Electrical Storm
Yüzüme vuran tatlı güneş hem yüzümü gıdıklıyor, hem de uykumu kaçırıyordu. Homurdanmalarla yarım saat kadar bir sağa bir sola dönerek, artık dağılan uykuyu nafile çabalarla geri getirmeye uğraşıyordum. Kafamı kaldırıp tek gözle ve ayılamamış bakışlarla etrafı süzdüm. Bir süre sonra kendime geldim. Baltimore’daydım. Baltimore deyince okyanus ötesi geliyor akla, ama bu okyanus berisindeki Baltimore, yani İrlanda.
Gece gelmiştim. Bir kaç aktarmalı uçuşun ardından uzunca bir süre de araçla seyahat ettikten sonra iyice pestilim çıkmıştı. Geldiğim gibi uyumuştum. Sabah geç ayılmamın sebebi de buydu. Yüzüme şapşal bir gülümseme yayıldı ve tembel bir kedi gibi uzun uzun gerindim. Uzun yaz tatilim başlamıştı.
Kim derdi ki, gün gelecek bütün bir yazımı İrlanda’nın bir ucunda geçirecektim. Bunun nasıl gerçekleştiğine gelince; beş sene kadar önce Erasmus vasıtasıyla gittiğim Ljubljana’da çok samimi arkadaş olduğumuz Fergus sayesinde. Kendisi İrlandalıydı. Osmanlı tarihine olan merakımız bizi kaynaştırmıştı ve sıkı birer dost olduk. Geçen sene Türkiye’ye beni ziyarete geldiğinde yapmıştı teklifini.
-Önümüzdeki yaz evleri değişmeliyiz.
-Ha-hah tabii.
-Hayır, ciddiyim. İki kez Amerika’daki arkadaşlarımla yaptım bunu. Amerikalılar ucuz ve rahat bir tatil, ayrıca güzel keşifler için kullanıyorlar bu yöntemi. İkimiz de bekarız kaybedeceğimiz bir şey yok.
Böylelikle önceki gün onu bizim Foça’daki yazlığa yerleştirdikten sonra ben de onun Baltimore’daki evine doğru yola çıkmıştım. Fergus rahat adamdı. Bana arabası dahil herşeyin anahtarını verdi. Ben de klasik Türk mantığı, kaç yıllık dostuma güvenmekte tereddüt ediyordum. Fakat onun rahatlığını gördükten sonra ben de motorsikletim dahil tüm anahtarları verdim.
Yataktan kalkıp evin taştan örme duvarlı, küçük yeşil bahçesine çıktım. Manzara karşısında nefesim kesildi. Ev merkezdeki küçük körfezden Tepe yoluna çıkarken, Tepe ve Fener yollarının kesiştiği bir yerdeydi. Hem körfezi, hem limanı, hem de batıda kalan adaları rahatlıkla görebiliyordum. Gökyüzünün yarısı kapkara yağmur bulutlarıyla kaplıyken, diğer yarısı masmavi ve pırıl pırıldı. Çevredeki yeşilin pastel tonları hiç yeteneğim olmamasına rağmen önümde bir şövale, elimde de bir palet ihtiyacı hissettirdi.
Temiz hava hiç geç kalmadan midemdeki zilleri çaldırdı. Günün en sevdiğim öğününü hazırlamak için mutfağa giderken aklıma yiyecek bulup bulamayacağım geldi. Ayrıca Fergus bir yabancıydı. Mutfağında domuz ürünleriyle karşılaşacağım kesindi. Ama mutfağa gittiğimde dostumun ne kadar ince düşünceli olduğunu bir kez daha görmüş oldum. Bana küçük notlar bırakmıştı. "Yumurtalar burada", "Domuz ürünü", "Koyun eti", "Helal", "Tabak ve bardaklar", "Sütçü her sabah 10:00’da gelir" ve benzeri notları etrafa serpiştirmişti. Benim hiç aklıma gelmemişti. Bu yüzden mahçup yüzümü etrafta birileri varmışçasına aşağı eğdim. İçten bir teşekkür ederek, mükellef bir kahvaltı hazırlamaya koyuldum.
Günün en önemli öğünü tamamlandığına göre artık çevreyi keşfetme vakti gelmişti. Garaj kapısını kaldırdığımda karşıma çıkan klasik Fiat 500 başta hayal kırıklığı yarattıysa da, daha sonra şirinliği beni cezbetti. Bej renginde, iç döşemeleri kırmızı deriydi. Her parçası özenle toplanmış gibiydi. Hemen şoför koltuğuna kurularak marşa bastım ve Koy’u keşfe başladım.
Önce Tepe’nin arkasındaki Fener’e gittim. Lot’un karısı diyorlardı bu emektar fenere. Fener dediysem tek parça taştan yapılma iki yüzyıllık bir şey. Ama manzarası enfes. Arından merkeze seyrettim. Balıkçı mahallesine vardıktan sonra arabayı parkederek çevreyi dolaştım. Limanda takılıp feribotların nereye gidip geldiğini öğrendim ve bol bol fotoğraf çektim. Yakın adalara gidiyorlardı. İnsanlar nasıl yerlerde yaşıyor böyle diye düşündüm. Daha sonra gördüğüm bir pub ilgimi çekti. İsmi Cezayir Hanı’ydı. Ne alaka dedim kendi kendime, fazla düşünmeden daldım içeri. Kırmızı burunlu, kızıl sakallı, belki bir üç yıl önce gelse kesin korsan olacak barmen "istermisin" gibisinden rom şişesini gösterdi. "Hayır" dedim, "kahve alabilirmiyim?". Tabi kahveye Bailey’s kattıklarını unuttum ve tekrar alkolsüz bir kahve istedim. Adam gülerek "hay yedi cehennem, sen buna kahve mi diyorsun" dedi. Ona bir gün Türk kahvesi tattıracağıma söz vererek, pub’ın ismini sordum.
-"Zamanında sizinkiler gelip yağmalamış burayı, Cezayirliler. Tabi şehri de bir şekilde etkilemişler, mesela bu pub." dedi barmen.
-"Bana bu yüzden kin beslemiyorsun değil mi" dedim gülerek, "ayrıca sizin korsanların yaptıklarını saydırma bana"
-"Korsan korsandır" dedi ve kulağıma eğilerek bir sırrı paylaşır gibi fısıldadı "ayrıca sabah 10’dan önce rom içmen seni bir alkolik değil korsan yapar haberin olsun" dedi şişeyi sallayarak ve kahkahalara boğuldu.
Sevmiştim bu adamı. İsmi Seamus’tı. Şimdiden dost edinmiş ve takılacak bir yer bulmuştum. Sonraki günlerde kahvaltıdan sonra kahvemi burada içerek ve Seamus’ın kablosuz bağlantısından yararlanarak sosyal ağlarda dolanıyordum.
Bir sabah kahvemi de alarak Fener’e gittim. Planım öğleden sonraya kadar orada takılmak ve fotoğraf çekmekti. Ayrıca buraya geldiğimden beri yazarlığa da soyunmuştum. Çünkü gördüğüm her manzara ilham vericiydi. Yalnız Fener’in yanına vardığımda kızın birinin yerimi kapmış olduğunu gördüm. Artık benim yerimdi orası, çünkü bu saatte kimsecikler olmuyordu burada. Kız oturmuş karakalemle birşeyler çiziyordu ve uzunca bir süre orada oturacak gibiydi. Biraz canım sıkıldı. Ortalıkta volta atmaya başladım. Kız kafasını çevirmeden gözlerini bana dikerek ters ters baktı ve tekrar çizime döndü. Sonunda seslendim;
-"Heyy..merhabaa ben.."
-"Şşşşş.."
-"???..ee adım.."
-"Biliyorum, sus!"
-"Biliyor musun?"
-"Çeneni kapayacak mısın, yoksa ben mi kapatayım?"
Kızın bu tehdidiyle hepten şaşırmıştım. Ben afallamış şekilde bakınırken, o kıkırdamaya başladı.
-Neye gülüyorsun?
-Suratındaki o salak ifadeye, hahahhah.. bir kızdan korktuğuna inanamıyorum.
-Korkmadımm..sadece..
-Evet evet kesin öyledir..
-Hey dalga geçmeyi bırak!
-Peki peki.
Bunu söylerken hala gülüyordu. Kızmış gibi görünmeye çalıştım ama beceremedim, çünkü o güldükçe benim de gülesim geliyordu. Yanına yaklaşıp ne çizdiğini kontrol ettim.
-Ne çiziyorsun?
-Resim.
-Aa çok ilginç, hiç aklıma gelmedi.
-Şş, konsantrasyonumu bozma, bitmek üzere şu an İspanyol Adasını çiziyorum.
-Neden oraya İspanyol Adası demişler?
-Kimin umurunda?
-Benim. Böyle şeyleri merak eder araştırırım, sen ilgisizsin galiba?
-Çok mu belli oldu?
-Sen böyle her soruya soruyla mı karşılık verirsin? Bir dakika balina mı o çizdiğin?
-Evet bir kaşalot.
-Ama ben aşağıda bir balina göremiyorum.
-Bir gün görürsün.
Bunu dedikten sonra çizimini bitirdi. Eşyalarını çantasına topladı. Ayağa kalkıp son bir kez manzarayı izledi. Sonra arkasını dönüp giderken sessizce fısıldayarak güldü "Korkak".
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra Seamus’un yerine gitmek için evden çıkarken, Fener’in yanında bir kalabalık gördüm. Meraklanıp ben de neler olduğunu öğrenmek için kalabalığın yanında gittim. Falezin ucuna vardığımda aşağıda kayalıkların arasındaki küçük kum sahilde bir balinanın yattığını ve görevlilerin balinayı kurtarmaya çalıştığını gördüm. Deniz yükselinceye kadar üzerine su dökerek hayvanı ıslak tutmaya çalışıyorlardı. Hayvansa çoktan denizdeki hayatından vazgeçmiş gibiydi. Hiç bir çırpınması ya da bir gayreti yoktu. Dün burada gördüğüm kız geldi birden aklıma. O da bir balina çizmişti. Tesadüfe bak dedim kendi kendime.
Seamus’un yerine gidip her gün alışkanlık haline getirdiğim irlanda kremalı, alkolsüz kahvemi içerek dizüstü bilgisayarımdan gazetelere göz gezdirmeye başladım. Seamus balinadan bahsediyordu.
-Dostum bu sabah Fener’e gittin mi?
-Balinayı mı diyorsun?
-Ah evet, o devasa mahluktan bahsediyorum. Ne harika bir şey değil mi? Ama gel gör ki böyle intihar ediyorlar ve sebebini hala bilen yok.
-Deniz yükselene kadar ıslak tutmaya çalışıyorlardı, gelgit oluştuğunda bence kurtulur.
-Ah genç dostum, o koca hergeleler bir kere karaya çıktı mı artık onu geri döndüremezsin. Sanırım ilk kez karşılaşıyorsun. Aslında buralarda olmamıştı hiç böyle bir şey. O yüzden meraklılar gidip toplandı orada. Ben çok gördüm. Cork’ta, Drogheda’da, Galway’de..Hatta Belfast’tayken bile.
-Belfast mı?
-Evet ahbap, yoksa ömrüm boyunca bu küçük kasabada takıldığımı mı düşünüyordun. Londra, Boston, Stockholm ve daha bir çok yer. Kurtuluş ordusundaydım. Şükür ki hiç cinayet işlemek zorunda kalmadım. Şimdi de buradayım işte. Kafamı dinliyorum. Hey sen beni dinliyor musun?
Ben o esnada muhabbetten kopmuştum. Çünkü pub’ın önünden dün gördüğüm kız bisikletiyle geçiyordu. Seamus’ın uyarısıyla kendime geldim.
-Bu kızı tanıyor musun?
-Ben sana burada İhtiyar Seamus’ın maceralarını anlatıyorum, sen bana kız diyorsun.
-Ov kusura bakma, sana söz veriyorum geniş bir zamanda seni dinleyeceğim, hatta yazıya bile dökebilirim ama şu kızı tanıyor musun?
-Pekala, evet tanıyorum.
-Adı ne?
-Bilmem.
-Tanıyorum dedin az önce!
-Evet tanıyorum ama ismini hiç söylemedi. İki sene önce gelmiş, karşı kıyıda oturuyor. Arada buralarda görürüm. Çevrenin resimlerini çizer. Bir keresinde benimkini de çizmesini istedim ama kibarca reddetti. İsmini sorduğumda da söylemedi. Garip biri. Hey daha kahveni bitirmedin nereye gidiyorsun?
O arkamdan bağırırken ben çoktan Seamus’ın bisikletine atlamıştım. Kız kale yolundan gitmişti, ama şu an ortalıkta görünmüyordu. Bir müddet aradıktan sonra Kale’nin sonundaki eski mezarlıkta bulunan kilise yıkıntısının tepesinde oturduğunu gördüm. Yine sırtını yaslamış bir şeyler çiziyordu. Sanki onu görmemiş de yolum oraya düşmüş gibi davranmaya çalıştım. Ancak başarılı olamamışım ki yukarıdan seslendi:
-Hey korkak!
-Ne işin var senin orada? Ayrıca bana korkak deme bir daha!
-Beni mi takip ediyorsun?
-Seni mi? Hah, neden takip edecekmişim seni?
-...
-Ne sırıtıyorsun?
-Benden hoşlanıyorsun.
-Nee, saçmalık. Ben sadece ..
-Hı hı evet.
-Kahretsin beni sinirlendirmeyi bırak. Sen..sen..
-Ben ne? Cadı ?
-Evet sen tam bir cadısın!
-Hahhaa, sen konuşma özürlümüsün? Bir de öykü yazıyorum diye dolaşıyorsun ortalıkta.
-Sen ne anlarsın cadıı! Bir dakika, ben seni tanımıyorum. Öykü yazdığımı nereden biliyorsun?
-Bir elinde bilgisayar, bir elinde kahve, suratındaki o sersem melankolik bakış, bütün gün sağda solda gezip, fotoğraf çekip, yazı yazıyorsun. Ya bir MI6 ajanısın, ya da aptal bir yazar, hah hah haaa.
-Senin de farklı olduğun söylenemez. Bütün gün dolaşıp yazmak yerine çiziyorsun.
-Aptal olan sensin. Konu kapanmıştır.
Bunu söyledikten sonra büyük bir çeviklikle iki üç metre yüksekliğindeki yıkıntıdan aşağı inerek yanıma geldi ve elindeki resmi bana gösterdi.
-Nasıl güzel mi? Eminim sana aptalca gelmiştir.
-Evet şey yani hayır. Aptalca değil. Bu harika, bu kadar boyutlandırmayı nasıl yapıyorsun? Renkli olsa gerçeğinden farkı olmayacak neredeyse. Şu karşı yola çizdiğin dumanlar ne?
-Bilmem, anlarız.
-Anlar mıyız?
-Neyse hoşçakal.
-Bekle ismin ne?
-Unuttun mu? Cadı..
-Tamam özür dilerim, lütfen, ismin ne?
-Kendine iyi bak.
-Korkak demedin bu sefer?
-Artık korkak değilsin..aptalsın..
Kahkaha atarak bisikletine bindi ve uzaklaştı. Yanımdan geçerken saçlarının kokusu geldi burnuma. Haklıydı. Ondan hoşlanıyordum.
...
Böylece artık fotoğraf ve yazma işini bırakmış, sadece çevrede onu arar olmuştum. Seamus’a bile çok nadiren gidiyordum. Bazen limanda, bazen kalede, bazen deniz kenarında, bazen gölde nerede olacağı hiç belli olmuyordu. Artık benim için takıntı haline gelmişti. Şimdiye kadar hiç bir kız tarafından reddedilmemiştim ve hiç birinin peşinden bu kadar koşmamıştım. Böylelikle aşk nedir hiç bilmedim. Ama bu sefer farklıydı işte. "Sen zor kadın görmemişsin" derdi babam, "zor kadına aşık olmak uçaktan paraşütsüz atlamak gibidir, hele bir de başaramazsan yerden sekip bir daha düşersin". Sanırım şu an o düşüşü yaşıyordum. Çünkü sadece onu düşünüyordum. Çoğu kez arayıp bulamadığımda, histerik düşüncelere kapılıyordum. O ise her karşılaşmamızda bir kaç diyalog haricinde genelde çizimleriyle uğraşıyordu. Ama her ayrılışımızda bir gülümseme, bir bakış, bir hareket beni daha da bağlamaya yetiyordu. Aşık değilim diyordum kendi kendime, benim ki sadece hoşlantı ve merak. Tabii ki bu kendimi avutmak için uydurduğum basit bir bahaneydi.
Kilisenin üzerinde çizdiği resimden bir hafta sonra karşı ki yolda bir kaza meydana geldi ve çıkan yangında oradaki tüm ağaçlar kül oldu. Daha sonra da çizdiği tüm resimlerde hep bir farklılık vardı. Her çizdiği resme orada olmayan bir ayrıntı ekliyordu. Ne olduğunu sorduğumda bilmediğini söylüyor, bir süre sonra da o ayrıntı gerçeğe dönüşüyordu. Artık ona olan hayranlığımın yanında mistik bir havası da vardı. Her ne kadar mantıklı gelmese de çizdiği resimler gerçeğe dönüşüyordu. Bu beni hem korkutuyor, hem de cezbediyordu. Adeta gözleri kör bir mürit gibiydim. Ne olursa olsun ona olan sevgimi söylemeliydim.
Bir gün evine kadar takip ettim ve evini öğrendikten sonra ertesi gün o yokken gizlice evine girdim. Orada ne aradığımı bilmiyordum. Sadece yaptığım hiç bir şeyi mantıkla yapmadığımı biliyordum. Evin her yeri çizimlerle ve fotoğraflarla doluydu. Aslına bakılırsa onu hiç fotoğraf çekerken görmemiştim. Bu kadar fotoğrafı ne zaman çekmişti? Eski olmalılar diye düşündüm. Sonra duvarda o resmi gördüm. Bir kadın ve bir erkeğin öpüştüğü bir resim. Biraz daha yaklaştım. Resimde ben ve o vardık. İçimi tarifsiz bir mutluluk ve heyecan kapladı. Demek ki bunun da olacağını görmüştü. Demek ki artık birlikte olabilecektik. Deli gibi gülüyordum. Bu duruma inanamıyordum. İçeriden gelen müzik sesiyle irkildim. U2 çalıyordu, Electrical Storm.. en sevdiğim şarkısı..
Sonra o girdi içeriye. Beni görünce irkildi. Bir kaç dakika suratıma şaşkın şaşkın baktıktan sonra gülümsedi:
-Resmi görmüşsün.
-E..e..evet.
-Buraya kadar girdiğine göre o kadar da korkak değilmişsin.
-Hayır sana korkak olmadığımı söylemiştim.
Yavaş yavaş müzikle salınarak yanıma yaklaştı, gözlerimin içine baktı. Allah’ım kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Suratımı ellerinin arasına aldı ve "demek ki bu ânı çizmişim" dedi, dudakları dudaklarıma kavuştu. Saniyeler, saatler gibi geldi. Dünya etrafımda dönüyordu sanki. Hiç bitmemeliydi bu an, bitmemeli..Gözlerimi açtığımda yine gülümsüyordu ama bu sefer farklı bir şeyler vardı. Sol eli arkasındaydı.
-Ne saklıyorsun benden, dedim gülerek.
-Sürpriiiiiiz, diyerek arkasında sakladığı taser’ı kalbime bastırdı. Ben yerde debelenirken içeri giren bir kaç adam gördüm. Beni yerden kaldırdılar ve belirsiz bir süre ordan oraya sürüklendim.
...
Bilincim yerine geldiğinde rutubet kokulu bir bodrum katındaydım. Çıplak ayaklarım soğuk betonda uyuşmuş gibiydi. Bedenim hantal bir kütle gibi sandalyenin üzerine yığılmış, her tarafı plastik bantlarla sarılmıştı. BU bantlar sayesinde dik durabiliyordum. Yoksa kafamı kaldırmaya mecalim yoktu. Gözlerim loş ışığa alıştığında diğer köşede benim gibi bağlanmış başka bir adam oturuyordu. Kurumuş boğazımı zorlukla çıkardığım tükürüğümle ıslattıktan sonra hırıltılı bir sesle seslendim:
-Hey..heyyy..kim var orada..heyy..
-Ah genç dostum..İhtiyar Seamus’ı tanımadın mı? Tabi nerden tanıyacaksın.
Seamus’tı bu. Her tarafı kan içinde ayak parmakları kırılmış, pantolonu dizlerinden yırtılmış ve buralardan da kan geliyordu. Yüzü dağılmış haldeydi. Güçlükle konuşuyor ama buna rağmen hala gülüyordu.
-Seamus, neler oluyor? Kim yaptı bunu sana? Hey, Seamus?
-Üzgünüm dostum, seni de bu işe bulaştırdığım için üzgünüm.
-Hangi işe? Allah aşkına neler oluyor Seamus?
-Seni ben ele verdim.
-Ele mi verdin? Hangi konuda? Lanet olsun parça parça konuşma da anlat.
-Bombalı saldırı konusunda..
-Bomba mı? Bu bir kamera şakası değil mi, lanet olası bir şaka, değil mi ha değil mi?
-Maalesef dostum. Sen de artık Kurtuluş Ordusundasın ve aktif birimdensin. Önümüzdeki hafta İngiltere Başbakanının Belfast’ı ziyaretinde bir bombalı saldırının aktörüsün.
-Neler saçmalıyorsun sen, ihtiyar bunak?
-Şşş..sakin ol..geliyorlar.
İçeriye üç erkek girdi. Arkalarından da o geldi. Aşık olduğum kadın. Bu karanlıkta bile harika görünüyordu. Bir sandalye çekerek karşıma oturdu. Bir sigara yaktı. Derince içine çekti ve havada halkalar yaparak üfledi.
-Sana da ikram ederdim ama kullanmadığını biliyorum.
-Çok incesin teşekkürler.
-Rica ederim. Seamus’a aldırma sen, keçi gibi inatçıydı ve inadı onu bu hale getirdi.
-Bakın Seamus’la sadece iki aydır tanışıyoruz, ben buraya tatil yapm..
-Sus! Seamus zaten herşeyi anlattı. Senin yapman gereken itiraf etmek.
-Neyi itiraf etmeliyim.
-Off beni hayal kırıklığına uğratıyorsun aptal aşığım. Hiç mi hatırım yok?
-...
-Pekala, benim hatrım yoksa, belki Edward’ın hatrı vardır. Ed!! rica et bakalım.
-Hayır hayır dur ne yapıyorsunuz? Neyi itiraf etmeliyim? aaaarrrrrggghhhhh....
Zayıf, tıpkı bir hasta gibi soluk benizli ve sarışın olan Ed, rutin bir iş yaparmışçasına diz kapaklarıma elektrik verdi ve buna saatlerce devam etti. Bilmediğim bir konuda beni itiraf ettirmek için günlerce işkence ettiler. İlginç bir şekilde bunca işkenceye ve çektiklerime rağmen ona olan aşkım azalmak şöyle dursun, kat be kat arttı. Tıpkı kadınlardaki Stockholm sendromuna benzer bir durum yaşıyordum. Kendimi engelleyemiyordum. Tam anlamıyla kafayı yemiştim.
Sonunda itiraf ettim. Bombalı saldırıyı ayrıntılı bir şekilde anlattım. Seamus’ın bana istihbarat ve araç gereç sağladığını ve sorumluluğun sandıklarından daha büyük olduğunu. Benim sadece bir piyon olduğumu ve beni kolayca gözden çıkardıklarını. Örgütten kimseyi tanımadığımı ve bunun görev için gerekli olduğunu. Emirleri Seamus’tan aldığımı. Sonra O’na aşık olduktan sonra bu işten vazgeçtiğimi, bu yüzden Seamus’la aramızın bozulduğunu, beni öldürtmek istediğini, bu yüzden buradan kaçma planları yapıp, Londra’ya itirafçı olarak sığınmak istediğimi... ve onlarca zırva...
...
Şimdi Thames nehrinin kenarında çayımı yudumlarken tüm bunlar birer hayal gibi geliyor. Film kareleri gibi. Şans eseri çıktığım bu yol beni ummadığım yerlere getirdi. Ummadığım bir hayat ve ummadığım bir aşk. Hiç tanımadığım bir örgüte, hiç duymadığım bir terör saldırısına ihanet ettim. Seamus’ı öldürdüm, tam oracıkta, o rutubet kokulu bodrumda alnında vurdum. Hem de gözlerimin içine bakarken. Yine her zaman ki gibi gülümsüyordu. Belki de beni sürüklediği bu kaderin onu da ölüme götüreceğini bildiği içindi. Ardından bana gösterilen bir kaç İrlandalı daha ellerimde can verdi. Şaka gerçek olmuştu. Artık Mı6’e çalışıyordum. Geçmişim silindi. Yepyeni bir kimlik ve yepyeni bir hayat.
Ve O. O tüm bunları onun için göze aldığım kadın. Tek sözüyle Londra’yı havaya uçurabileceğim kadın. Tıpkı hayalimdeki gibi karşımdaydı, U2 çalıyordu yine.. Electrical Storm ve yine bana tatlı tatlı gülümsüyordu:
-Bir bardak daha alır mısın hayatım?
YORUMLAR
grafspee
ben de ne oluyo biliyormusun, harika hislerle, duygularla başladığım bir öykü için o kadar özeniyorum ki bir an önce sonuca ulaşmaya çalışıyor ellerim. hal böyle olunca bazı yerler aceleyle geçilmiş hissi veriyor yahut tadı yarıda kalıyor :) ama biraz daha kendime hakim olmaya çalışıyorum, akıllı, uslu, usturuplu yazmaya çalışıyorum. inşallah yavaş yavaş oturacak diye düşünüyorum.
bir de dediğin gibi bazen parmaklar zihindekine yetişemiyor. beyin fırtınaları yaşayıp çaresiz kalıyorsun :))
teşekkür ederim, senin yorumunu bekliyordum.
Sevgili Nuray'a katılıyorum: Harika bir kurgu, dost kalem.Ve tümleyen sayısız yan etken hikayenin bütünlüğünü bozmadan. Betimlemeler inanılmaz ve aşk...Ve sürükleyici bir anlatım. Gece ziyaret etmiştim sayfanızı şimdi aydınlık kafayla okudum her daim karışık olsa da zihnim!
Yürekten kutlarım tüm içtenliğimle.
Hayal gücünüz ayrıca engin.
Saygı ve selamlarımla...
camlisoy tarafından 10/1/2014 3:21:34 PM zamanında düzenlenmiştir.
grafspee
Bir filmden ne beklersen yazıda hepsi vardı:) Hikayeyle çıktığımız yolculuğu film gibi anlatmışsın pekala güzel bir film olabilir bu senaryodan,neden olmasın.Parçaları tek tek incelediğimizde sıradışı olmayan,ancak yazarın hayal gücünün kelimelerle buluşup bizi sürüklediği yolculuk son derece sıradışı ve heyecanlıydı.Bir hikayenin içinde aşk,macera,komedi,gizem,tarih nasıl kıvamında işleniri doğal bir beceriyle işleyebilen iyi bir yazarsın Fatih.Yazarsın kelimesine vurgu yapmak istiyorum her yeni yazıyla kalemini geliştiriyorsun.Tebrik ediyorum bu güzel hikayen içinde.Her daim başarı dileklerimle.
grafspee
Sanki,
ardı ardına bir kaç hikaye okumuş gibi oldum bitirince bu uzun çalışmayı.
Soluksuz okumuşum, bir derin nefes aldım son noktada.
İlkin,
inanılmaz güzel tasvirlerle hayat verilmiş, müthiş bir coğrafyanın güzellikleri içinde buldum kendimi.
Kültürümüze, iklimimize, rüzgarımıza yabancı bir yörenin, merak uyandıran manzaralarını seyrettim kahramanımız ile.
Sonra,
tatlı bir aşk denizinin, yitik, saklı sahillerinde bulduk bir anda kendimizi.
Ön planda güzel bir kız, ardında ise masum bir sevda şarkısı.
(Bu arada, yukarıdaki kara kalem çalışma da çok güzeldi. Böyle bir resme hayat vermeyi, ancak gerçek ressamlar becerebilir diye düşünmekteyim.)
Ve,
hikayenin son bölümü,
duygu ırmaklarının aheste akışının kucağından kopardı bizi,
inanılmaz heyecanlı bir aksiyonun içine yuvarlayıverdi.
Bu kısım,
biraz hızlı geçilmişti sanki ama,
yine de ilginç bir kostüme bürünmesini sağladı hikayenin.
Sonuç?
Hoş bir gezi...
Masum bir aşk...
Hızlı bir casusun, macera dolu yaşantısı...
Hikaye, yavaş başladı, hızlı bitti.
Her yönü ile güzeldi.
Yazarın mükemmel sunuşu,
bir solukta okunmasını sağlıyor bu uzun hikayenin.
Biz,
galiba ilk bölümünü, çevre ağırlıklı cümlelerini daha çok sevdik.
Doğaya olan müthiş sevgimizden olsa gerek.
Ha!...
Şu resimlerin çiziminden sonra oluşan enteresan olaylar,
esrarengiz bir hava vermiş hikayeye.
Çok güzel düşünülmüş.
grafspee
beklenmedik bir son yapayım derken kendim de ters köşe oldum biraz :)) yine de irlanda'nın güzel havası hatrına beğenmenize memnun oldum, teşekkür ederim :)
not: çizim bu hikayeyi yazdığım bir arkadaşıma ait. gidişatı belirlemede etkili oldu.
Erasmus'un Piçleri
Bekar gittiği ülkede,hiç bir kültüre bağlı olmayan,ara kültür Üst ve alt kültürü tanımayan evrensel insan Erasmus'un Piçlerinden....
Pub'un sarhoşluğunu hayallerine,hayalindekileri de sarhoş eden yerdeyiz...
Hayal etmek bir balinayı gerçeğe çağırmak kadar güçlü ise gerçek hayale yenilmiştir.Artık o an'dan itibaren kurtuluş hayaldir...Tüm deki insanoğlu gerçeği yazılarda,resimlerde,şiirlerde,düş'üncelerinde büyütürken bilmediği tek şey var...Ne zaman gerçekleşeceği....
An' uykusunda olan bütün nedenlerin, sonuçların şeytani hislerde saklıdır....
Celladın yüzü güldüğü ölçüde, aşığının içi yanar.Yangın volkan misali ,yanardağ gibi.Akıntı için boşalmasına ,küller İse ayak izlerinin itirafında,hatta celladını çağıracak şekilde ...
Sempatinin irkile irkile empatiye ve hala güven hissine esir bir şekilde gerçeğe inat,aşka esaret edercesine devam...
Aşk kaçkını ve Erasmusun deliliğe övgüsünü ispata da ne demeli ? Oysa Erasmus öldü;lakin delilik aşkla baki...
Deliliğe Övgü !
Deliliğe Övgü !
Stockholm sendromunu yaşayan bir deli,kaç aşık daha hayal edebilir ?
İlk kadehim sana !
Son kadehim deliliğe !
Değerli dostum,hayal gücüne hayranım....Hayallerin seni aşıyor gerçekten yaa...Ardından gelirken bile ummadığım olayların içinde ,ummadığım hayallerin peşinde kendimi çaresiz hissedebiliyorum.Gözlerimi karanlığa kapadığımda,karanlık bir yolda olmak,lakin yazınla aydınlığa çıkan gözü kapalı insan ,ilk insan benim...Bütün yazıların,hayallerin için sana çok çok çok teşekkürler....
İyi ki bu site var, İyi ki sizler varsınız...Ve beni yazmaya iten,bu siteyle tanışmaya vesile olan
Nurhan Doğrul ( berşah ) 'a da çok çok teşekkür ediyorum sizin aracılığınızla.
Saygılar,Sevgiler Değerli Dostuma
grafspee
Tam çıkıyordum ki yazınla karşılaştım.
Elimdeki H.P Lovecraft'ın Lanetin Uyanışı kitabı.
Gecenin geç saatlerinden olsa gerek yazınızı okumaya karar verdim sonunda.
Nasıl bir kurgu bu gerçekten? Hayal mi gerçek mi diye düşünürken biraz daha ilerleyince kurgu olduğu fikrini çıkardım kendimce.
Daha önceki yazılarınızda da dediğim gibi, hayal gücü inanılmaz geniş ve bence bunu olabildiğince geniş tutan insanlar farklı insanlar.
Cümleler, aradaki bağlar çok sağlam işlenmiş.
Elektrik Fırtınası:)
fırtına gibi esti gerçekten.
Emek vererek ve oldukça üzerinde durularak yazıldığı her halinden belli.
Tebrik ediyorum.
grafspee
Sihirli Kalem
Edebiyatın hastalıklı adamı.
Nedendir bilmiyorum ama Miscatonic Üniversitesinde o keşfe çıkan grubun içinde olmak isterdim.
Eminim ki çok güzel olurdu...