- 555 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Fiyonklu Bir Öpücük
Bu çocuk benle kafa buluyor. Sadece kafa bulsa neyse, bir de tipsizliğiyle bana caka satıyor. Kendini bir şey sanıyor. Kulağında telefon. Beni görünce biriyle konuşuyormuş gibi yapıyor. Şöyle yaparım sana, böyle yaparım seni, diyor. Ne laflar ne laflar. Bu mafya ağzını birinden öğrenmiş elbet. Ömrümde duymadığım laflar. Konuşurken yan gözle beni kesiyor. Elini kolunu sallıyor. Omuzlarını dikleştiriyor. Toza toprağa tekme savuruyor. Pek bir tafralı canım. İnadına gözümü almıyorum üstünden. Gelsin, ne bakıyorsun, ayı mı oynuyor, desin. Ama pek bir mesut. Birilerin bakması hoşuna gider tabii. Boş tribüne mi oynasın. Biraz ilerlese kafasını çevirip bakıyor hâlâ ona bakıyor muyum diye. Pipet kadar boynu var zaten. Daha fazla bakmaya devam ederse boynu kopacak. Bir de bu yaşta sinir sahibi olmuş. Sanki küçük bir mafya beyi kerata. İki sefer yanımdan geçti, üçüncüde dayanamadım çağırdım.
“Ne oldu, kime kızıyorsun böyle,” dedim.
“Bizimkilere kızıyorum,” dedi.
“Kim sizinkiler.”
“Annemler. Yer bulmaya çalışıyorum onlara.”
Bu kalabalıkta yer bulması mümkün değil. Boşuna sinirlerini yıpratıyor bacaksız. Ona diyorum ki; “Boş ver abicim sen sizinkileri. Onlar bakarlar başlarının çaresine. Sen git yaşıtlarınla takıl. Bak kimi sallanıyor kimi kayıyor kimi top oynuyor. Basketbol oynayan bile var. Niye çocukluğunu atlıyorsun.”
“Yok, biz geçtik o çağları,” diyor.
Kaç çağ geçirmişse! Sivri omuzlarıyla dünyanın yükünü taşıyor mübarek. Tavırları komiğime gidiyor. Biraz eğlenelim bahanesine lafa tutuyorum ama ağzı fena bozuk. Arada öyle şeyler söylüyor ki kızarıp bozarıyorum. Ben renklendikçe o matlaşıyor.
“Aaa asma suratını ama, diyorum. Bak, hiç sevmem asık suratlıları. Hadi gül biraz.” Çenesini avuçluyorum. Yanaklarını gamzelerinden bastırıyorum. Dudakları öne doğru büzülüyor. O dudaklarla bana, “dünya boktan bir yer,” diyor.
“Şşşttt çok ayıp ama.”
“Ben etrafı bir kolaçan edeyim. Bizimkiler yer bulmuştur belki” diyerek tüyüyor.
Topuklarını yere değdirmeden yürüyor. Nasıl da zayıf Ya Rabbim! İnsanın çıkarıp etinden budundan veresi geliyor. Bir de on iki yaşındaymış. Atıyor bence. Taş çatlasa dokuz yaşındadır. Üstünde iki beden büyük kısa kollu bir tişört var. Ama onda yarım kollu gibi durmuş. Tişörtün boyu neredeyse şortunun hizasında. O çelimsizliğiyle bir de kabadayılara özeniyor. Onu öyle arkadan seyrederken başlıyorum daha kaç fırın ekmek yemesi gerektiğini hesaplamaya.
—Şşşşttt! Artist! Gelsene bi.
—Artist değilim ben.
—Nesin peki?
—Güçlüyüm ben. Polat Alemdarım.
—Amannnn nesi güçlü onun be. Gördüm ben onu. Hiç kası yoktu. Kız gibi elleri var. Öyle kahraman mı olurmuş.
—Tabancası var dedim sana.
—Daha demedin. Hem olsun tabancası. Benim kahramanlarımın da kılıçları var. Benim kahramanlarım Polat Alemdar’dan bile güçlü.
—Kim ki senin kahramanların? Kılıçları mı var?
—Olmaz mı?
—Olsun. Polat Alemdar kılıçları bile yener.
—Yok ya. Sen Battal gaziyi biliyor musun? Battal gazi bir kükredi mi dağ taş yerinden oynar. Ulubatlı’yı biliyor musun? Saad bin Vakkas’ı?
—Polat’ın da adamları var. Memati var. Abdulhey var.
—Ne öyle Memati. Memati diye isim mi olurmuş. Saad bin Vakkas’ın Ebu Mihcen’i var. Ebu Mihcen’in atını bir kükretişi var ki… düşmanın üzerine öyle bir atılışı var ki… aklın şaşar görsen.
—Polat Alemdar’ın da cipi var. O da çok hızlı gidiyor.
—Olsun. Benim kahramanlarımın da atı var. Hem at daha karizma.
—Cık. İşe yaramaz. Atla her yere giremezsin. Ama ciple düşmanının evine bile girersin. Taş duvarı yıkar geçersin. Senin kahramanların güçsüz. Onlarla savaşa girme bence. Yenilirsin.
*
Çok eğlenceli bu ufaklık ya. Deli oldum deli. Yerinde duramıyor. Bir tur daha atayım, diyerek gitti. Bir daha da görünmedi. Kalabalık yüzünden karıştırmış olabilir. Bütün şehir iftar için buraya akmış. Oturacak yer bulamayanlar yaygılarını çimlere sermiş. Normalde çimlere basmak bile yasak ama bugün özel bir gün. Bu kalabalığa Başkanın verdiği iftar sebep olduğundan bekçilerin düdükleri sus pus. Yetkisiz bakışlarla yasak delicileri seyrediyorlar. Bizim de artık kalkmamız gerekiyor. Ama aklım şu ufaklıkta kaldı. Bir kere daha görmeyi öyle istiyorum ki. Nasıl da adını soramadım. O günden sonra ne zaman oradan geçsem gözlerim hep onu aradı. Sonunda bugün gördüm onu. Bir iş için oradan geçiyordum, baktım tel bacaklı biri dolanıyor ortalarda. Bir koştum peşinden. Çekip bir banka oturttum. Sormak istediğim o kadar çok şey var ki. Hay Allah. Adından mı başlasam, nerden başlasam? Ama karşımda çelimsiz, gözleri katıksız bir çocuk var. Çocukların sevdiği yerden başlamalıyım.
—Kaçıncı sınıfsın sen?
—Yedinci sınıfa geçtim.
—Seviyor musun okulu?
—Okul boş iş ya. Sevmiyorum okulu.
—Niye? Öğretmenler mi kötü, dersler mi sıkıcı?
—Kızlar sıkıcı.
—Neden? Beğenmiyorlar mı seni?
—Gıcık ediyorlar beni. Ben de saçlarını çekiyorum hepsinin. Geçende yan sınıfın başkanını tavlamaya çalışan kızın alnına şaplak attım. Alnı kızardı kızın.
—Ama sen kızın güzelliğini bozarsan olmaz ki. Sonra nasıl kendini o çocuğa beğendirecek.
—Zaten güzel değil. Sınıf başkanı başka kızı beğeniyor.
—Senin beğendiğin biri yok mu?
—Eskiden vardı şimdi yok.
—Niye? Kızlar güzel değil mi?
—Sen daha güzelsin.
—Ne?
—Kirpiklerin çok komik.
—Nesi varmış kirpiklerimin.
—Hiç öyle kirpik görmedim.
—Gözümü çıkarıcan, napıyorsun.
—Özür özür.
—Deli şey seni.
—Ödeştik işte. Sen de bana böölee yapmıştın. (yanaklarını içeri çekiyor)
—Ben sevdiğim için yaptım. Genelde sevdiğim çocuklara öyle yaparım.
—Ben çocuk değilim. Ağır abiyim.
—Boş ver sen şimdi ağır abiyi filan. Adın ne senin? Adını söyle bana.
—Senin adın ne? Önce sen söyle.
Çok kurnaz bu çocuk ya. Gözleri fıldır fıldır. Mahalledeki çocuklarla takışmış. Çok dertli benim beyzadem. “Baktım olmuyor, çete kurdum ben de,” diyor. Kurduğu çete -kendisi hariç- iki kişiden oluşuyor. Zavallıcık, davası için yeterli yandaş bulamamış. Sağ kolum dediği çocuğun lakabı memati, diğerinin lakabı abdülhey. Çetenin adı ise kurtlar çetesi. Aman ne buluş. Dedim; “Ne bu böyle, taklitçi olmuşsun. Gel sana sıfırdan bir ad bulalım.” İstemedi beyefendi. Böyle iyiymiş. “Ağzım alıştı bir kere.” Yesinler ağzını.
“Ben bir tur atıp geleyim.”
“Otur şimdi, rüzgârlı hoca seni. Ne güzel laflıyoruz burda.” Tınmıyor bile.
“Gelirim az sonra.”
Hâlâ topuklarını yere değdirmeden yürüyor. Giydikleri birkaç beden büyük gelmiş. Seviyor bu çocuk büyük olmayı, büyük gibi davranmayı. Arkadan yürüyüşünü seyrediyorum. Hâlâ ağır abi olması için pek çok şeyinin eksik olduğunu düşünüyorum. Cılız kolları gözüme yine parantezler gibi görünüyor. Bu parantezlere bakıp arkasından kıkır kıkır gülüyorum. Kafamda onu cümle içinde resmediyorum; Aç parantez sıska gövde kapa parantez. Hah hah haaa…
*
O gittikten sonra börtü böceği fotoğrafladım. Biraz etrafı seyrettim. Bir telefon görüşmesi yaptım. Hâlâ gelmedi. Sanırım bir yerlere takılıp kaldı. Daha fazla beklemek istemedim. Tam banktan kalkıp dönüyordum ki arkamdan biri, gidecek misin, dedi. Baktım o. Kafayı fıskiyeli havuzda ıslatmış. Omuzlarından aşağı sular damlıyor. Tişörtü kaburgalarına yapışmış. “Ne yaptın sen,” dedim. “Yanıyorum da. Serinleyeyim az,” dedi.
“Ne serinlemesi, pis sulara girmişsin. Bekçi yok muydu orda. Her yerin ıslanmış.”
“Şeker değiliz endişelenme. Kurur şimdi.”
Ne endişeleneceğim. Çok derdimdeydi. Haylaz çocuklar. Fıskiyeli havuza girmeyin diye o kadar bağırıyor bekçi, hâlâ bir yolunu bulup giriyorlar. Ne desen kâr etmiyor bunlara. Ben de artık bir şey demedim. Çantamı koluma astım. O da tişörtünü çıkarmakla uğraşıyordu. Çıkardı, suyunu sıktı. Ben de onu seyrediyorum. Çevredeki kadınlar, çocuklar da ona bakıyor. Bir deri beri kemik Allah’ım. Annem görse bunu, karakoncolos, derdi. Ama ben Afrikalı derdim sarışın olmasaydı.
“Hiç yemek yemiyor musun sen be. Şuna bak, kemiklerin sayılıyor. Çocuk dediğin biraz tombik olur. Yanakların bile sıkılmıyor senin.”
Eğilmiş, yanaklarını sıkmaya çalışıyordum. Elime kemikten başka bir şey gelmedi. Ben de yanaklarını, bütün çocuklara yaptığım gibi, iki yanından bastırdım. Dudakları öne doğru büzüldü ve bir fiyonk gibi düğümlendi. Hiç sesi çıkmıyordu. Ama gözlerinden belliydi kızdığı. Onun kızgınlığı bana komik geliyordu. Bu yaşta nereden öğrenmişti böyle kızmayı. Kıkırdayıp duruyordum. İkindi güneşi yüzünün sağ yanına vuruyor, ayva tüyleri altın gibi parlıyordu. Güzel bir fotoğraf karesiydi. Elindeki tişörtü havaya kaldırıp bir iki salladı. Salladıkça sağ yanağında kısa gölgeler oluşuyordu. Gölgelerin derinleştiği bir esnada Converse’lerinin ucunda yükseldi ve dişlerimin üzerine bir fiyonk kondurdu. Etraftaki kadınlar çığrıştı, çocuklar bakakaldı.
Zeynep Hicret
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.