- 1062 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'zilli'
Geceyi seviyorum. Aslında geceler demem gerekirdi ama en son yaşadığım geceyi düşünerek geceleri sevmekten bahsettiğim için doğru olan da geceyi seviyorum dememdi. Balkonda ölü iki bok böceğinin olduğunu düşünürken, aslında bir tane ölü bok böceği olduğunu görmekten dolayı üzüldüğüm geceydi. Elektrikler kesilmiş ve ben sandalyede oturmuş çayımı içiyordum. Çay derken yanlış anlaşılabilir. Siyah çay değil; adaçayı ve sinamekiyi karıştırıp, demlediğim çaydan bahsediyorum. Biri boğaza, ciğerlere iyi geliyor diğeriyse bağırsaklara. Her türlü rahatsız olunca insan, var olmuş tüm otları içesi geliyor. Buna çözüm olarak sağlık bakanlığının önlem alması gerekiyor. Özellikle benim türümde olan insanlar için yasalar çıkarılmalı, aktarlara, torbacılara ve bilumum kimyayla uğraşan insanlara engellemeler adına sempozyumlar düzenlenmeli ve şahsen de başka dünyalara irtica ettirilecek insan olmalıydım.
Eskiden beri çevremdeki insanlardan duyduğum ve alışmaktan öte o anlık görüş analizinin eksik olduğunu fark edişin sıkıcılığı karşısında yine de hiçbir şey söylememek olmaz deyip, ‘uykunun dengesizlikten’ diyerek gözaltı morluklarıma gelen yorumlardan bahsediyorum. Sempozyum düzenlenmiş ve yeni dönemin en bitirim uyuşturucularından olan bonzai, yani diğer adıyla sentetik uyuşturucu hakkında konuşulan bir ortamdaydık. Üst ve alt düzey çoğu insanın aynı ortamda etkili bir uyuşturucu karşısında nasıl davranılmalı ve benzeri tehlikeleri hakkında uyarılıp, bilgi edinirken, uykunun acizliğine dayanamayıp, konferans salonlarında artık gelenekmiş konulan o rahat koltukta uykuya dalmıştım. Bir ara gözlerimi açtığımda sağıma soluma bakındım. İki saatlik uyku ve yorucu bir iş günü sonrası horlayabilme potansiyelimin yüksekliği beni bunaltmıştı. O an horlayabilme potansiyelimi hatırlayınca iki dakikalık tatlı uyku mahvolup, dağılmıştı. Gözlerimin arasında iğne varmışçasına sentetik uyuşturucu hakkında bizi bilgilendirmek zorunluluğunu belli belirsiz hareketleriyle anlaşılır hale getiren doktor kadını dinliyordum. Çok ama çoğu boş bir sürü bilgiyle konferans salonundan ayrılırken, boyumun ortalama konferans dinleyicileri arasında kısa olduğumu dış kapıyı tutarken fark ettim. Elimi kapıya koyup da başkalarının çıkmasında yardımcı olmayı denediğim bir anda, kapının elimi tuttuğum kısmının daha üst yerlerinde birkaç el görünce kapıyı tutmaktan ve insanlara yardım etmekten vazgeçip, dışarı kendimi attım. Sigaram kalmış mıydı? Kalmıştı. Ağzıma soktuğum sigaranın acı filtresini dudaklarımın şehvetli ıslaklığında yumuşatırken, gözlerim kısık bir sesle yeryüzüne bakışır gibi etrafı süzüyor ve çevremde olup bitmeyenle ilgileniyordum.
Elbette o gece zilliyi hatırlamam gerekmiyordu ancak Sado’yla onun hakkında çok konuşunca gece rüyama da gelmişti. Feribot iskelesinde durmuş, ona el sallıyordum. Hiç sevemediğim ve sinir olduğum bir hareket olan el sallamayı rüyada gerçekleştirmem ayrı bir konuyken, o zilliyi rüyada görmem, bana daha farklı ve sıkıcı gelmişti. Sado ilk iki evliliğinden çocuğu olsaydı, o zilli kadar çocuğu olabilirdi. Zilli demişken, zilli bizimle beraber çalışan kızdı. Hafiften Tatar kızlarını andırıyordu. Belli belirsiz yüzündeki çiller, ince ve kırılmaya müsait, daima arkadan tüp lastiğine benzer bir tokayla arkadan bağlı kısa bir saç, geniş bir alın, hafif şişik elmacık kemikleri, delikleri genişçe küçük bir burun, öpülünce patlayacakmış hissi veren şehvetli dudaklar ve beyaz bir ten onu tanımlamaya uygun sıfatlardı. İzne çıkmıştı. Sado onu özlediğini söylüyordu. Biz üçümüzün beraber çalıştığı zamanlar çok olmuştu. Zilli izne çıktığından beri Sado’yla ikimiz kalmıştık. Sado iyi birisiydi. Yaşının verdiği ağırlık vardı. Her ne kadar bu ağırlığı taşımak ona zor gelse de, agresif ve yorgun benliği bu ağırlığı terk etmesine sebep oluyordu. Muhabbeti sever, yeri geldi mi bir güzel içer, yemeği sonuna kadar sünnetleyip, sonunda elhamdülillah diyecek kadar da iyi Müslümanlardandı. Bazen ben onun sigarasından içerdim. Sırf ibnelik olsun diyeydi bu hareketim. Hâlbuki iki paket, açılmamış, poşeti üzerinde gıcır gıcır sigarayı yanımdan da eksik etmiyordum. Sado her ayın sonunda sigarayı bırakacağını söylüyordu. Sonra konu nereden gelip, onda karar kıldıysa zilliye demişti. Ben adını söylemiştim, o ise ‘ben de özledim zilliyi’ demişti.
Zilliyi bende özlemiştim. Her ne kadar anlaşamasak da, yine de onun oburluğunu hisseden zaman bile çabuk geçiyordu. Elbette zamanın hiç geçmediğini düşünmemiz, iş yapmadığımız anlamına gelmiyor ama yine de iş yaptığımız halde bile zaman geçmiyorsa, zamanı çabuk tüketecek insanların varlığına bile insan bazen muhtaç kalıyor. Obur biriydi. Her ne kadar şişman olmasa da, oburdu. Çocuksu yanı bir tarafa, hayata bakış açısı bile oburcaydı. O olsaydı eğer, biraz ona takılırdık ve zaman daha çabuk ilerlerdi. Allahtan eli ağır değildi de, bana vurmaya yeltendiği veya çimdik attığı zamanlar o lanet getirici hissi içimde yaşamıyordum. O yanımızda olduğu zaman bazen ona bakıp düşünürdüm. ‘Çok az şey biliyor ve bilmedikleri bir yana, ilgi duyduğu, alakadar olduğu şeyler de hep günlük, geçici!’ Bu kritiğimi, daha doğrusu kaygımı kimse bilmiyordu. Bu alışkanlığımı hep sürdürdüğüm için, böyle ilkel bir kaygımı da şüphesiz benden başka bilen de olmamalıydı. Ona bakarken yine de böyle ilkel bir kaygılanma sürecine girmem de normal miydi, bir yandan da bunu düşünüyordum. ‘O kendi hayatında mutlu veya mutsuz, bu zamana kadar yaşadıklarıyla pek de tatmin olamasa da yaşıyor. Ya sen? Sen mutlu musun? Tatmin misin? Her ne kadar hep sonraya bıraktığını bilsek de, peki senin alakadar olduğun şeyler ne kadar geçici ya da ebedi?’
İnsan kendine bir soru sorduğu zaman pek zalim olamayabiliyor ama ben zilliye içimden sorduğumda nasıl da acımasız davranmıştım. Tabi tek o soruyu sormamıştım. İnsan şüpheci olunca içinde onlarca zalimce sorular var olabiliyor. Bu soruların bende sorun oluşturması için bir sebep yoktu. Eğer ki sevgilim olsaydı ya da başka bir yakınlık, elbette sorularım birer sorun haline dönüşür ve geçimsizlikle sonuçlanırdı. Ancak belli düzeyde bir yakınlığın, buna arkadaşlık demek her ne kadar aptalca gelse de, yine de bu yakınlık içerisinde sorduğum onlarca sorunun hep cevapsız kalacağını bilmek, daha doğrusu hissetmek de kendi sorularım adına onur kırıcıydı. Bu benim kendi yüzsüzlüğümle alakalı bir şeydi. Sessizce, içimden dahi olsa, bir düşünceyle dahi yeşerse sorularıma cevap bekleme lüksüm, arkadaşlık denebilme sırasındaki aptallığı katlıyordu. Zilliyi tüm bu yükümlülüklerimden kurtarmak adına ona içten içe yine bir misyon yüklemiştim. Açıktan bitirmek için çabaladığı liseyi sonlandırıp, diplomasını aldığında, belki eli rahatlayacak ve bir dil kursuna yazılabilecekti. Belki üniversiteye başlardı. Hem çalışır, hem okurdu. Bunu yapabilecek zekâsı olmasa da, çalışma hırsı ve kibri vardı. Onun adına düşüncelerim elbette genele yayıldığında alakasız bir şeymiş gibi duruyor ama değil! Zekâ elbette kuvvetli ve tehlikeli bir şey! Eğer bir insanın parası varsa ve üzerine zekâsını da koyarsa, o insanın önünde Tanrıdan başka kimse duramaz. Zekâsı varsa, parası yoksa o insan parası olan aptalların elinde harcanır. Zekâsı ve parası olmayan biri içinse, çalışma hırsı ve kibir gereklidir. Kibir genel mana da yer alan kötü bir alışkanlık gibi dursa da, bu tür insanlar için kibirlenme son derece normaldir. Eğer kibirlenmeseler, çalışma hırsının o kızgın alevinde eriyip de, diğer insanlar gibi yaşama tutkusuna ait demode elbiselerden giyinemezler. Çıplak kalmanın bir suç olabildiği devri çoktan geçmişte olsak, yine de rahatsız edici olduğunu göz önünden ayırmamak gerekir.
Soruların hengamelerde zıpladığı bir yer olmalı. Sado’yla beraber yine kahvaltı yapacağız. Peynir, zeytin ve suyundan ötürü acı bir çay! Zilli de yakında aramıza katılacak. Gazetelere bakacağız beraber. Arada canım sıkılacak, onu kızdıracağım. Sado gülecek. Bir sigara yakacak. Zilli küfredecek yine bir şeylere. Şehvetli dudakları birbirine çarpacak. Eylül yazını andıracak çilleri. Her biri tek tek rengini yitirip, solacak. Açık bacaklarından ve kollarından başlayıp, uzayacak giysileri. Üşüyecek. Sığınacak bir liman arayacak gemi misali, o acımasız fırtınalar arasında. Sado zar zor yürüyecek o gün. Zillinin ağladığını görecek belki de. Onlardan çok uzakta, haber alamayacağım. Biri geçmiş günlerinin hesabını yaparken, diğeri gelecek günlerin ağırlığı altında obur ancak zayıf benliğinin kaldıramadığı zorluklarla mücadele etmenin yollarını arayacak. Çocukluk bitecek. Her kız gibi bir gün o da kadın olacak. İyi anımsarım, mahallenin acılı baharatı Memnune hanım bir gün bu mevzuya şöyle renk getirmişti:’ Ayol kızı kadını mı olur bu işin! Musluk mu canımız bizim? Açınca suyu kirletiyoruz da, kapalı kalınca temiz kalacağız. Bayan ayol canım, bayan! Kızı kadını işin mahremi. Kime ne!’
Gece uykusuzluğun o tatlı esintileriyle beraberken, gözlerimin altındaki morlukların çaresiz kalıcı hale gelişlerini anımsayıp da, garip bir haz duyumsuyorum. İnsan yalnızken daha dikkatli oluyor. En küçük canlıların seslerini dahi duyumsamak isterken, bir yandan da yaratıcıyla ister istemez konuşurken kendini buluyor. Onunla konuşuyorum. Bana herkesin çok acelesi olduğunu, kullarını sabırlı görmeyi sevdiğini ve elbette bir gün herkesten hesap soracağını söyleyecekmiş gibi hissediyorum. Herhalde en gerekli şeyin adalet olduğunu düşündüğüm anlar, Onunla daha çok konuşuyorum. Kendime bile haksız davranıp, onu çok üzdüğüm zamanlar oluyor. ’Kendimi haklı çıkaramam’ derken aslında haklılığı onurlu kılamam gibi ince bir ayrıntı ellerime takılıyor. Yazabilir miyim, bilmiyorum.
Bizim zilli başka da, kuşların zillileri de bir başka canım. Her gün nasıl da ötüp duruyorlar. Erkeğini dişini pek anlamam ama zillisi çok güzeldir kuşların. Gece bitince pencerenin karşısında göğe yükselen ağacın dallarında bakışıyoruz kimi zaman. Onlar bana hayran, ben de onlara.
Kim sevmez ki zillileri hem!
YORUMLAR
“İnsan şüpheci olunca içinde onlarca zalimce sorular var olabiliyor”
Bu, insanın kendine en acımasız olduğu anlar aslında..bumerang gibi her sorunun kendi yüzüne dönmesi .
ve soruların
ve sorguların en gözde şahidi geceler…
Yalnızlığın konuşturduğu gecelerde, kendi huzursuzluğumuzun sesine izin veririz. bizi daha da huzursuz edebilsin diye… belki bu ruhumuzun derinliğine teslim olmayı seviyoruzdur. ve o derinlikte buluyoruzdur kendimizce haklı gerekçelerle de olsa susturduğumuz yalnızlığın muhabbete meyleden sesini..
Geceleri sevmek.. tüm kargaşanın uykuya daldığı vakitleri. Lacivert bir örtü gibi üzerimize tüllenen o sakin ve vakarlı hâli.
ve kuşlar..
hep güzeldi sesleri
~~
Saygılar.
( Noktasına virgülüne bu denli titizlikle yazılmış bir yazıda bir klavye nazarıdır diyelim “ Elbette o gece .. diye başlayan 3. Paragrafta “agresif ve yorgun benliği bu ağırlığı terk etmesine sbeep oluyordu.” cümlesinde “sebep oluyordu.” şeklinde olmalı. Böylesi bir yazıya gölge etmesin diyelim..affınıza binaen. )