- 706 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Nostaljik Sancılar
O kadar kırıldıktan sonra, tahammül sınırları son seviyeye ulaştığında yaşamanın son çizgisine gelir insan ve artık hissetmemeye başlar.
Evet. Artık yaşama dair herhangi bir şey istemediğim doğrudur, çünkü hissetmeyen biri bir talepte bulunamaz… Ben o seviyeyi başarıyla tamamlamış, yaşama olayının sonuna gelmiş biriyim, kırılmak artık yoramaz beni ve hiç bir şey…
Tadını aldım
Şimdi sıra acında
Şimdi geçmiş zamana, geçmişte kalamayan geçmişe içi geçmiş cümleler kurulabilir ancak. Kendimi öldürmesem seni anlatamazdım, bir ölünün canlılığa olan tüm inancını yitirmiştim.
Uzun zamandır şaşırmamıştım, yüzümde hayretten ifadeler yuva yapmamıştı, yeni uyanmıştım, hâlâ kırmızı rüyalar görüyordum, sen beni uyandırana kadar. Bir yanlışa doğru gibi inandım, öyle değil, böyleydi, sana dair her şeyi o kadar benimsedim ki, kendime yakın en yakın cümleleri özenle harcadım, kendim harcanana kadar… Algım algılayamıyor bazı şeyleri ve ben artık hiçbir şeye şaşırmadığıma hayretle şaşırıyorum. Köprüleri ben yaktım bu defa, yakarken en büyük ateşi kendime bulaştırdım, çünkü erimem gerekiyordu, biraz da seni yok edebilirim zannettim, içimden bir yere gittiğin yoktu ve ben yandıkça, sen içimde serinliyordun.
Kendi doğrularımı, yanlışların uğruna harcadığım o apansız günden beri, doğru neydi, yanlış nerede bilemiyorum. Bildiklerim, unuttuklarıma yetmiyor, bilmediklerim için umutlanmak istiyorum, öğrenmeye yetmiyor bu umut. Unuttuklarımın içinde sen var mıydın bilmiyorum, ben artık o kadar çok şey bilmiyorum ki, tüm algımı yitirmek istiyorum. Yitirmek istediklerimin listesinde, en başta yer alıyorum, yerimi kimseye kaptırmıyorum, ben yittikten sonra o listede neyin hangi sırada olduğunun çok da önemi yok.
Saplantılı beynimden iyi şeyler düşünmesini istiyorum, kalbine söz geçiremeyen beyninden ne bekleyebilir? Büyük bir inatla bekliyor ellerim ve gözlerim. İnançların saplantıya dönüştüğü miktarda acı çekersin,
Nostaljik sancılar yaşıyorum
Hiçbir yeniliğin iyileştiremeyeceği
Durmadan yeniliyorum, yenilenmem gerekirken, eksiliyorum, az kaldım. Yenilendikçe yeni kabuklar doğuruyorum yara olmak üzere, iyileşmek üzere, iyi olmak üzerine güzel ve pahalı düşler kuruyorum. Hüznüm bile kalitelidir benim o yüzden yaralarımı da seviyorum.
Yaranı sevmezsen, bedenini de sevemezsin.
Küçüklüğümden beri seviyorum eklem yerlerimde çıkan yaraları, çok koşarken birden bire düşeceğimi tahmin ettiğim an’a düşerdim, acıdan ağlamazdım, o anda aklıma çok acıklı şeyler gelirdi, yaralarımı büyük bir özenle temizlerken, onları severdim. Hatta o kadar çok severdim ki, birkaç gün sonra kabuk bağlayıp, iyileşmeye başladığında tekrar eski haline getirirdim, büyüyünce hiç kapanmayan bir yaram olacağını hesaba katmaksızın, ben bitmeyen şeylere hastaydım, bitmeyen bir yaraya ihtiyacım vardı.
Dizlerim, dirseklerim, kısaca hayata tutunabileceğim her şeyden açık seçik bir yara almıştım. Yaralar bana, koştuğum anları hatırlatır, büyük bir coşkuyla oynadığım, o sonu gelmeyen akşamüstleri oyunları, gece uyurken sabaha huzurla uyanacağım ve tekrar oyun oynamaya başlayacağım o mutlu geceleri.
Zebra kılıklı düşlerim, bir yanım siyah bir yanım sen, çok yanım karanlıktan bahsediyor. Yine de bu yarımlığa ve yaralara rağmen bütünlüğü seviyorum, sürekli ve hızlı akıp giden trafiksiz yolları sevdiğim gibi seviyorum gece düşlerimi. Onlara ilerlemeyi öğrettiğimden beri daha yorgun ayaklarım, yürüyemiyorum. Ütü yapmayı öğrendiğim o yaşlarda her şeyi öğrenebileceğime inandırmıştım kendimi, kollarım beceriksizdi, ben yanmakla çok meşguldüm, babamın hiçbir gömleğini istediği gibi ütüleyememiştim, hiçbir şeyi onun istediği gibi yapamamıştım zaten, gerçi benim istediğim gibi de olmuyordu hiç bir şey. Dizlerimdeki yaralarımla yüreğimdeki yaralarım hiç bütünleşemedi, hep ayrı zamanlarda ayrı yerlerdeydi, bir de bileklerimdeki yaralar, ütü izleri bileğimin tersindeki, bunlar yüreğimdekilerle aynı zamana denk gelmişti. Ama yine de dizlerimdeki yaraları unutamıyordum, izleri kalmıştı ve bunlar belki de hayatımdaki en sevdiğim o çocukluk günlerimdeki mutlu zamanlara aitti. O zaman sadece ağlamayı biliyordum, acısa da acımasa da ağlıyordum, sonra acımayı öğrendim, sonra ikisini bir arada yapmayı ve en sonunda da yüreğin acısını öğrendim, bu öyle bir acıydı ki, ağlatmıyordu bile.
Sahi en son hangi oyunda çok mutlu olmuştum?
Hangi yaraya daha çok yâr olmuştum da bağlanmıştım… Bilmiyorum, bilemeyeceğim kadar kaybım vardı, bunlar yaşımdan çok zamana delalet ediyordu, bilsem hesaplayabilirdim, bilmiyordum.
Yaralar bittiğinde umutlar da sanki kabuk bağlıyordu, gitgide ve büyüdükçe.
Şimdi paramparça olmak nasılmış, biliyorum ve artık kendime acımadığıma, acı hissetmediğimden eminim. O tahammül sınırını atlattım ben, eminim. İnsan bu kadar çok “eminim” deyince emin olamıyor bazı şeylerden sadece emin olmayı umuyor.
Ruhumun bütün halini parçalara ayıracak kadar acımıyordum artık kendime, acıyacağım bir şey kalmamıştı bu hayata dair, kendime inandığımdan çok inandıklarım vardı ve en çok kendim beni hayal kırıklığına uğratmıştı, artık uğraşmıyordum, herhangi bir şey için. Sadece dağılan parçalarımı izliyorum uzaktan, sana yabancı olduğum kadar yabancıyım kendime ve yaklaşamayacağım kadar uzağım. Parçalarıma dokunamıyorum, tutup birleştiremiyorum. Sana dokunmak için bir bütün olmam gerekirdi, olamıyorum, yarımdan bile azım artık ve sen benim bütün halimi sevmiştin.
Ben artık yarasız ve yarımdım. Eksiktim, yaralarım varken acı da vardı ve daha bir tamama benziyordum. Artık kendime bile benzemediğime eminim.
Yirmi Mayıs İki Bin On Dört 18 00
Nevin Akbulut
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.