- 1341 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mavi Yelek Mor Düğme
Şadiye hanımın “Mükerreeemmmm!!! ” diye çığıldayan tiz perde sesi, avlunun yer yer siyaha çalan, eski Ermeni taş ustalarının özenle yonttuğu yivli blok taşlarını zangır zangır titretip, yeri göğü şöyle bir aceleyle tavafladıktan sonra şehri çepeçevre sarmalayan yeşil çayırları da bir çırpıda aşıp, nihayet başı karlı ulu dağlara çarparak yankılandığında vakit, kaçınılmaz Temmuz sıcağında kavrulan bir Erzurum öğleden sonrasıydı.
Kurdu kuşu börtüsü böceği ağacı yemişi hatta kuyudaki suyu bile sıcağın rehavetiyle, bulduğu en gölgelik yere postu sermiş, karnı tok sırtı pek bir evin ayrıcalıklı mensubu olmanın keyfiyle pinekliyorlardı.
Evin elliyedi adımda biten avlusundan, ki bu rakam kimin adımlarını saydıklarına göre değişiyordu elbet ama Mükerrem iki ablasının öne sürdüğü bu saçma mantığı kabul etmediği için kendi adım sayısı olan elliyedide ısrarlıydı.
İşte bu avludan sokağa açılan ağır eski kapı, küçük parke taşlarıyla kaplı yolun hemen karşısındaki türbe penceresini, hatta biraz dikkat edilirse içerdeki muhterem zatlara ait sandukaları dahi görüyordu. O nedenle kızlar, duanın, hatim indirmenin, mukabelenin eksik olmadığı evde her tür dini ritüele yakın olmalarına ragmen, bu türbenin, kapının tam karşısında olmasından ürker, o sebep sokak kapısına pek yanaşmazlardı.
Böylece Mükerrem’in, o öğleden sonra, anasının gazabından kurtulmak için sokak kapısının hemen dışındaki dut ağacının dallarında çöreklenmiş olabileceği kimsenin aklına gelmedi.
Bulunduğu yerden avluyu tam göremese de, anasının bu yaz sıcağında bile ayağından çıkarmadığı o kalın çorapların üstüne taktığı takunyalarla taşları tangır tungur arşınlayıp kendisini fellik fellik aradığını duyabiliyordu.
Elindeki kömeyi dişlerinin arasında çekiştirerek bir tutam kopardı, tanıdık mayhoş tada bulaşmış ceviz içleri küçük yanaklarında dalgalanmalar oluştururken, koyu kestane bukleli saçlarının çevrelediği esmer güzel yüzü terden parlıyordu.
Ablaları ortalıkta yoktu, yoksa çoktan bu pek de gizli olmayan saklanma yerini bulmuş, analarına zevkle ispiyonlamışlardı. Büyüklerin ne oyundan, ne oyalanmaktan, ne parlak fikir üretmekten anlamadıklarını biliyordu, hepsi ne kadar sıkıcıydı.
İstanbul’dan gemilerle Trabzon’a, oradan da kuş uçmaz sarp dağ yollarını kimbilir ne vasıtayla geçerek Erzurum’a ulaştırılan çeşit çeşit kumaşlar, incikler boncuklar, parlak satenler, ipekler, şapkalar, eldivenler ve daha neler neler, Taşmağazalardaki esnafa dağılmadan önce onların evine gelirdi.
Anası, büyükannesi, haset halaları, teyzeleri ve daha bir sürü çeşit akraba kadın, çoluk çocuğu torun tombalağı peşine takarak bu envai mala üşüşür, İstanbul Pera’daki hemcinslerinden çok daha zevkli seçimlerle talan ettikleri sandık ve bohçaları, beğenmeyerek bıraktıkları dallı güllü basma ve pazenlerle, geri kalan ahali de sebeplensin diye Taşmağazalara yollarlardı.
Mükerrem’in koyu kahverengi gözlerindeki her daim dağınık dikkati, ablaları başta olmak üzere bütün akraba çocuklarının bayıldıkları bu aylık hengameye bir kaç dakikadan fazla vakit harcamazdı. Mutfaktaki yardımcı hatunların bile kapı eşiklerinden hanımlarını zevkle seyrettikleri bu rengarenk panayır sürerken Mükerrem, örgü malzemelerinin saklandığı dolaptan bir tutam renkli yün aşırır ve soluğu avluda başıboş dolanmakta olan tavukların yanında alırdı.
Evdeki irili ufaklı kadınların, kışın soba başında dedikodu ederken, takkeden başlayarak atkı, kazak, eldiven, iç donu, pijamalık gibi akla hayale gelmez her tür giysiyi çorapla nihayet bulana kadar, sonra kışların, memleketin bu taraflarında bir türlü bitmezliğinden dolayı, tekrar çoraptan başlayarak takke püskülüne kadar aynı giysileri bir bir, ama bu sefer başka renklerde tekrar örmeleri nedeniyle, evin çocuklarının, hatta sütçünün, sakanın, kasabın, ahçının çocuklarının da, bahar az daha gecikirse avludan içeri girmesi yasak iki kedinin bile tepeden tırnağa donandıkları hummalı bir örgü örme faaliyeti olurdu.
İşte kış akşamlarının bu neşeli hallerinin tanığı rengarenk yünler ve şişler, bahar başlangıcından ta öteki sonbahar bitimine kadar kilere yakın heybetli bir dolabın çekmecelerinde tıka basa saklanırdı.
Mükerrem’in, bu çekmecelerdeki renkliliği keşfetmesi ve bu keşfine pek sevinmesi, asla örgü örmeye heveskar olmasından değil fakat evde nedense bulunması zor ip arayışlarına nihayet vermesi sebebiyleydi.
Çünkü, koyu kestane buklelerle çevrelenmiş güzel yüzünde bir saniye sabit durmayan pırıl pırıl kahverengi gözleri ile etrafı kolaçan ettikten sonra, kimsenin ortalıkta olmadığına kanaat getiren ve bu fırsatlarda vakit kaybetmeden avluya koşan bu küçük yaramazın en sevdiği oyun, tavuklarla atçılık oynamaktı.
Yakaladığı zavallı kahverengi bir tavuğun boynuna, mesela turuncu yün ipliği bir kaç kat yapıp kalınlaştırdıktan sonra ilmikleyerek geçirir, bir yandan hayvanın can havliyle şuursuzca salladığı kafasındaki maazallah bir yerine gelse delip geçecek olan gagasından kendisini korumaya çalışırken, bir yandan da sırtına binmeye çalışırdı.
Hem zaten uçamayan, hem de turuncu ilmeğin ucunda olduğundan kaçamayan tavuk, beyhude çırpınışlarla oradan oraya koşmaya çabalarken sırtına pek tabii ki binemeyen Mükerrem, ilmeğin gittikçe sıkılaşarak hayvanı boğmak üzere olduğunu farketmediği için, gözleri yuvalarından fırlamış tavuğun açık gagasından görünen kırmızı ağzına hayretle bakar, bu berbat sesin nereden yükselerek o ağızdan dışarı uğradığını düşünürdü.
Az sonra, boğulmaktansa sakinleşip Mükerremin dıgıdık dıgıdık sesindeki ritme uyum sağlayarak, neredeyse bir tay vekarı içinde tırıs-rahvan karışımı yürümeye başlayan kahverengi tavuk, hani ev ahalisinden biri zavallı hayvanın feryad-ü figanına ayaklanıp da Mükerrem’e aşkettiği bir tokatla bu tabloyu son buldurmasa, neredeyse binicisi mahmuzlamış gibi hızlanıp, karşı tepelerden evine son kez bakan yılkı pozlarıyla, batan güneşe karşı şaha kalkma sahnelerine bile geçiş yapacak bir ruh hali içine girerdi.
İşte sıcaktan kavrulan ve canlı cansız bütün ahalinin kimbilir hangi serin gölgede uyuklamaya çalıştığı o öğleden sonra, Mükerrem’in elindeki yün kırmızı ve lacivert karışımı, seçtiği tavuk ise beyaz renkteydi.
Kendisi anasının çığlığıyla, son anda ağır sokak kapısını açıp dut ağacının alçak dallarına saldırırken, boynundaki ilmeği deh dıgıdık deh deh diyerek olanca gücüyle çekiştirip duran küçük azrailden kendini kurtarmış zavallı beyaz tavuk da, boynunda dört kat edilmiş kırmızı-lacivert yün ilmekle, sur içindeki Vaniefendi mahallesinden Erzurum’un çarşı pazarına rezil rüsva şekilde koşuyordu.
Görenler, bir süre sonra, yani tavuk takriben Yakutiye dolaylarına vardığında, bu koşmanın dörtnala olduğuna, hatta beyaz yelelerin kırmızı mavi gün batımı renklerine büründüğüne yemin billah etmişlerdi.
Hamamcı Hakkı bey, o akşam eve döndüğünde, "e Şadiye Paşa, nasıl geçti bakalım günün" diye sorduktan sonra, hanımının cevabını her zamanki gibi beklememiş ama bu sefer, bol aşotu katılmış ayran çorbasına kaşığını daldırmadan önce Trabzon’a yeni bir gemi yanaştığı haberini vermişti.
Şadiye hanımsa Mükerrem’in dallardan berelenmiş kolu bacağıyla bir de aç uyuduğunu düşünüp hüzünlendiği için çorbasıyla oyalanıp duruyordu, bir kaç güne eve ulaşacak kumaş ve cincik boncuğa gereken ilgi ve heyecanı gösteremedi.
Fakat asıl tuhaf olan o ki, Hakkı bey, ne Şadiye paşanın durgunluğuna, ne de iki mutfak çalışanından birinin burnunda, diğerininse sol elmacık kemiğindeki küçük tekmelerden mütevellit kızarıklık ve şişliklere dair hiç soru sormadığı gibi, her akşam sofraya otururken o buklelerini çorbadan uzak tutmasını tembihlediği uslu kızı Mükerrem’in neden erkenden yatırıldığını, ablaları Firuze ve Mediha’nın ise yemek boyunca ne sebeple kıkır kıkır gülüp durduklarını da hiç merak etmemişti.
Aklı hala, Rabbimin uçma konusunda nasip vermediği bir garip tavuğun, nasıl olup da hamamın tütekliğine kadar erişip, oradan bütün Erzurum’un duyacağı kadar bet bir sesle, her ne derdi varsa, avaz ciyak bağırarak çırpınmasındaydı.
Çorbasını bitirip şükr’olsun derken gayri ihtiyari kendi kendine güldü, babalarının bu alışkın olmadıkları halini gören iki kız birbirlerine bakıp bismillah dediler.
Şadiye hanım, odaya sessizce girip küçük tatlı kızının üstündeki yorganı yavaşça sıkılarken, Mükerrem, gözlerinin kırpıklığını annesi farkedip de uyumadığını anlamasın diye soluk bile almadan öylece duruyor, minik avucunda sakladığı ördek başı yeşil renkteki yün ipleri usulca yastığın altına iteliyordu.
YORUMLAR
Detaylı ve renkli tasvirleriyle çok güzel bir çalışma olmuş.
Tebrik ve selâm ile.