- 840 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
İtalyan Koyu
“Buraya niye İtalyan koyu diyorlar?”
Ege uzayıp giden bu kumsalda bitmiyordu. Bir yolunu bulmuş, kumların arasına sızmış, geride kendisine ikinci bir sahil oluşturmuştu. Öğleden sonrasının güneşi durgun suda parlıyor, uzun uzun bakmayı zorlaştırıyordu. Kamaşan gözlerini kaçıran Can sorusunu tekrarladı:
“Buraya niye İtalyan koyu diyorlar?”
Karşısındaki bilmediği cevabı daha fazla erteleyemedi:
“Sen buranın adı İtalyan koyu dememiş miydin?”
“Yoo... Ben de sen dedin zannediyordum.”
Bakıştılar. Onları seyrediyordum. Büyük olasılıkla balıkçıların bu kıyılarda dalyan kurduklarını, dalyan kelimesinin kulaktan kulağa İtalyan’a dönüşmüş olabileceğini söylemedim. Ama düştükleri durumdan kurtarmamak da olmazdı.
“Hadi, akşam yaklaşıyor. Daha kayalıkların tepesine çadırları kuracağız.”
...
Ben çadır filan kurmadım. Gerek olmadı: Saroz’a dalışa ilk defa gelen hevesliler benim yerime kurdular. Akşamı mangalın başında ettik. Sanki o anı orada yaşamıyormuşuz gibi eski Sarozlardan bahsettik. İdeali sözü geçen eski dalıcıların şerefine kadeh kaldırmak olurdu ama ertesi günkü dalış alkolle aramıza girmişti.
Grupla fazla kalmadan çadırıma gittim. Çadırı kuran genç bana iki seçenek sunmuştu: Ya eğim aşağı yatıp, ayaklarım başımdan yukarıda olacaktı, ya da çadır girişine doğru uzanıp, içeri girenlere kafama basma olanağı sağlayacaktım. Fazla düşünmedim, saldım başımı eğimden aşağı.
Çok geçmeden çadırımın diğer sakini de geldi. Yattığım yerden başımı kaldırmadım ama bir süre duraksamasından onun da aynı ikilemi yaşadığını anladım. Sonunda benimle benzer sonuca ulaştı; serdi tulumunu, girdi içine.
Sabah uyandığınızda hatırlamadığınız rüyalarınızı, yıllar sonra “O zamanlar şöyle rüyalar görürdüm” diye anlatamazsınız. Ben de o günlerde ne gördüğümü anımsamıyorum ama güzel bir şeyler olmalı ki, çadırın girişinin aralanıp, Çopur’un başını uzatıp “Yer var mı gençler?” diye soruşuna sinirlendiğimi hatırlıyorum. Çopur sorusuna yanıt beklemeden içeri girdi, aramıza kıvrıldı ve başını koyar koymaz da uyumaya başladı.
İki kişilik bir alanda üç kişiydik. Rahat rahat dönemiyor, dönsem bile Çopur’la burun buruna geliyorduk. Birimizden birinin burnu daha küçük olsa öpüşebilirdik bile. “Türkiye’yi bilmem, ama ben buna hazır değilim” dedim ve kalktım. Kalkmaktan kasıt ise tulumdan çıkıp, iki büklüm çadırın içinde durmak... Tulumu koltuğumun altına alıp, yerimi de Çopur’a terk edip, dışarı çıktım.
Çadırlardan, dolayısı ile ayak altından uzaklaşıp, kayalıkların bitimine yakın bir yere tulumu serdim. Uzandığımda uykum kalmamıştı. Gözlerimi kapamaya çalışmaktan vazgeçip baktım. Herhangi bir yöne doğru bakmam gerekmiyordu. Boşluktaydım. Uzay boşluğundaydım. Gözlerimin görebileceği her açı yıldızlarla kaplıydı. Çocukluğumda şehir ışıkları yüzünden göremediğim Samanyolu neredeyse ışıklandırılmış bir otoyol gibiydi. Tanıyabildiğim üç beş takımyıldız da oradaydılar. Ya tanıyamadıklarım? Hangi birine bakacağımı şaşırmıştım. Bir süre bir kümeyi seyrediyor, sonra başkasına geçiyordum.
Zamanla üzerinde yattığım toprakların eski sahiplerinin tutkularını anlamaya başladım. Onlar da benimle aynı gökyüzüne bakıyorlardı. İlkin takımyıldızları farketmiş olmalılardı. Sonra yılın çeşitli vakitlerinde bu yıldızların kaybolduklarını. Birisi, diğerleri gibi ağzını kapanmamacasına açmaktansa ara ara kapatıp anlamlı sözler söylemeyi düşünen birisi, hikayeler anlatmaya başlamış olmalı. Diğerleri ise gözleri hala gökyüzünde, ama kulakları hikayecide, anlatılanları dinlemişlerdir. Aralarında gece rüyasında o mevsimin hasatını gören olsa da eminim ki bazıları da dinledikleri öyküyü düşlemişlerdir.
Ben ise rüyamda Zeus ile Leda’yı görmedim. Halbuki İkizler takımyıldızına baktıkça onları düşünüyordum. Zeus’un nasıl Leda’yı baştan çıkarmak için kuğu kılığına girdiğini, aşklarının meyveleri olan Castor ile Pollux adlı ikizlerin dünyaya gelişlerini, ikizlerin denizcilerin hamisi oluşlarını aklıma getirirken bir yandan da kendi kolumu okşadığımı farkettim. Okşanan kolum da boş durmuyor, diğerine uzanıyordu. Sonra bedenimin değişik yerlerini de okşadım. Giderek bu davranışım okşamadan çok kaşıma şeklini aldı. Yıldızların altında düpedüz kaşınıyordum.
Vızıltı çıkarmadan uçan sivrisineklerle ilk olarak o gece, Saroz’da tanıştım. Tanrıları hedeflerken sivrisineklerin arasına karışmıştım. “Ne Leda’nın kuğusu, ne sivrisineğin sokması” diyerek tulumumu bir defa daha topladım ve çadıra geri döndüm.
Çopur’un koynunda bebekler gibi uyumuşum.
YORUMLAR
İlhan Kemal
Küçücük sineklerden kaçıp kocaman köpeğe sarılmanızın hikmeti canınızın yanması mıydı acaba :)
Her zamanki anlatımınızla yine güzel bir öyküydü. Bir an kendimi o çadırın içinde hayal ettim de, köpekle burun buruna. Sineklerden iyidir :)
Tebrikler, selamlar
İlhan Kemal
Öykünüz bana bir an yıldızların altında şarkısını anımsattı. Daha sonra da çadırda yaşamın zorluklarını gözümün önüne getirdi.Çadıra girebilecek böcekleri düşündürttü. Özellikle örümcekleri.
Çocukluk döneminde bir kez çadır tatilim olmuştu. Günlerce örümcek korkumdan uyuyamamıştım.
Dışarda sivrilere yem olmakta var.
Harika bir öykü okudum. Kutluyorum. Sevgilerimle...