- 560 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
SÜTÜN DİLİ
Mutluluğun azaldığı, hüznün çoğaldığı zamanlardı. Yine kırık keyifli bir pazar gününün sabah saatleriydi. “Ne olacak bu memleketin hâli” gibilerden kendi iç coğrafyama doğru dalıp gitmiştim.
Derken telefonum çaldı. Arayan bizim Ferhat’tı. O hem iyi bir komşu hem düşünmeyi seven bir dosttu. Hafta sonları bazen bir araya gelir; uzun sohbetlere koyulur, konuşur, tartışırdık.
Dostluk ve arkadaşlığımız bir yana, sanki onunla bir araya geldiğimizde bütün kafamızdaki düşünceleri fikir fuarına çıkarmış gibi olurduk. Dahası, onunla aramızda geçen hemen her fikrî veya felsefi paylaşımı, bizi âdeta derin denizlere yelken açtıran birer seyahat olarak görürdük.
Beni telefonla aramasının nedeni yine böyle bir fikrî paylaşımdı:
“Değerli dostum müsaitsen buyur gel. Ocağa bir tencere süt koymuş pişiriyordum. Birdenbire içime tazyikli bir anlam baskısının doluştuğunu hissettim. Dayanamadım. Çatlayacak gibi oldum. Bunu mutlaka bizim komşuyla paylaşmalıyım bahanesiyle aradım.”
Evine gittim, zili çaldım, kapıyı açtı. Kısa bir hoşbeşten sonra mutfağa buyur etti. Baktım; gaz ocağının üzerinde yer yer etrafa taşmış bir tencere sıcak süt duruyordu.
Önce derin bir bakışla gülümsedi:
— İşte bu sütün dediklerini duydum, dedi.
Biraz şaşırmıştım. Bükük dudaklı bir gülümsemeyle tepki verdim önce:
— Sütün dediklerini mi duydun?
Evet! Dedi ve hemen elime yazılı bir kâğıt tutuşturdu.
— Hatta sütün dediklerini yazdım bile… İstersen sen onu oku, ben de iki fincan kahve yapayım deyip işe koyuldu.
Kâğıtta şunlar yazılıydı:
“Siz benim böyle bembeyaz, sütliman göründüğüme bakmayın. Hayat durağanlık ve çiğlik götürmez. Şayet soğuk, korunaklı bir yerde muhafaza edilmezsem, beni ele geçirmeye çalışan bir yığın tehlike hemen kapımı çalmaya başlar… Tabii benim de derin uykuya daldığım zamanlar olur. İstirahat için, gözlerimi kapatarak uyuduğum bir uyku değildir bu. Tam aksine açık gözlerle kendimden geçtiğim, baktığım hâlde görmekten aciz kaldığım ya da hissedemediğim bir tür kopuş veya kayboluş serüvenidir. İşte buna gaflet denir. Pekiyi ya sonrası? Hemen bazı bakteriler, benim bu gafletimi bir fırsata dönüştürmek ister. Fazla zaman geçmez; derin bir sessizliğin içerisinde hiç fark edilmeyen, içten içe genişleyen bir bozulma süreci başlamıştır artık.
Ama hayatın egemen gücü, bunun böyle sürüp gitmesinden hoşlanmaz. Hemen tedbirini alır. Önce beni bir kaba koyar, altımdan ateşi yakar, daha fazla bozulup kokuşmadan gayesine ersin diye fokur fokur kaynatır, pişirir. Bu kaynama öyle çileli ve ıstırap doludur ki... Ben bunu sadece sizin kargaşa dönemlerinde maruz kaldığınız acılara, ıstıraplara ve gözyaşlarınızın sel olup aktığı zamanlara benzetebilirim. Bir yangın vardır yüreklerde... Büyüklerde, küçüklerde, annelerde… Ortalık, kaynadıkça kaynamaktadır. Bunca çile ve ıstırabın içinde kıvranmak kolay mıdır? Hatta böylesi durumlarda sadece sizin değil benim de içim yanar. Bırakın içimdeki yangını, beni sinesinde tutan tencere bile çıkardığı cızırtılarla buna eşlik etmeye başlar.
Tam burada iki yol ayrımı vardır. Birincisi, ‘kesilme’ denilen yenilgiye uğramak... Diğeri de bütün zorluklara göğüs germek ve hayata tutunmak... Şayet biraz önceki ateş ve alevlere tahammül edemeyip kesilmeyi tercih etseydim; beni sahibim, ya bölük pörçük bir hâlde tamamen içimdeki bakterilere yem edecek ya da ‘bu işe yaramaz’ deyip çöpe dökecekti. Ama ben bu ateşe katlanmayı ve içimin arınmasına katkıda bulunmayı tercih ettim. Böylece esas amacıma ulaşmış oldum. Pişmiş süt veya taze yoğurt olma mertebesine eriştim. Başka bir deyişle insanlara ulaşarak gövdeye gıda, sadra şifa, derde deva oldum.
İşte siz de önce kendi içinizi aklayıp arındırır, daha sonra toplumdaki bozulma ve kokuşmayı temizlemeye çalışır, çilelere katlanırsanız; Sahibiniz de sizi yüksek gayelere ve hedeflere ulaştırır. Fertten topluma, toplumdan millete, milletten ümmete eriştirir. Şayet bu böyle olmaz, kirden ve kötülüklerden kendinizi kurtaramaz, bünyenizi negatife teslim ederseniz; O da sizi ya bölük pörçük bir hâlde birbirinize yedirir veya tarihin çöplüğüne gönderir.
Nasrettin Hoca’yı anlamayanlar bu sırrın künhüne eremezler. İşte Hoca’yı süt yerine göle maya çaldıran yol ayrımı budur. Çünkü Hoca o günlerde Anadolu’daki kargaşalı ortamdan birazcık ümidini yitirir gibi olmuş; sonra da ak sütü bırakmış Akşehir gölüne koşmuş, göle maya çalmaya kalkmıştı. Hocanın derin mesajını anlayamayanlar:
— Hocam hiç göle yoğurt mayası çalınır mı? Diye gülüp eğlenirlerken, Hoca:
— Ya tutarsa... Diyerek, koca Selçukludan sonra baş gösteren dağılma ve kopuşu tam tersine çevirecek yepyeni bir Osmanlı ütopyasının ipuçlarını vermişti aslında...
...
Tabii her şey bununla bitmemekte ve hayat devam etmekte. Bu acı ve ıstırap dönemi, sütte yirmi-otuz dakikalık, millette ise iki yüz-üç yüz yıllık bir zaman aralığındadır. Yirmi-otuz dakikalık bir ıstırap dönemi, benim içimde meydana gelen bozulma ve kokuşmayı nasıl önlediyse, sizin karşı karşıya kaldığınız iki yüz veya üç yüz senelik sıkıntı ve ıstırap da, içinizde oluşan kiri ve pası nispeten temizler ve etkisiz hâle getirir. Bu çok sıkıntılı bir süreçtir. Ama sabrederseniz sonucu güzeldir.
Bakın, ben bozulmak yerine kaynamayı ve pişmeyi tercih ettim. Çözümü kesilme ve ayrışmada değil, el ele verip pişmede, kaynamada ve kaynaşmada buldum. Dahası, ben piştikçe içimdeki milyonlarca beyaz baloncuk el ele ve omuz omuza verip bir hedef uğruna taşarcasına büyük bir yarışa girmiş oldu. Sonuç itibarıyla bu yarış, benim en kıymetli kısmım olan kaymağı alttan üste çıkardı.
Siz de böyle sıkıntılı dönemlerde saflarınızı sıklaştırır; el ele verir, birlik ve beraberlikten ayrılmazsanız, aynen o benim içimdeki beyaz baloncuklar gibi yüksek hedefler için taşarcasına birbirinizle yarışa girmiş olursunuz. Bu süreç nasıl benim en kıymetli kısmım olan kaymağı alttan üste çıkardıysa, sizin de en değerli insanlarınızı aşağıdan yukarıya taşıyacaktır.”
“İşte bu taşıma ve taşma, üç asırdır batışa geçen uygarlık güneşinin tekrar sizin semalarınızdan doğup bir kez daha dünyayı aydınlatması demektir.”
...
Kahvelerimiz hazırdı.
— Biraz süt ister misin? dedi.
— Olabilir, dedim.
İkimiz de içtiğimiz sütlü kahveler gibi hem belirsizlik hem umut uyandıran gri duygularla baş başa idik.
MESUT ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
"Birdenbire içime tazyikli bir anlam baskısının doluştuğunu hissettim." Bir kaç kez dönüp dönüp okudum. Sonra, galiba mistik bir öykünün girişinin anahtarı bu cümlede verilmiş, haydi bakalım, dedim. Terse yattım tabi, zira yazar süt ve ateş üzerinden, özellikle ateşin sütün önce niceliğini sonra niteliğini değiştirdiğini anlatan sıkı bir diyalektik yorum yapıp, insanı da müdahaleci, düzenleyici güç yapıp bundan insan ilişkilerine bir analoji yapmış.
Bir öykü olarak çok sürükleyici olmasa ve hatta didaktik de bulsam, değişik bir deneme olmuş.
Paylaşıma devam, kolay gelsin...
Mesut Özünlü
Şimdi,
burada ateş denilen çok güçlü bir bağlayıcı var.
Sütün içindeki bir çok kabarcığın mecburi de olsa, omuz omuza vermesini,
sonucun fayda sağlayacak bir mecraya ulaşmasını sağlıyor.
Günümüzdeki o kuvvet ne olacak?
Nasıl bir araya geleceğiz, omuz omuza vereceğiz?
İktidar devrilsin de,
isterse ülke batsın diye düşünenler mevcut.
Sonumuzu hayır etsin yaratan.