- 574 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Sahne Tozu
Okuldaki en güzel öğretmen olmasına rağmen Madame Jasmine’in derslerini pek iple çekmezdik. Daha kürsüye çıkar çıkarmaz kara kaplısına sarılır, ikişerli gruplar halinde sözlüye başlardı. En azından iki grubu elden geçirir, bu dört kişi toplamı on eden notlar alıp, kös kös yerlerine dönerlerdi. Dört yıl önce kendisinden aldığım ‘yedi’yi hala unutamıyordum.
Zor değildi hani sözlüler. Tahtaya kalkıp, daha önce işlenmiş çeşitli okuma parçalarını anlatıyor, “Tahar Ben Jelloun’un hikayesinde ne oldu, kahramanın motivasyonu neydi?” türünden sorulara cevap veriyorduk. Ama bir türlü Madam’ın istediği noktalara değinemiyor, bu da yetmiyormuş gibi Fransızcanın neredeyse ırzına geçiyorduk:
“Sonra adamın eti kesildi...”
“Adam yaralandı demek istiyorsun herhalde?”
“Evet Madam.”
“Ama her nedense demedin. Geç yerine, üç!”
İtiraz etmez, kesilmiş etinizle yerinize geçerdiniz.
O gün Madam Jasmine’in üstüste iki dersi vardı. Sözlü kaçınılmazdı; titreyerek gelişini bekliyorduk. Madam tüm zerafetiyle geldi, yerine geçti, kara kaplıyı açtı ve adımı, daha doğrusu adet üzere soyadımı söyledi: “Prelorenzo!”
Soyadımın şanssızlığından bahsetmem gerekecek. Eğer Milano Merkez Lisesine gidiyor olsaydım, kimsenin üzerinde durmayacağı bir soyadına sahip olacaktım. Ama İstanbul’un göbeğindeki bu okulda Prelorenzo hocaların dikkatini, öğrencilerin alaylarını çeken bir isimdi. Şimdi ise onu Madam’ın ağzında duyma talihsizliğine erişmiştim. Madem çağırıyorsun, bir kere de adımı söyle, ‘’Guido tahtaya gel’’ de. De ki ben de olanlara inanamayarak yerimden kalkarken civardaki fısıltıları duymayayım:
“Pire’miz kanlandı, daha ayağa kalkarken sarardı.”
“Ne o Pire, bir kere bile sıçramayadın bu sefer.”
“Ne sıçraması? Sıçtı Pire lan!”
Tam yerimden ayrılmıştım ki Madame’ın uyarısı beni sersemletti:
“Defterini ve kitabını da al.”
Anlayamadım... Madame’ın sözlülerine delikanlı gibi elinizi, kolunuzu sallayarak giderdiniz, sonra da kuyruğunuzu bacaklarınızın arasına sıkıştırarak yerinize dönerdiniz. Dört yıldır kimseyi tahtaya kitabıyla çağırmamıştı; bu işte bir sakatlık vardı.
Ellerim dolu tahtaya çıkmıştım ki Madame Jasmine yerinden kalktı, kürsüye geçmemi işaret etti ve sıralarına arasına doğru ilerledi.
“Çocuklar, bugünkü dersi Prelorenzo anlatacak.”
Sınıfta sessizlik olacaktı ama sınıf zaten sessizdi.
Sonra Madam bana dönüp
“Hangi parça olduğunu biliyorsun, değil mi?” diye sordu.
Biliyordum. Parçaya önceden çalışmış, yeni kelimelerin anlamlarını bulmuş, ilk okuyuşta anlamadığım bölümlerin üzerinden tekrar tekrar geçmiştim. Yine de olanları anlamıyordum. Daha önce kimseye ders anlattırmamıştı. Niye ben? Niye o gün? Fazla düşünmeye vaktim olmadan parçanın adını yüksek sesle sınıfa okudum:
“Tarihi bir maç”
Okuma parçamız 1956 Şampiyon Kulüpler Finali üzerineydi. Ortaokuldaki hemen her genç gibi futbolu seviyordum ve futbolun ders kitabında işlenmesi hoşuma gitmişti. Önümde kitabım, elimin altında defterim parçayı anlatmaya başladım.
Topluluk önünde konuşma fobisi olan birisiydim ama nedense bu ders anlatma işi hoşuma gitmişti. Arada yerimden kalkıyor, yeni kelimeleri ve anlamlarını tahtaya yazıyor, sonra devam ediyordum. Maç Fransızların Stade de Reims takımıyla İspanyolların Real Madrid’i arasında geçiyordu. Takımlar kıran kırana mücadeleye başlamışlardı; bende öyle. Her şey yolunda gidiyordu, ta ki...
Ta ki Fransızlar gol atıncaya kadar. Yanlış anlaşılmasın, Fransızların gol atmasına bir itirazım yoktu. Sorun şu ki, frenkçede “Gol attı” demesini bilmiyordum. İşin ilginci kitap da o kavramın etrafından dolaşıyordu. Çaresiz ben de aynısını yaptım:
“Kaleciyi geçti ve 1-0!”
Bu sorunu aşmış gibi dursam da durum pek öyle değildi. Maçta toplam yedi gol vardı ve ben sadece ilkini atlatmıştım. Kaç kere topu taça atabilirdim? (Kaldı ki topu taç değil, kaleye atmam gerekiyor) Bir sonraki gol gelip çattığında, ki Fransızlar durumu 2-0 yapacaktı, kürsüde oturmanın ayrıcalığını kullanmaya karar verdim:
“Erdamar? Bu pasajı sen anlatabilir misin?”
Erdamar’ın parçaya çalıştığını biliyordum. Yüzümü kara çıkarmadı ve biraz şaşalasa da ikinci golü o anlattı. Sayesinde artık “gol attı” terimini biliyordum. Lakin futbol gol atmaktan ibaret değildi. Çaprazdan yapılan ortalar, ortaya çıkılan kafalar, gözlerin kulübede olması, vakitten çalma tarzında deyimle gırla gidiyordu. Defansı dağılmış takımın devleşen kalecisi gibi her birine çözüm buluyor, bir şekilde durumu kurtarıyordum. En sonunda Rial’e maçı Real Madrid’in 4-3 almasını sağlayan golü attırdım, kupa töreninden bahsettim ve bir Şampiyon Kulüpler Kupası daha böylece son buldu. Adrenalim fırlamış, neredeyse kupa niyetine elimde tuttuğum kitabı havaya kaldıracaktım.
Elimde olması gerekenden biraz daha havada duran kitap, Madame Jasmine’in yüzüne baktım. Gülümsüyodu. Belki de hocalığımı yaptığı dört yıl boyunca ilk defa bana gülümsüyordu.
“Çok güzeldi Prelorenzo, yerine geçebilirsin.” dedi.
Savaşı kazanan bir general edasıyla kitbımla defterimi topladım ve başım dik, göğsüm kabarık yerime geçtim. Yıllardır anlattığım, zamanında Madame’ın sözlüsünden almış olduğum yedi’yi tarihe gömmenin zamanı gelmişti.
Madame kürsüye geldi, kara kaplısına göz attı ve sınıfa dönüp;
“Yarına Joseph Conrad’ın parçasını işleyeceğiz, hazırlanıp gelin.” Dedi. Sonra da karakaplısını çantasına sokup sınıftan çıktı.
“Aa, sana not vermeyi unuttu.”
“Yok canım, unutmamıştır. Sonra defterine geçirecektir” diye sıra arkadaşımı ikna etmeye çalıştım.
“Direkt unuttu. Haybeye ders anlattın oğlum.”
Zaman arkadaşımı haklı çıkardı: O ders için Madame Jasmine’den not alamadım. Ama otuz yıl sonra bugün, kendimi tahta önünde öğrencilere ders anlatırken bulduğumda, o günkü dersi haybeye anlatmadığımı hissederim.
YORUMLAR
İlhan Kemal
Prelorenzo hayattan gerekli dersleri almasaydı ne o dersi anlatabilir ne de bugün bizimle paylaşabilirdi.
Kaleminize sağlık, beni de okul yıllarıma götürdünüz...