça’dan tercüme yapanların sayısı on altı, Sanskritçe’den tercüme yapanlar üç kişi idi. İbn Vahşiyye de çok sayıda bilimsel eseri, Nebati dilinden Arapça’ya çevirmişti. Bu ilmî gelişme ve kalkınmayı âdeta bir resmî doktrin olarak benimseyip destekleyen Me’mun, sadece Grekçe’den yaptırdığı tercümeler için 300 bin dinar para ödemişti. Bu dönemde özellikle astronomi, matematik, ışık, mekanik ve tıp bilimleri sahasında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Önce Tedmur taraflarına, ardından Vâsıt bölgesine birer rasathane kurulmuş; ünlü bir teknisyen olan Ebu Hasan’ın keşfettiği teleskopla gökyüzü gözlemleri yapılmış, güneş ve ay tutulmaları incelenmiş, gece ve gündüzün eşit olduğu günler tespit edilmiştir. Daha sonra kurulan Karahanlılar, Gazneliler ve Büyük Selçuklular gibi Müslüman Türk devletlerinde de, aynı ilmî gelişmeler artarak devam etmiş; dünya literatüründe yer alan ve yüzyıllarca bilim ve uygarlığa öncülük yapan İbn Sina, Farabi, Biruni ve el-Kindi gibi büyük bilginler yetişmiştir.
Oğuzlar’ın Karaçuk kolundan olup Farab şehrinde doğan Farabi (m. 870-950); matematik, fizik, kimya ve astronomi dallarında 160 kadar bilimsel kitap yazmıştır. Ancak onu asıl önemli kılan, Helen felsefesinin, akılcı ve mantığa dayalı yönüyle İslam düşüncesini kaynaştırdığı felsefe alanındaki çalışmaları olmuştur. Aristo’nun düşüncelerini en iyi açıklayan filozof olarak ünlenen ve “Muallimi sâni/ İkinci ordinaryüs” namıyla tanınan Farabi, eserlerinin çoğunun çevrildiği Batı ülkelerinde al-Farabius adıyla bilinmektedir. Ayrıca Farabi; İhyâu’l-Ulûm adlı eseriyle bilimleri ilk defa sınıflandırmış ve geometrideki Öklit bağıntısını açıklamıştır. Farabi’den etkilenen İbn Sina da birçoğu felsefe ve tıp alanlarında olmak üzere 220 civarında bilimsel kitap yazmış, el-Kanun fi’t Tıp adlı eseri Latinceye tercüme edilmiş, senelerce Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Ardından Harzemşahlar’ın sarayında yetişen, daha sonra Gazneli Mahmud’un korumasına giren Biruni de; matematik, geometri, astronomi, tıp ve coğrafya gibi alanlarda büyük çalışmalar yapmış, 110’dan fazla bilimsel eser bırakmıştır. Farabi, İbn Sina ve Biruni tarafından başlatılan bu aydınlık yolda, daha nice bilim insanları yürümüş; Şehristani, el-Harezmi, İbn Rüşt ve Fahreddin Razi gibi büyük filozof ve bilginler yetişmiştir. Bütün bunların yanında sanat, mimarlık, yazı, cilt, çini, minyatür, seramik, taş veya maden işçiliği alanlarında da büyük gelişmeler olmuş; cami, medrese, kervansaray, imaret ve dâruşşifa (hastane) gibi sanatsal, dinî, sıhhi ve sosyal yapılar inşa edilmiştir.
Emevi ve Abbasiler’in yanı sıra; Gazneliler, Karahanlılar ve Büyük Selçuklular gibi Müslüman Arap-Türk devletlerinin dağılıp yok olmasının ardından; doğu İslam toplumları, tarihin en önemli makas değişimlerinden birisine şahit oluyordu. İlmî düşüncedeki gerileyiş... Bunun pek çok sebepleri olabilir. Fakat en önemlilerinden birkaçını:
1) Akli ve felsefi bilimlerden kaçış
2) Moğol ve Haçlı akınlarının yıkıcı etkileri
3) Tasavvuf ve tarikatlarla ortaya çıkan edilgen düşünce problemi...
Şeklinde sıralarsak, kanaatimce yanlış yapmış olmayız. Özellikle 7, 8 ve 9. yüzyılda ilmî düşüncenin âdeta zirvesine tırmanan bu şark İslam devletleri, miladi 10. yüzyılın sonlarına doğru, Bağdat’tan Buhara ve Semerkant’a, Mezopotamya’dan Maveraunnehir’e kadar uzanan coğrafi hilalin göz kamaştıran parlaklığını da yavaş yavaş gerilerde bırakıyordu. Artık Harun Reşit, Me’mun, Gazneli Mahmut ve Melikşah dönemlerinin terakki ve bilim yurdu olan Semerkant, İsfehan, Merv ve Bağdat şehirleri, gün geçtikçe taht ve çıkar kavgalarının tozu dumana kattığı sisli birer kent hâline bürünmüş, İslam uygarlığının en nadide yıldızları olan bilginler doğmaz olmuş; İbn Sina, Farabi, Biruni, İbn Heysem, el-Kindi, Ebu Hayyan, Cabir bin Eflah, Sabit bin Kurra ve İbn Miskeveyh gibi bilim öncülerinin yerini küfre girmekle itham edilen, horlanıp pıstırılan ve bu sebeple çalışmalarını gizlice sürdürmek zorunda kalan İhvanu’s Safa (İlk İslam Ansiklopedistleri ve Hür Düşünenler Kulübü) benzeri ekoller almıştı.
Daha sonraları kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nde ise; üzülerek ifade etmek gerekir ki, bu bilimsel gelişme, en iyimser deyimle yerinde saymıştır. Bu dönemde Kayseri ve civarında parlayan Gevher Nesibe tıp külliyelerinin yanı sıra; Sivas Gök Medrese, Konya Karatay Medresesi, kervansaraylar ve Alaattin Keykubat’ın inşa ettirdiği Alanya Tersanesi dışında göz dolduran bilimsel bir gelişmeye pek rastlanmaz. Bunun, Haçlı seferleri başta olmak üzere; şehirleşmenin ağır oluşu, çeşitli mali ve siyasi sıkıntılar, taht kavgaları, tasavvuf ve tarikatların etkisiyle ortaya çıkan ve zaman zaman entelektüel çevreyi de etkisi altına alan edilgen düşünce krizi gibi; sosyal, kültürel ve ekonomik nedenleri vardır. Selçuklu Devleti’nde; tasavvuf ve tarikatların, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında kuşkusuz çok önemli bir misyonu vardı. Hatta bu ve daha sonraki dönemlerde, tasavvuf ve tarikatların; tekkeleri, zaviyeleri, fetih ve gazalara olan müspet katkıları ve özellikle Türk İslam edebiyatına kazandırdıkları edebî yapıtları açısından toplumsal ve aydınlatıcı bir gerçekliğinin olduğu açıktır. Ancak bu özel durumun, bir geçiş döneminin gereği olarak kabul edilmesi gerekirdi. Çünkü bu mistik kitleselleşmenin uzun süre devam etmesi; etmemesinden çok daha zararlı olmuştur. Her şeyden önce aklın özgür olması gerçeği ıskalanmış, kitleler edilgen düşünce çıkmazına saplanmış, kafa ve beyinleri istila eden tehlikeli bir işgalle karşı karşıya kalınmıştır. Böylece özgün ve hamleci İslam’ın; Farabi ve Ragıp el İsfehâni gibi büyük düşünürlerin insana ait en önemli vasıf olarak kabul ettikleri hür düşünce olgusu erozyona uğramış; mürit mürşitle, ilim âlimle, tilmiz üstatla sabitlenmiştir. Kaldı ki; Hz. Peygamber bile, sahabenin; "Bu kendi görüşünüz mü yoksa vahiy mi?" şeklinde soru sorabilmelerine, dahası itiraz etmelerine bile imkân tanımış; hatta birisi kalkıp "ben zina etmek istiyorum" diyebilme cesaretini kendinde bulabilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde ise; Fatih dönemi ile başlayan ve Ali Kuşçu ile bir süre devam eden bilimsel ışıltıyı; ardından Kadızadeler’den Ahmet Şemseddin’in Padişah’a sunduğu bir arizayla kısa sürede hızı kesilen İstanbul Rasathanesi denemesini, Mimar Sinan’ın şaheserlerini, İsmail Gelenbevi’nin logaritma alanındaki çalışmalarını, Kâtip Çelebi ile Kınalızade Ali gibi düşünürlerin kültürel ve ilmî önerilerini, Piri Reis’in haritalarını ve nihayet Tanzimatla başlayan uyanış dönemindeki gelişmeleri istisna tutarsak, bilimsel gelişme açısından büyük bir gerileme yaşadığımızı görürüz. Bahsi geçen istisnalar da, aslında; yazımızın başında anlatmış olduğumuz, o bilimin altın çağına ait dönemlerin bir kalıntısı idi. Mesela Ali Kuşçu gibi büyük bir matematikçi, özbeöz Osmanlı mektep ve medreselerinde yetişmiş bir bilim insanı değildi; Uluğ Bey ekolüyle yükselmiş; Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a gelmiş, Fatih tarafından keşfedilip Osmanlı ülkesine davet edilmişti. Oysa biz; 7, 8 ve 9. yüzyıldan devraldığımız ilmî gelişmenin ivmesini, Selçuklu devrinde daha yüksek zirvelere tırmandırmalı, hatta teoriden pratiğe geçirmeli, Osmanlı devrinde de Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmiş; bugünün "Audi"sinin yerine "Kanuni" markalı otomobiller üretmiş olmalıydık... Bugün Batı’nın; tıp, bilim, teknik, edebiyat ve barış dallarında vermiş olduğu Nobel Ödüllerini, Câize-i Şahane-i Osmaniye adıyla biz dağıtmalıydık bütün yeryüzünün dört bucağına... Sahralardan buzullara, âdeta köpürtmeliydik o yükselen medeniyetimizin gürül gürül akan nehirlerini... Bir Farabi, bir İbn Sina, bir İbn Rüşt bile yetiştirememiştik. Neredeyse on asra varan koca Selçuklu ve Osmanlı devirlerini, bilimsel açıdan nadasa bırakmıştık sanki...
Nerede hata yapmıştık? Niçin gelişmelere ayak uyduramamış; bilimsel yönden terakki edememiştik? Askerî, idari, mimari ve ekonomik alanda devrinin belki de Amerika’sı sayılan bu iki büyük İmparatorluğumuz; sekiz-dokuz asra yaklaşan Orta, Yeni ve Yakın çağlar boyunca, miladi 7. ve 10. yüzyıl arasında müthiş bir patlama kaydeden bilimsel gelişmeyi; acaba niçin yeryüzünün gözünü kamaştıran bir uygarlığa taşıyamamıştır? Hür düşünceyi dondurmuş, din ve dava kavramlarını ütopik kalıplara dönüştürmüştük çünkü. Âdeta din, her şeyin asal ekseni hâline gelmişti. Oysa din ayrı, siyaset ve bilim ayrıydı. Her şeyin başlangıcı ahiret olmuştu. Oysa biz, şu anda dünyada yaşıyorduk. Buranın kendine mahsus determinik kuralları vardı. Spinoza’nın deyişi ile Tanrı objektif idi. Çalışan kazanır, eken biçer; “atı alan Üsküdar’ı geçer”di. Hem dünyası çamur olanın, ahireti nasıl mamur olacaktı? Madde mananın ön sözü değil miydi? Bir cümleyi meydana getiren kelimeler bozuk olduğu zaman, mana da anlamını yitirmez miydi? Bütün bunlar gün gibi ortadayken; dini, pozitifliğin çıkışı yapacağımız yerde, negatifliğin girişi hâline getiriyorduk. Özellikle Duraklama Devri’nden sonra, Devleti Aliye’nin etrafını yapağı gibi saran Osmanlı entelektüelleri; büyük oranda dar boyutlu, ufuksuz, sığ görüşlü kimselerden oluşuyordu. Böylesi fikrî durağanlığın ve bilimsel tecessüsün zayıf olmasının bir göstergesidir ki, Batılı devletlerin bilim, teknik ve sanatta atak yapıp büyük bir kalkınma hamlesi başlattıkları 17. yüzyılı biz; şirk, küfür ve bidat tartışmaları; saltanat kavgaları, nüfuz avcılığı, savaşlar ve sudan sebeplerle çıkan iç çekişmelerle geçirdik.
İşte Mustafa Kemal Atatürk, bütün bu çelişkilerimizi "gerçekten" gören bir ufuktu. O; bizim yüzlerce yıldan beri, aynı kısır çekişmelerin içerisinde nasıl debelenip durduğumuzu, din ile devlet işlerinin ayrılmaması hâlinde ne gibi vahim sonuçlar doğacağının çok iyi farkındaydı. O, sadece din ile devlet işlerini değil; ordu ile siyaseti de birbirinden ayırmıştı. Çünkü bu iki kurumun birbirine karışması hâlinde nelerin olacağını, Cemal ve Enver Paşalar’ın, üniformalarıyla birlikte İttihat ve Terakki Partisi’nde görev almalarından çok iyi biliyordu. Atatürk’e göre İslam dini; en son ve en mükemmel dindir; son din olmasının nedeni de budur. O; "Din vardır ve lazımdır.", "Dinime; gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum." diyordu. Yanlış olan ise; bu ilahî kurumun, din adına beşeri müdahalelerle dar kalıplara hapsedilip boğulmasıydı. Bu sebeple saltanat ve hilafeti kaldırdı; yerine 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdu. Atatürk; Türk milletinin, Kur’an’ı ve İslam’ı iyi okuyup anlamasını ve cehaletten kurtulmasını çok istiyordu. Aydınlanma ve kalkınmanın gerçekleşebilmesi için, bu şarttı. Sırf bu amaçla; Kur’an’ı ilk kez Türkçe’ye çevirtip bastırdı ve ücretsiz olarak dağıttırdı (1927). Merhum Elmalılı Muhammet Hamdi Yazır’a; Hak Dini Kur’an Dili adıyla Kur’an’ın bilimsel çevirisini yaptırdı, ücretsiz olarak halka dağıttırdı (1936). Sağlam hadislerin; Sahihi Buhari adıyla Ahmet Naim ve Kamil Miras’a çevirisini yaptırdı, yine aynı şekilde halka ücretsiz dağıtılmasını sağladı (1932). Osmanlı devrinde baştan sona, anlamı hiç bilinmeden okunup dinlenen Arapça hutbeleri Türkçe’ye çevirtti (1932).
Atatürk; deha sahibi bir asker olduğu kadar, tarihimizin bin yıllık tashihini yapan büyük bir düşünür, ilke ve inkılapları gün geçtikçe haklılık kazanan ender bir fikir öncüsüdür. O; yüzlerce, hatta binlerce cilt kitabı şerh düşerek okuyacak kadar bilime düşkün, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" vecizesini söyleyecek kadar gerçekçi idi. Atatürk’e göre, iki şey asla işgal altında olmamalıydı; vatan toprağı ve insan beyni... Çünkü birincisini kaybeden "ulusal", ikincisini kaybeden de "bilimsel" bağımsızlığını yitirmiş olurdu. Böyle olunca, ülke ve onun çocukları; önce bireysel özgürlüğünü, ardından da kişiliğini ve üreticiliğini kaybetmiş olurlardı. Bundan böyle bir konuşmasında; "Bağımsızlık benim karakterimdir" demişti. Bir diğer konuşmasında da; "Cumhuriyet; aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür genç nesiller ister" özdeyişini söylemişti. Çünkü özgürlüğün öldüğü yerde bilim gelişmez. İslam ülkelerinin bugün dahi ilerleyip kalkınamamasının altında, hür düşünce olgusunun tam olarak gelişememişliği yatmaktadır.
Atatürk’ün; bizi çağdaş uygarlık düzeyine çağırması ve bu uğurda bir dizi inkılaplar gerçekleştirmiş olması, kuşkusuz O’nun; Batı’ya ve Batılılar’a duyduğu kuru bir hayranlıktan kaynaklanmıyordu. Bu; varlığın doğal bir akışı, tarihî misyonumuzun kaçınılmaz gereği idi. Çünkü uygarlık güneşi Batı’nın üzerindeydi. Bundan böyle İslam asrında kuşluğu, Emevi ve Abbasiler’de öğleyi, Selçuklu ve Osmanlı’da öğleden sonrayı, Gerileme devrinde ikindiyi, Tanzimat’ta akşam telaşını; Cumhuriyet’te de Batılılaşmayı yaşayan uygarlık güneşinin peşinden koşup aydınlanmamız gerekiyordu. Bizi geriye bırakan da, güneşin tam tepemizde, ortalığın günlük güneşlik olduğu zamanlarda mışıl mışıl uyumuş olmamızdı. Bu yönüyle, tarihin seyri ile kozmik akış arasında doğrudan bir ilişkinin olduğu söylenebilir. Bu doğal akışın, din adına dondurulmuş zihniyetlerle yüzyıllarca oyalanıp geciktirildiğini fark eden Mustafa Kemal Atatürk; tarihî algı ve anlayışımızın derin bir ray değişimi ile düzenlenmesi ve akılcı bir bakış açısıyla Batı’ya doğru yeniden evrilmesi gerektiğinin çok yakinen bilincinde idi. O; bütün içtenliği ile şöyle diyordu: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün mana ve şekliyle olgun bir topluluk hâline getirmektir; inkılaplarımızın esas gayesi budur.”
Din ile uygarlık arasında sıkı bir ilişki vardır. Her şeyden önce, ortak aklımız ve maşeri vicdanımızla ulaşmış olduğumuz refah ve kalkınmanın en küresel toplamı şeklinde ifade edebileceğimiz uygarlık kavramı; ilk güzele götürücü ilkelerini ve sarsılmaz saptamalarını, kuşkusuz dinlerin insanlığa armağan ettiği yüksek ilahî vasıtalardan almıştır. Bunun bir sonucu olarak, hemen hemen üç büyük dinin dikkat çektiği "büyük günahlar" düzinesinin birçoğu, bugün neredeyse bütün dünya milletlerinin veya devletlerinin hukuk anlayışında ortak bir norm olarak karşımıza çıkmaktadır. Mesela hırsızlık yapmak ve insan öldürmek gibi fiiller; üç büyük din olan Müslümanlıkta da, Hristiyanlıkta da, Musevilikte de günahların en büyüklerindendir. Aynı günahlar, bugün; hemen her dünya ülkesinin de hukuk kavramına göre, cezaya mucip büyük birer suç olarak kabul edilmiştir. İnsanlık tarihi açısından bakıldığında; hırsızlık ve yağmanın bir suç olarak tespiti, en azından bilimsel bir keşif olan "çeliğin icadı" veya "Ohm kanunu" kadar önemlidir. Çünkü bu suç "insan egosunun çekiciliği" nedeniyle, kişinin kolayına gelen beşerî hırslar ve eğilimlerle tamamen örtüşmektedir. Şayet böylesi bir suç, başlangıçta ilahî kaynaktan beslenen bir ikazla durdurulup geriletilmemiş olsaydı, insanlık tarihinin en ilkel sosyolojik adımları olan klan ve fratri dönemleri, kuşkusuz çok daha uzun yıllar devam edecek; dolayısıyla, uygarlığın gelişimi daha da gecikmiş olacaktı. Buradan, şöyle bir sonuca varabiliriz. İnsanın üst varlığı insanlıktır. Tıpkı her insanın, bir çocukluk döneminin olması gibi, insanlığın da bir çocukluk dönemi vardır. İnsanoğlu; nasıl sürünür, emekler, daha sonra da yürümeyi öğrenir ve koşarsa; insanlık da önce sürünmüş ve emeklemiş, ardından yürümeyi öğrenip koşmaya ve hatta uçmaya başlamıştır. Başka bir deyişle, dün ilahî buyruklarla yürümeyi öğrenen insanlık; bugün tekerleği ve otomobili icat etmiş, gökyüzüne uçaklar salmış; yasamayı, yargıyı ve yürütmeyi öğrenmiştir. Din, bütün insanlığın kozmik kimliğini tayin eden bir gerçekliktir. Başka bir deyişle o; “Biz kimiz, nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz?” sorularının, en üst perdeden tek cevap vericisidir. Bu soruların, dine göre cevaplarını kaldırdığınız zaman; bütün insanlığı, hatta bütün varlık âlemini en büyük anlamsızlık kriziyle karşı karşıya bırakmış olursunuz. Hak ve hukukun öldüğünü, ceza ve mükâfatın komikleştiğini, mananın yok olduğunu ve yeryüzünün birdenbire hiçleşip, bomboş bir çöle dönüştüğünü görürsünüz.
Bundan böyle Atatürk’ün; “Din vardır ve lazımdır”, “Dinime; gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum” şeklindeki sözlerinin içerdiği engin mana, dinin; aklımızın, doğamızın ve sosyolojik gerçeklerin olmazsa olmazı konumunda bulunmasına işaret etmektedir. Unutmayalım! İslam bize kula kulluğu, edilgenliği, geriliği ve dinde aşırılığı değil; aksine yalnız Allah’a teslim olmayı, etkenliği, bağımsızlığı, ilerlemeyi, hatta iki günü aynı geçirmemeyi, aşırılıktan kaçınmayı ve uygar olmayı öğütlemektedir. Hz. Peygamber’in, başkent olarak seçtiği Yesrib’in adını Medine şeklinde değiştirmiş olmasının nedeni de budur. Çünkü Medine, kent; medeni de Medineli, kentli, sivil, laik, kalkınmış ve uygar demektir. Korkmayın! Sadece sevin ve sevinin. Allah insanı; kendisine, beni niçin var ettin? Sualini sorduracak kadar özgür yaratmıştır. Zaten bütün problemler; insanlıkta değil insanlığımızda, dinde değil dinciliğimizde, İslam’da değil Müslümanlığımızda, imanda değil mü’minliğimizde düğümlenmektedir.
Mesut ÖZÜNLÜ
* Bu makale ilk defa bazı küçük değişikliklerle Diyanet Aylık Dergi 2003 yılı Kasım sayısında yayınlanmıştır.
Faydalanılan Kaynaklar
1) Dr. Nuri Ünlü, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi, İFAV Yay. s. 145.
2) Prof. Dr. Doğu Ergil, Atatürkçü Düşüncenin Temeli Laiklik, DTYK, s. 245.
3) TDV İslam Ansiklopedisi, c. 6, “Beytülhikme” maddesi.
4) Mesut Özünlü, Mısır Rüyası, Giriş, s. 17, 18, 20’den seçme paragraflar.
5) Dr. Adnan Adıvar, İstanbul Rasathanesi ve Takiyüddin, c. 2, s. 99, 110.
6) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yay., c. 3, s. 70.
7) Mehmet Özel, Atatürk, Milliyet Yayınları, s. 260.
8) Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Anıtkabir Derneği Yayınları, 2002, c. 1, s. 7.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.