Kül ve Duman
Yağmur, günün ilk ışıklarını nasılda üşütüyor. Ne zamandır hasretiz güneşin ılık nefesinin penceremizden içeri sızmasına.. Sisli dağlarla çevrili bu kasabada unutulmuş bir zamanın sabahında uykuyla hayal arasında, gözlerim onu ararken yanımda olmayışının yokluğunun içimde açtığı boşluğu... Susuyorum.
Bu bilinmezlik nasılda sızlatıyor içimi. Doğruluyorum oturduğum yerden. Ellerim kadim zamanın el yazması kitaplarına gidiyor. Karıştırıyorum bir kaç tanesini, gözüm bir sayfada takılıyor, işte yine zamanın çarkı dönmeye başlıyor. Biliyorum, bu tutku bu heves başımı belaya sokacak ama vazgeçemiyorum. Birkez daha hatırlıyorum farklı oluşumuzu, bambaşkalığımızı. Kötülükle yoğurulmuş ruhumu ve onun sade insan bedenini.. Seçmemiş olduğumuz hayatları yaşamaya mecbur kalışımızı unutabilir miyim? Keşke, bu yazgıyı değiştirebilseydim. Söyleniyorum yine kendime, ama nafile.
İşte, kaçsam da kurtulayamayacağım benim kaderim. Oysa bana bahşedileni ben mi seçmiştim yoksa ezelden mi bu böyleydi. Belki siz insanlar için bu üstün bir meziyet, belki lanetin ta kendisi. Daha fazla sığamıyorum bu köhne harabeye, atıyorum yalın ayak kendimi çimenlere, eteklerim, ayaklarım çamur bir kez olsun herkes gibi olmayı istiyorum. Ve sadece yürüyorum, yürüyorum.. karşımda ufuk çizgisi, öylesine. Sahi bugün günlerden neydi salı mı? 1637 yılınının Nisanın da olmalıyız. Eski bir köy burası, meydandayım kalabalığın arasında ne yöne gideceğimi bilemeden etrafı süzüyorum. Nasıl olduda bulaşmıştım tüm bunlara, Aklımda onlarca cevapsız soru. Yürüyorum. Nerdeyse hava kararmak üzere çığlıklar inlemeler gittikçe artıyor kalabalıkta, başlarda savaş sonrası olduğunu düşünsem de kalabalığa kulak verdikçe kıtlık ve kara vebanın tüm bunlara neden olduğunu anlıyorum. Çaresizlik içindeki insanları gördükçe buz kesiyorum. Ama hala neden buradayım neden zamanın yolcusuyum muamma..
Neredeyse buraya ait olduğuma eminim ama bir evim ve ailem olmalı, tüm bunlara yanıt aramaya başlıyorum artık bende kendi geçmişimin en yakın tanığıyım. Ahh ne kötü farkedilememek varlığın içinde hiçlikle sınanmak. Tüm bunlarla aklım allak bullak olmuşken gece iyiden iyiye bastırıyor, Küçük dere boyunca hala kuşkulu adımlarla ilerliyorum burada evet sarmaşıklı mağaranın yanından geçip daha kuzeydeki o tek kulubeye yürüyorum. Evim, bu kadar ıssız ve uzak olması ürpertici görünsede biz diğerleri için her zaman en doğru mekanlar olmuşlardır. Meraklı gözlerden uzak kendi dünyamızı yaşayabileceğimiz sessiz kasvetli yerler.. Maji kabilelerinin bu civarda yaşayan son üyelerinin hayat bulduğu o soğuk taş duvarlar şimdi parmaklarımı kesiyor. Bir kaç basamak çıktıktan sonra ahşap kapıyı aralıyorum dehşetle, büyük bir kıyımın yaşandığı o salon burası. Kendi haline bırakılsa sınırlar aşılmasa kimsenin kimseye zarar vermeyeceği bir dünyaya izinsiz atılan her adım gibi buraya sürüklenişim. Büyükannemin dediği gibi "hayat bize bahşedilen en büyük armağan değildir, onu bir armağana dönüştürecek tek yolun aklın ve kalbin insana verilmiş olmasıdır." Bizler gibi o da şifacıydı, hani şu herkesin ilk bakışta korktuğu ama merak etmektende alıkoyamadığı yaşlılardan. Babamı pek hatırlamasam da o bir askerdi, bizimle geçirdiği süre boyunca asla ama asla gerçeği görebileceği kadar değildi, zaten en son gittiği savaştan da dönmemişti. Annem, işte gerçekten korkulması gereken oydu. Şaşırtıcı derecede yetenekli ve vakur bir kadın.. Ablalarım zaman zaman tehlikeli olsalarda kurnaz ve zekiydiler, eğlenmek için hiç bir fırsatı kaçırmazlardı. Diğer dünya onlar için bir oyun evi gibiydi. Ben, tüm bu karmaşıklığın içinde kendimi kadim kitapların büyüsüne bırakır, kendi kabuğumda yeni yeni kapılar açardım.. En çokta aynaları severdim. Bilirsiniz aynalar geçiş kapılarıdır. Sanırım en sevdiğim oyuncaklardı. Sonra neden köy halkının tüm gözleri üzerimize dikiliverdi. Uzun zamandır yaşanan savaş, insanları göçe zorlamış kıtlık ve salgınlar insanları bir günah keçisi bulmaya zorlamıştı. İşte en zayıf halka Sword Ailesi olan bizler kurban seçilmiştik. Uzun yıllardır kara büyüyle uğraştığımız söylentisi evimize uzak şehir ve kasabalardan gelen davetsiz misafirlerin fısıltıları sayesinde büyüyüp gitmişti. Haksız sayılmazlardı ama kural bu ya, sana zarar vermeyen hiç bir şeye zarar verme. Sanırım onların bundan haberleri yoktu. Bir gece baskınıyla evimiz talan edilmiş ve esir edilmiştik köy halkınca, anlaşılmaz bir biçimde yüzlerce soru sorup, sürükleniyorduk, o tek meydana doğru. Büyükannemin yaşlı bedeni çoktan can çekişiyordu, neler olup bittiğini anlayamadan devasa şekilde hazırlanan ateşin yanı başında bulmuştuk kendimizi. İşte şimdi herşey netti, yakılacaktık diğer tüm kabile üyelerinin yaşadığı gibi.. Diri diri yakılacak, ama son bulmayacaktık.. Yüzyıllar geçsede kadim zamana olan tutkumdan vazgeçmeyecektim..
Bugün hala bir yerlerde böyle efsaneler duyabiliyosanız, mutlaka oradan kızıl saçlı, tatlı simasının ardında karanlığı çağıran bir kadim zaman yolcusu geçmiştir.
YORUMLAR
Garip bir hikaye.
Veba salgınları, kara büyü, idamlar.
Hıristiyanlığın yüz karası devirleri.
Laiklik dediğimiz olgunun hayata geçirilmesine neden olan karanlık günler.
Konuyu sevmediğimi burada açıkça yazmamak, dürüstlüğe sığmaz.
Ancak,
harika cümlelerle yaptığımız yolculuk,
gerçekten taktire şayandı.
Çok beğendim.
Merak ettiğim bir konu daha var.
Siz, daha önce herhalde yine Edebiyat Defterinde vardınız.
Zira,
öyle yeni yazmaya başlayan birine benzemiyor cümleleriniz.
Çok güzeller.