- 1630 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 16
Aşk da tıpkı bir kumar oyunu gibidir. Her ikisinde de bir eşe ve biraz cesarete ihtiyacınız vardır. Elinizdeki kartlar bir bir açılırken dayanmak için taştan bir kalp ve blöfünüze karşı yüzüne gülerek rol kesebilecek bir rakip gerekir her zaman.
Anlamıştım işte; bazı şeylerin ne izahı oluyordu ne de mizahı. Beni mumun etrafında döne döne yanan pervane misali sinekler çekerdi hep bir de içi kıpkırmızı kalpler. Sen ise her renk kızları severdin birde asla elinden çıkarmadığın bacaklarını. Uzun zaman önce oynanan bir oyundu bu. Yıpranmış kartlar ve kazananı olmayan oyunlar ikimize de yetmişti. Vakit dünden sonra yarından önceydi…
“Taştan Kalp”
BÖLÜM 16
İşte! İlk kez bende nefret olduğunu sanmıştım. Tek bildiğim nefretti. Dünyamı nefret sarmıştı, nefes almam bile nefret doluydu. Ve sonra bir şey oldu, sana olduğu gibi.
Kabul etmeliydim ki; maskem o gün karşımdaki potansiyel zekâ tarafından yarıya indirilmişti. Ama tamamen düşmüş sayılmazdı. İçten içe hayran olduğum özelliklerine şimdi bir yenisi daha eklenmişti. Zekân…
Omzunun üzerinden meraklı şekilde bize bakan üç çift göz bana oyun grubunun yeni eğlencesi olmama ramak kaldığımı söylüyordu. Ya kabul edecek ve kendimi bu Bremen mızıkacılarının insafına bırakacaktım ya da her zaman yaptığım ve bu konuda oldukça iyi olduğumu bildiğim tek şeyi yapacaktım. İnkâr… Sonuna kadar inkâr…
Gerçek sevginin dilsiz olduğunu okumuştum bir kitapta. Dilsiz ve sessiz. Senin sesin ise maşallah kulakları sağır edecek kadar güçlü çıkıyordu. Ben kör ve dilsiz, sen güçlü ve alaycı. Bu işte bir yanlışlık vardı. Aslında yanlışlık tam karşımda benden cevap bekleyerek oturmakta ben ise kendimden beklediğim o cevabı bulamamaktaydım. Bazen o kadar çok istiyordum ki keşke ayaklarım yerine kocaman şekilsiz ellerim olsaydı. O zaman içimde biriken tüm hırsımı çekinmeden atacağım okkalı bir tokat alırdı. Ya da mesela kocaman bir kalbim olsaydı. Bütün yaptıklarını bir bir içine alsaydı. Gönlümü çalan edaları ve başıma açılan belaları utanmadan ve sıkılmadan sığdırsaydı. Ama benim küçük ellerim ve taştan bir kalbim vardı. Kim derdi ki; taştan bir kalp sevmekten anlamazdı. Taştan bir kalp sizi her zaman bağrına basardı…
Bakışlarım yine arka çaprazımızda oturan sevimli gruba kaydığında üçlünün arkasında oturan ve ilgiyle bize bakan bir başka göze kitlendi. Diğerlerinden farklı bakan bu gözler bana istediğimi vermişti. Şimdi top benim hava sahama girmişken ağlarla buluşturmamak olmazdı. Hiç böyle hayal etmediğim yakınlaşmamız farklı bir boyut almıştı. Masada duran maskeyi elime alıp usulca çevirirken “Aslında haklısın bende ilk ne olduğunu anlamadım. Geçer sandım ama geçmiyor işte. “ağzımdan çıkan ilk cümle olmuştu.
Yüzündeki gülümseme yayılırken “Bırak geçmesin” diye cevapladı.
“Bak nasıl anladın bilmiyorum ama belki de haklısın ve sanırım bana senden başkası da yardım edemez şu anda.” Tahtaya bir şeyler çizen hocaya bakarken ekledim. “Peki karşılıklı mı hislerim?”
“Kesinlikle.” diye söze başladı. Göz ucuyla onun koyu gri gömleğinin katlanmış kolları ile oynadığını görebiliyordum. “Aslına bakarsan bende sana ne bileyim tuhaf olmadığın o zamanlar haricinde yani sen ve ben belki…” Sözünü kesmenin tam zamanı olduğunu senin ite kaka çıkan kelimelerinden ve benim kızarmaya başlayan yanaklarımdan anlamıştım. Yüzündeki o uzun zamandır asılı duran gülümsemeni soldurmanın zamanı gelmişti. Hatta çok bile eğlenmiştin sen ve arkadaşların. Elimi kaldırıp kolunu tuttuğum o anda sesimi seyircilerimizin duyması için bilerek yükseltmem sırf sizin iyiliğiniz içindi. Ah! Ben nerden bilebilirdim ki konseptin drama değil de komedi olduğunu.
“O zaman sen bir ağzını yokla.”dedim içimden türküler söylerken.
“Anlamadım?”
“Sen diyorum Erdi’nin bir ağzını yokla. Hem bana bu kadarını borçlusun. Beni itiraf etmeye zorlayan sendin unutma.”
“Ne yani sen şimdi bizim Erdi’ye mi?” Ağzının bu beş karış açık hali oldukça hoşuma gitmişti. “Sen dün akşam yani arayan?” Yaşadığı hayal kırıklığı yüzündeki gülümsemeyi silip götürmemekle kalmamış yerine ağır bir öfkeyi bırakmıştı.
“Hangi akşam? Ne diyorsun ya? Hey nereye?” Kolunu tutmam boşa bir çabaydı. O yüzden bende hiç denemedim. Kolunu elimin altından çekip giderken ardından sadece acı acı gülümsedim. Ufak tiyatrosunun renkli başkanı misali sıralarına oturduğunda kulaktan kulağa akmasını beklediğim replikler ağzından dökülmedi.
Yerine oturup başını önüne eğdiği o anda unuttuğu tüm replikleri önüne tek seferde bıraktım. Söz dinlemez defteri bile benimle iş birliği yaparak havada tek tur dönüşle önünde enine reverans yaparken ben bu aşkı bağrıma basacaktım.
*****
Sadece üç gün sonra yurdun meşhur televizyon odasında çoğunluğa ayak uydurmuş New York’ta geçen bir romantik komedi filmini izliyordum. Noel arifesinde karşılaşan iki kişinin birbirlerine notlar bırakarak aşkı tesadüflere bıraktıkları süreci anlatan bir filmdi. Asıl tuhaf ve bir o kadarda güzel olan eğer gerçekten birbirleri için yaratılmışlarsa bir gün yollarının kesişeceğine inanıyor olmalarıydı. Bu yüzden esas kızımız Sara telefonunu bir kitabın içine yazarak onu rastgele bir kitapçıya, esas oğlan Jonathan ise telefonunu beş dolarlık bir banknota yazdıktan sonra bir sokak satıcısına vermişti. Eğer kader tekrar karşılaşmalarını isterse, kitap Jonathan’ı, para da Sara’yı bulacaktı. Allah’ım ne romantik.
Filmin sonuna doğru kaderin tekrar ortaya çıktığı bir sahnede harikulade bir buz pistinin ortasında yatan adamı izlerken tırnaklarımın yarıdan fazlasına elveda demiştim. Omzuma aniden değen elin sahibini görmek için başımı kaldırdım. Aynı bölümde okuduğum Neslihan elinde bir avuç çekirdekle gelip yanıma oturduğunda en heyecanlı sahnede bu yapılır mı diye içten içe veryansın ediyordum.
“Naber nasılsın? Dünden beri sana bakıyorum. Ortalarda görünmüyorsun?”
Neslihan’ın sorusunu filmin bir karesini bile kaçırmamaya kararlı olduğum televizyondan çekmeden cevapladım. Umursamaz şekilde çıkmasını istediğim ses tonum omuz silkme hareketim ve başımı hafif deli gibi sallamamla umurumda değil ifadesine dönüşüvermişti. “Buralardayım işte ya.” Yanımda oflayıp puflamaya devam eden kıza bir elimi uzatıp “Dur şimdi gelecek.” diyerek susturdum. Zira sahne önemliydi. Hayatta insanın karşısına tıpkı filmlerde olduğu gibi yıldızların altında ilan-ı aşk eden adamlar çıkmıyordu. Bizim karşımıza yaşadığı durumu oynadığı mahalle maçında bir gol atmış gibi arkadaşlarına göğüs atarak kutlayan patlak gözlü forvetler çıkıyordu.
“Şu filmi izlemeyi iki dakika bırakır mısın lütfen.” Neslihan yüksek sesle dile gelince odada tıpkı benim gibi kafasını televizyondan çevirmeden izleyen kalabalıktaki kızlardan biri “Şşşşt. Yavaş olun.” diye uyarıda bulundu. Neslihan onların görmeyeceğini bilse de eliyle özür işareti yapıp yanıma daha da sokuldu. “Benim sana söylemem gereken bir şey var. Ben sadece elçiyim Aslıhan. O kadar çok ısrar etti ki daha fazla kıramadım.”
“İyi yapmışsın iyi.” Filmdeki mahcup Jonathan sonunda dile gelmişti.
“Sonunda söyledi söyledi işte.” Neslihan’a dönüp televizyonu işaret ederek mutluluğuma ortak etmeye çalışıyordum. Anlaşılan Neslihan fazlaca sıkılmıştı. Tamam! Kızın canına tak etmişti işte. Ama bunun için ayağa kalkıp televizyon odasının ortasında bağırması gerekmiyordu.
“Evet söyledi. Erdi dün gelip bana seni sevdiğini söyledi. Sanırım aldığı bir istihbarata göre sende ondan hoşlanıyormuşsun. Şimdi söyler misin bana ona ne cevap vermeliyim?” Televizyona kitlenmiş yaklaşık on kafa aynı anda bize doğru döndü. Televizyondaki öpüşme sahnesinden bile daha fazla reyting yapıyordum şuan da.
“Ne! Ben mi hoşlanıyormuşum. Güldürme beni.” İşte bir umursamaz hareket daha. Kafamın içinde hızla geriye saran bir film beni iki gün önceki analiz dersinde cam kenarında oturduğum sıraya kadar götürdü. Ah Lanet olsun. O gün atıp tutarken ne düşünüyordum acaba? Tabii ki en hızlısından paçayı kurtarmayı düşünüyordum. Anı geçiştirmeyi. Mutlak sonu geciktirmeyi. Önce tepemde dikilen kıza ardından da karşımdaki seyirci grubuna gülümsedim.
“Sizce yakınlarda açık bir buz pisti var mıdır?”
*****
Stres dolu bir gün daha başlamak üzereydi. Yine tam dört saat ders dinlermiş gibi yapmak, ona bakmamak için tam tersi yöne doğru başımı tutmak ve en kötüsü artık âşık biri gibi davranmak zorundaydım. Bu defaki soru bildiğim yerden de gelmemişti üstelik. Platonik bir âşıkta değil karşılık bir aşkın kahramanı olmak üzereydim. İnsan hem sevip hem de sevilince nasıl hissederdi ki? Güzel bir şey olmalıydı herhalde. O yüzden tüm gün gülücük dağıtmak fena olmazdı. Her zamanki gibi oldukça sade giyinip kalemle tutturduğum harika saç modelimle kızlardan evvel okulun yolunu tutmuştum. Kimse bu âşık halimi görmemeliydi. Tanrım taklidi bu kadar zorsa aslı kim bilir nasıl çetrefilliydi? Hızlı adımlarla on beş dakikalık yolu beş dakikada alıp okula varan son dönemeçte aniden önüme atılan biriyle burun buruna geldim. Merak etmeyin kitaplar elimden düşmedi. O da eğilip bana yerdim etmedi. Bunun yerine bana geniş bir gülümseme gösterdi. Ben demiştim ama âşık insanlar gülerdi.
“Merhaba, ben de istasyonun diğer tarafından senin geldiğini görünce yetişmek istedim.” Nefes nefese hali ne kadar istekli olduğunun en büyük göstergesiydi. Çocuğun burnunun ucunda çıkan büyükçe bir sivilceye takılan gözlerim bir an şaşı beş olup fark ettiğini anlayınca yoldan geçen arabalara kaydı.
“Tam da zamanında çıktı değil mi?”
“Ne?”
“Sivilce diyorum tam da zamanında çıktı. Benim hep böyledir ama ne zaman stres yapsam hormonların fazla çalışır.”
“Yaaa.”Gülerek ona eşlik ederken kendimi az ötemizdeki istasyona yaklaşmakta olduğu sesinden belli olan trenin altına atmak istedim.
“Sana bir kahve ısmarlayabilir miyim?” Erdi’nin bu sorusunun üzerine ikiletmeden “Evet” diye atıldım. Tüm öğrencilerin geçtiği şu yol üzerinden bir an önce uzaklaşmaktan başka bir şey istemiyordum.
On dakika sonra okulun kafeteryasında kahve yerine çay getiren şaşkınla birlikte muhabbet ediyorduk. “Neslihan senin olumlu baktığını söylediğinde inan çok mutlu oldum ama beni asıl havalara uçuran şey Mert’in söyledikleri oldu.” Yüzümdeki âşık kızın gülümsemesinin yavaş yavaş yok olmaya başladığını hissettim. “Ne-ne dedi ki?”
“Açıkçası ben Mert’le senin aranda bir şeyler olduğunu sanmıştım. Sonra aslında benden hoşlandığını öğrenince inanamadım.”
“Yapma ama Mert ve ben mi?” Bu olsa olsa Scarlett O’Hara ile Dracula aşkı kadar imkânsız olur.” O ana kadar hiç bu kadar içten gülmek için çabalamamıştım. Onu kapıda dikilmiş bizi izlerken gördüğümde milyonları kahkahaya boğan bir filmin en komik esprisindeydim. Uzun süre göz ucuyla onu takip ederek güldüm. Artık karnım içten gelen değil kasmaktan gelen bir acı yüzünden ağrıyınca elimi karnıma doğru götürerek yüzümü buruşturdum.
“Merhaba çifte kumrular”
“Merhaba kardeşim”
Vay vay vay ne zaman kardeş oldu bunlar? Umarım kardeş olmak için bir kız ayarlamak yeterli olmamıştır. Kucaklaşmaları bitince bende gülümseyerek sevgilimin kardeşine merhaba dedim. İkili sohbete devam ederken bende huyum kurusun ilgilenmiyormuş gibi yaparak çayımı yudumluyordum. Şerbetten farksız çay ağzıma dolunca aptal âşık modumun açık kaldığını fark ettim. Tanrım bu çocuk çaya kaç şeker atıyordu böyle? Aşkmış peh! Hormonlarının neden coştuğu belliydi.
“Akşam geliyorsunuz o zaman?”
“Tabii. Geliyoruz” tereddüt eden yüz sonunda bende tercih kılıp sordu “Akşam cafeye gideriz değil mi?” Yahu ne zaman biz olduk biz ve ben ne zaman bu çocuğa evet dedim ki!
“Evet canım tabi gideriz.” Gülen gözlerimin ardından akşamın bir saati balkondan aşağı sarkan çeşitli uçuş pozisyonlarım geçiyordu.
“Sen çıkabilecek misin Aslıhan?” İşte bel altı bir darbe gelmişti.
“İlahi Mert sen bizim yurdu hapishane sandın galiba. Bizim yurdumuzun sahibi modern, kültürlü, anlayışlı Türker Bey. Biz istediğimiz saatte girip çıkabiliriz.”
“İyi sizin şu modern, kültürlü ve anlayışlı Türker Bey eminim kendi cafesinde bayanların kumar oynamasına da karşı değildir.”
“Neeee?”
Aynı akşam sekiz sularında yurdun girişindeki yazıhanenin kapısının önündeydim. Başımı usulca çıkarıp göz ucuyla ufak odayı taradığımda Türker Amca’nın tüm şirinliği ile yerinde oturduğunu gördüm. Yok, buradan görünmeden kapıya ulaşmanın imkânı yoktu. Ama bir yolu vardı. Daha önce denediğim bir yolu. Giydiğim topuklu ayakkabıların olabildiğinde zeminde ses çıkarmamasını sağlayarak tüm kirli işlerin döndüğü odaya girip kapıyı kapattım. Odanın bir ucunda kalan boy aynasına doğru hızla ilerleyip önüne gelince üstümü başımı kontrol ederken dalgalı saçlarımı elimle kabarttım. Aynaya doğru yaklaşıp rujumun dişlerime bulaşıp bulaşmadığını kontrol ettim. Rimelimde akmadığına göre sanırım hazırdım. Şimdi yapmam gereken işte tam böyle bir sandalyeyi şuraya doğru sürmek ve işte tam böyle üzerine çıkmaktı. Kilo almayan bünyeme şükredip geçen sene olduğu gibi kolayca diğer tarafa geçmeyi başarmıştım.
Sahnesi az önce biten bir assolist misali ufak adımlarla o akşam için düzenlenmiş salonda ilerledim. İçeride sayılı kişinin olduğu mekân gece için özel olarak kapatılmıştı. Türker Amca’nın böyle bir organizasyona nasıl olup ta izin verdiğini düşünen ben kısmen rahatlamıştım. En azından konusunu bilmese de kendi yerinde yapılan bir etkinliğe daha sıcak bakardı ama değil mi?
Cam kenarındaki masanın başında toplanan tanıdık yüzler benim varlığımı fark etmiş olacaktı ki hepsi teker teker bana döndüler. İçlerinde beni en çok cezbeden bir adım öne çıkarak bana bile yabancı olan görüntüyü baştan aşağı süzdü. “Yine bildiğin yoldan mı geldin?” Başıyla bizim malum sahne arkası kapısını tarif ediyordu.
“En iyi bildiğin yol en kestirme yoldur derler.” Koyu renk rujlar iyiydi, konuşurken yeterince dolgun görünüyorlar mıydı acaba? Etrafa göz attığımda Furby’in grubundan birkaç kişi ve az ötede oturan kendi halinde bir başka grup gördüm.
“Erdi yok mu?” Loş ışıkta seçemediğim bir figür kalıp kalmadığını son kez kontrol etmek için ortamı yavaşça taradım.
“Henüz gelmedi.” Ellerini birbirine çarparken kısmen biraz daha sevimli görünüyordu. Aniden bana dönerek sorduğunda hazırlıksız yakalanmıştım. “Bir şeyler içer misin?”
“Ayır!” Ayır mı? Lanet olsun yine aynı şeyi yapmıştım. Panik halinde verdiğim her hayır cevabı ağzımdan ilk sessiz harfi düşmüş olarak çıkardı.
“Peki tamam o zaman özel bir oyuna ne dersin? Yani herkes gelene kadar.”
“Ne oynayacağız?”
“Mesela elli bir”
“Ellibir eşli oynanır.”
“Her zaman değil. Hem benim bir eşim yok.” Şimdi gerçekten birini arar gibi sağa sola bakınan yüzü ardından bakışlarımla kesişmişti. “Senin eşinde henüz gelmediğine göre, benden bir farkın yok.”
Gülümsedim. Hayır bu daha çok bir kahkahaydı.
Hemen önümüzdeki masanın sandalyesini çekip oturmamı bekledi. Bu ahlaksız centilmeni bekletmek hem sevap ama aynı zamanda da günahtı. Oturduğum an yanlış yaptığımı bilsem de söz konusu sen olunca bana her şey mubahtı.
Karşıma geçip oturduktan sonra elindeki kartları karıştırırken her günkü sohbetlerimizden birini yaparmışız gibi sordu bana “Neyine oynuyoruz?”Omuzlarımı silkip mantıklı bir cevabım olmadığını belirttim. Benim bildiğim son iddia kazandığımda koşup bakkaldan gazoz aldığım zamanlarda kalmıştı. Kartların yeteri kadar karıştığını düşündüğünde masaya koyarak “Kes” dedi. Kestim bende hem kartları hem de sesimi. O fısıltıyla karışık konuşurken de hiç itiraz etmedim. “Kaybeden bu gece kazananı arar.”
Etrafımıza toplanan çoğunu tanıdığım insanlar başımızda ufak bir kalabalık oluştururken ben her şeyimi bu oyuna verdim. Hızlı başlayan oyun aynı hızda sona erdi. Sinekler havada uçuştu. Kupalar aklımızı çeldi. Ellerimizde kalan sayılı kâğıdı heyecanla toplarken kartların üzerinden sadece bir saniye göz göze gelmiştik.
Bence aşk da tıpkı bir kumar oyunu gibiydi. Her ikisinde de bir eşe ve biraz cesarete ihtiyacınız vardı. Elinizdeki kartlar bir bir açılırken dayanmak için taştan bir kalp ve blöfünüze karşı yüzüne gülerek rol kesebilecek bir rakip gerekirdi her zaman.
Anlamıştım işte; bazı şeylerin ne izahı oluyordu ne de mizahı. Beni mumun etrafında döne döne yanan pervane misali sinekler çekerdi hep bir de içi kıpkırmızı kalpler. Sen ise her renk kızları severdin birde asla elinden çıkarmadığın bacaklarını. Uzun zaman önce oynanan bir oyundu bu. Yıpranmış kartlar ve kazananı olmayan oyunlar ikimize de yetmişti. Vakit dünden sonra yarından önceydi…
Elimizdeki kartları yere açarken aynı anda iki ses nefesini tutmuş meraklı seyircilere bekledikleri cevabı verdi.
“Yirmi bir”
“Yirmi iki”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.