- 544 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Nakiye Karpuz Yemez
LaTekmen’den Büyüklere Masallar
Ağustos ayı, ıstranca köylerinde harman zamanıdır. Harman yeri de koca sene verdikleri uğraşın semeresini alma yeridir…
Herkes gibi onlar da buğdayı harmana sermişler. İki öküz çekmiş, iki döven dön ha dön etmiş. İkindiüstü saplar saman olacak, kızıl taneler alta akacak, böylece o günkü dönme işi son bulacak.
Öğlen olunca ara verip ahlat ağacının gölgesine çekilmişler, sofrayı yere serip etrafını çevirmişler. Aile efradı altı ama iki de misafir, o gün sekiz kişiymişler.
Ailenin reisi Şıngıl Şaban, sabah serininde kopardığı karpuzu soğuk kalsın diye sakladığı ekin yığınlarının arasından alıp gelmiş. Karpuzu önce ortasından ikiye kesmiş. Sonra her ikisini ikiye, çıkan dört parçayı da eşit şekilde ikiye keserek sekiz dilime denklemiş. Her dilimi tek tek uzatıp sofradakilere vermiş.
Ama kişileri sayarken sığıntı Nakiye’yi hesap etmemiş. O zaman karısı kara kadın, adamına dik dik bakarak; “hani, Nakiye’ye yok mu?” demiş. Sofrada misafirler de varya bu yüzden salak şıngılı ateş basmış ama bozuntuya vermemiş. Hafif tebessüm ederek ciddi ciddi; “Nakiye karpuz yemez.” demiş. Kadıncık karı, “öyle mi nakiriş?” dediğinde de Nakiye, başını iki yana sallayarak; “yemez.” diye onay vermiş.
O günden sonra adı karpuz yemeze çıktığı için ne zaman birine hakkı olan pay verilmek istenmese, bu durum kibarca “Nakiye karpuz yemez” tekerlemesiyle ifade edilmiş…
Sabah uyandığı gibi çarçabuk kalkar, başına kara çarşafını, ayağına lastik pabuçlarını geçirip gece tek başına uyuduğu tek oda evinden çıkarak yola koyulurdu. Önce kendi küçük deresini iki taş arasına asılmış sallanıp gıcırdayan ağaç köprüden geçer, mevsim kışsa karlı, buzlu, hava yağmurluysa sulu ve çamurlu, yazsa kuru ve tozlu yoldan yürüyüp köy içine doğru giderdi. Meydandaki kahveler önünden, gene ulu kavak dibindeki sallanıp gıcırdayan başka bir ağaç köprüden geçince köy çeşmesinde eline yüzüne su vurup yamaç patika yoldan yukarı mahalleye yönelirdi.
Yukarı mahalle, bizim mahalleydi. Yamacı çıkınca sola sapıp yakın komşumuz olan Kadıncık yengelerin evine çat kapı girerdi. Hep görürdüm; sabahın köründe gelir, akşamın karanlığında da aynı şekilde giderdi.
Ona kimisi Nakiye abla, kimisi Nakiye yenge, kimisi Nakiye, özellikle de şakacı Kara Kadın hiciv edercesine Nakiriş derdi, şirin bir şekilde.
Nakiye kimdi, Kadıncık onun nesiydi; bilmiyordum. Bildiğim, bizim bir ailemiz vardı. Isım, akrabamız vardı. Köydeki herkes çoluk çocuklu, herkes dayı, teyze, halalı… Herkesin evi, ahırı, hayvanı, tarlası, sabanı vardı ve herkes kendi geçimi için çalışmaktaydı. Ama Nakiye’nin durumu bambaşkaydı. Kara Kadıncığa “aba” kocası Şıngıl’a “aga” derdi ama ne Kadıncık onun ablasıydı, ne de Şıngıl Şaban abisi...
Ben, sekiz, dokuz yaşlarında bir çocukken bu durumu kendi küçük aklımla çözemezdim. Büyük akıllı büyüklere de soramazdım ki, gerçeği nasıl bileyim? Anamın, nenemin, benden az büyük ablalarımın konuşmalarından ne çıkarabiliyorsam bütün bilgim ondan ibaretti…
Görürdüm; Nakiye, hep komşumuz kara Kadıncık yengelerdeydi. Mevsim yazsa çapa, orak, harman gibi kır işlerinde boğazı tokluğuna çalışırdı. Kış olunca köylü insanı herkes gibi o da evdeydi. Odun kesip taşır, sobayı yakar, hamur yoğurur, yemek pişirir, çeşmeden su getirir, ahırı temizler, süt sağar; akşam olunca iş yaptığı evde yatıp uyumaz da kendi evinin yolunu tutardı. Evi de taştan dört duvarlı, saptan kubbeli, sürgülü tahta kapısı, gemi kamarası camı kadar küçük camı olan tek oda bir kulübeydi.
Kocacı Saltık, bildik bilesi çobandı. Çobandı ama öyle maaşlı, paralı değil; o da Hüsnü ağalarda boğazı tokluğuna çalışan bir nevi yanaşmaydı. Aba urba zayıf sırtında, keçi derisinden çarıklar yün çoraplı ayaklarında; yaz, kış hep kırda, bayırdaydı. Onun işi çobanlıktı ve hayatının bütünü de hayvanlarlaydı. Köye inmez, kahveye gitmez, insanla sohbet etmez, hem de iri kıyım değil ufak tefek bir adamdı. Kulübede yatıp kalkar, ekmek, katık, su gibi ihtiyaçlarını eşekle ağa çocukları taşırdı. Karnı doyuyorsa, suya kanıyorsa, bir de hasta olmuyorsa daha ne olsun; başka bir şey de istemiyordu herhalde…
Ben öyle biliyordum ama öyle değilmiş. O da bildiğimiz insanlardanmış ve arada bir geceleri çıkıp geliyormuş ve köydeki tek oda evinde karısı Nakiye’yi ziyaret ediyormuş. Gece gidip onların buluşmalarını perdesiz küçük camdan seyretmiş yaşıtım hayta çocuklar köy sokaklarında haylaz haylaz gezerken; “üf be, Saltık nasıl da bacak omza yaptı! Sonra topu çevirip nasıl da hedefe nişanladı…” gibi müstehcenlikle yaptıkları röntgenciliği bir marifetmiş gibi ağızlarının suyu akarak ballandıra ballandıra anlatırlardı.
Yanaşma Saltık’la sığıntı Nakiye karı koca iki kişiydiler. Saltık’ın da Nakiye gibi ısım, akrabası yoktu. Onun da anası, babası, amcası, dayısı yoktu. Kimdi bunlar? Böyle soysuz, sopsuz! Gökten mi indiler, yerden mi bittiler? Bunu çocuk aklımla sıkça düşünür, kendi kendime sıkça sorardım ama kendim yerine başkasına sormadığım için cevabı da bulamazdım.
Hadi kimsiz kimsesizdiler gökten inmiş ruh, ya da yerden bitmiş mantar gibi ama bunların kendi çocukları da yoktu. Oysa röntgenci zıpır çocukların anlattıklarına göre arada sırada olsa da bir araya gelip çiftleşiyorlardı. Arada sırada olsun ne olacak; yetmez mi? Hayvanlar senede bir çiftleşiyorlar da olmuyor mu?
Çokbilmiş dedikoducu koca karılar, kış geceleri bir araya geldiklerinde fırına kabak sürüp pişirirken, çekirdek kavurup çıtlatırken kendi aralarında; “kısır bunlar!” gibi laflar ediyorlardı. Hem de yaşları geçmişmiş artık. Nakiye adetten kesilmiş, Saltığın da suyu ekşimişmiş. Her ne demekse! Yazıktı oysa. Ama hiçbiri üzülmüyordu.
Zaten kimsiz, kimsesiz… Ana yok, baba yok, kardeş yok. Ev yok, bark yok, tarla yok, saban yok. Üstüne üstlük çocukları bile yok! Nedir bunlar, insan mı? Nedir bu yaşadıkları, hayat mı?
Ben çocuk aklımla böyle diyordum da koca koca karılar, koca koca adamlar kendilerinden başkasını düşünmeyip bencilce “kısır” deyip kestirip atıyorlardı. Bu durum canımı çok sıkıyordu. Düşünüyordum da benim dedemin biri kız, üçü oğlan dört çocuğu olmuş. Babamın ikisi kız, üçü oğlan beş çocuğu olmuş. Onların çocukları olacak, çocuklarının çocukları olacak; soy ağacımız yayıldıkça yayılacak. Ya bunlar? Yarın bir gün ölüp gidecekler, üç karış toprağın altına girecekler; sonra unutulup gidecekler. Soy ağaçları kuruyacak. Yazık değil mi?
O zaman çocuktum bilmiyordum ama şimdi çok iyi biliyorum ki; Saltık, ağa birinde yanaşma, Nakiye de bir çiftçide sığınmaymış. İki garip insan, varlıklı başka iki insana muhtaçmış. Büyüklerimizin dediğine göre de Allah onları böyle yaratmış. Bak şu yaradanın işine…
Ben köyden çıkıp gitmiştim. O günden sonra Nakiye abla, karpuz yedi mi, yemedi mi bilmiyorum. Bu yıllardır aklımı kurcalayan bir soruydu. Kırk beş yıl sonra böyle bir Ağustos ayında köye gelince bunu düşündüm. Ama ne bostan vardı ne bostanda kavun, karpuz; ne bağ vardı, ne bağda üzüm, ne de eski iki özüm köyüm. Soracaktım ama ne Saltık vardı ne Nakiye, ne Kadıncık nine vardı ne şıngıl dede, ne Hüsnü ağa, ne Hüsniye teyze, ne de…
Hepsi ölmüşler.
Dünya kime kalmış ki!
Büyük bir karpuz alıp gitmek isterdim ama Nakiye ablanın mezarı nerededir onu da bilmiyordum. Zamanı geriye işletebilseydim keşke, lakin ne mümkün…
Tevfik Tekmen-Ağustos/2014/Koruköy