- 1080 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MEHMET ÇOK ÜZGÜN
MEHMET ÇOK ÜZGÜN
Okuldan geldikten sonra elini yüzünü yıkadı. Annesi, ona, sevdiği yemekleri hazırlamıştı. Sofraya davet etti. Beraber sofraya oturdular. Babasının sofradaki yeri boştu. Çünkü, babası, şu anda öğle vardiyasındaydı. Annesi de ikindi üzeri iki saatlik temizlik işine gidiyordu. Annesi, Mehmet’in yüzüne bakınca; bir şeyler var diye düşündü. Yarım saatlik bir vakti vardı. Mehmet ile konuşup dertleşmeden edemezdi. Mehmet, aldığı lokmayı gayet isteksiz bir tarzda ağzına götürüyordu. Annesi bütün cesaretini toplayarak:
“Hayırdır Mehmet? Neden çok üzgün görünüyorsun?” diye sordu.
Mehmet “Hiç!” diye içini çekti. Tabaktaki yemeğini kaşıkla karıştırıyordu. Durumun çok önemli olduğunu anlayan annesi:
“Yoksa sınavlardan zayıf mı aldın?” dedi. Mehmet omuz silkerek:
“Hayır zayıf almadım. Hatta matematik sınavından iyi not aldım. İstersen defterime bakabilirsin” diye karşılık verdi. Bu seferde annesi kara kara düşündü. Aklından bin türlü düşünce geçiyordu. Onun soru sormasını beklemeden:
“Büyük tenefüste bir çok çocuk benimle dalga geçip alay ettiler!” dedi ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Annesi yerinden kalktı, ona sarıldı. Öyle bir sarıldı ki, bütün sevgi sıcaklığı Mehmet’e geçti. Annesi, bütün vücuduyla adeta Mehmet’e “Korkma yavrum! Ben senin yanındayım!” der gibiydi. Bir müddet sarılmış halde kaldılar ve içli bir duygu akışı sürdü...
Daha sonra gözlerinden inci tanesi gibi yağmur yağan Mehmet, hıçkırıklarının arasında kesik kesik konuşarak tenefüste başından geçen olayı anlatmaya koyuldu.
“Martin ile Sascha, benim kısa boylu olmamdan dolayı “cüce” diye tempo tutup dalga geçtiler. Halbuki ben sınıfımızdaki Berthold’dan daha uzunum. Onlara cevap veriyordum ki, bu sefer Selma, Sandra ve Katrin, “Ne biçim Almanca konuşuyorsun” deyip söylediğim kelimeleri alaylı bir şekilde tekrarladılar...” Mehmet yine hıçkırıyordu. Onun bir ara susmasını fırsat bilen annesi:
“Neden gidip sınıf öğretmenine söylemedin?” diye sordu. Mehmet içini çekerek:
“O teneffüste nöbetçi olan bayan Rosenstock’a durumu anlattım. O da beni teselli edeceği yerde; “Mehmet, sen de iyi Almanca öğren! Burası Türkiye değil ve burada artık Türkçe gerekmiyor” dedi. Bu söz karşısında ne yapacağımı bilemedim ve kahroldum. Ben o öğretmene hangi sorunumdan dolayı gitmiştim ve bana o nasıl bir cevap vermişti. Sanki beni azarlamıştı” dedikten sonra gözlerinden saganak bir yağmur boşalmıştı...
Anne oğul, hiç konuşmadan on dakika öylece kala kaldılar. İkisi de birbirlerinden geçen sevgi seliyle yaralarını tamir ediyorlardı. Mehmet’in gözyaşlarıyla ıslanmış yanaklarından şapur şupur öpen annesi:
“Başka bir şey diyen var mı?” diye sordu.
Mehmet bir süre düşündü. Aslında söylemek istemiyordu ama içindede kalmamalıydı.
“Bir de Baran ile Ayten, senin temizlik işinde çalışmanı küçük görerek alay ettiler. Henri’de domuz eti yemediğim için dalga geçti. Ama ben onlara bir şey demedim. Diyecek olsam da aslında söylenecek çok şey var” dedi ve sustu.
“Onların nesi var?” diye annesi merakla sordu.
“Söylemek istemiyorum anne! Dün İslam Dindersinde alay etmenin çok büyük bir günah olduğunu öğrendik. Ben günah işlemekten korkuyorum anne!” dedi ve annesinin boynuna sarıldı. Bu duruma annesi çok sevindi ve içi rahatladı.
Halil GÜLEL
YORUMLAR
Almanya'da yabancı, Türkiye'de alamancı. Bu sıkışmışlığın bir yansımasıydı sanki okuduğum. Köklerine sağlam bağlar ile tutunmuşların öyküsüydü. Fakat final yazıya oranla biraz eksikti gibime geldi. Böylesi sarıp sarmalayan bir yazının finali daha doygun olsaydı ne iyi olurdu dedim içimden. Haddimi aşmadığımı umuyor, saygı sunuyorum çokça.
Halil GÜLEL
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Sonuç bölümünü özellikle okuyucuya bıraktım. Farklı kültürün çatışması ve özellikle aile içi yetişmenin birer kare verilişidir. Yorumunuz için tekrar teşekkür ederim. Sevgi ve selamlarımızla...