- 1391 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
DAĞ OLMAK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İstanbul’dan, Kürtün’e geleli birkaç ay olmuştu. Mevsim kıştı. “ZORLU” lokantasında, duvarda “tek kırma” bir tüfek asılıydı. “Kimin?”diye birkaç kez sordum. “Kimin olması önemli değil, ihtiyaç varsa alabilirsin” demişti, patron, aşçı, işçi, Kürtün’deki tek dostum Selahattin Usta…
Kürtün’de karlı bir hafta sonuydu… Tek kırma tüfeği ödünç aldım. Ilgın’da tövbe ettiğim tavşan avı üzerinden yıllar geçmişti. Bakkaldan da birkaç fişek alıp, avlanmak için sık ormanlara doğru patika yollardan yürüdüm…
Bu patika dağ yolları… Beni benden alan yollar… Beni, bana, zirvelerime götüren; dağın gücünü hissettiren yollar…
Bu dağ yollarından kuytularına ulaşıp, dağların yüceliğine sığınmak… Uygun bir mevzi bulmak… Bulduğum bu mevzilerde olmak bana hep, elimdeki tüfek, tek kırma da olsa, ordularım, çetelerim varmışçasına tüm zulmedenlere karşı koyabileceğim, bütün haksızlıklara karşı direnebileceğim duygusu vermiştir.
Bildiğim dağlarda hiç yalnız olmadım… Zor olan kentlerde yalnız olmak, yabancı olmak… Şimdi, bilmediğim bir dağda, bilmediğim yollardayım… Yalnızım… Kendime söyleyemesem de, bana isyan edip, kendi dağına çıkan yüreğimin isyanını bastırmak derdindeyim…
Herkesle yalnızsam kendimle doluyum,
Cıvıl cıvıl yüreğim,
Akortlayamıyorsam kimseye gönül telimi
Solo çeker kafam,
Söyler yüreğim…
Ah şu benim yalnız yüreğim! Muhacir yüreğim, kendine söyleyip, kendine dinletemeyen yüreğim… Beni, olur olmaz dağlara çıkaran yüreğim, sözüm geçmez sana… Sana akıl kâr eylemez…
İstanbul gibi koca bir kent: Bunaltmıştı beni, daraltmıştı yüreğimi… Kendimi dağlara atmak için can atıyordum. Kürtün, Kaçkar Dağları’nın eteğinde, Harşit Deresi kenarında kurulu küçük bir beldeydi. Tam gönlüme göre, istediğim yerdeydim. Ancak bu sefer dağlarda olmak, istediğim yerde bulunmak da teselli etmemişti beni. Eksik olan bir şey vardı yaşamımda… Sahip olamadığım bir şey, benden olması gereken bir şey, neydi biliyordum. Ama yoktu… İstanbul’da da yoktu, şimdi dağlarda da yok. İstanbul’da, dağlara ulaştığımda kimsesizliklerde, ıssızlıklarda ne kadar mutlu olacağımı düşünmüştüm. Her adımda kütür kütür ezilen kar sesi, namlunun ucundaki rüzgar ıslığı, zaman zaman ta aşağılardan gelen Harşit Deresi’nin uğultusu…. Hiç biri beni mutlu edememişti…
Oysa, bağıra bağıra türküler söyleyecektim dağlarda:
“Hüseyin’im geçiyor gençlik çağlarım
Ya beni de götür ya sen de gitme…”
Diyecektim… Hatta diyemeyecektim. Bu türküyü söylerken ağlayacaktım… Kimse görmeyecekti… Babam, beni Kürtün’e uğurlamadan önceki akşam bağlama çalarken usulca bu türküyü söylemişti. Söylerken de gözlüğünün üstünden buğulu gözlerle bana bakışını yakalamıştım. Rahatsızlığı nedeniyle öleceğini düşünüyor, her ayrılığın vedasını, son görüş gibi algılıyordu. Uğurlarken sıkı sıkı sarılıyor, koklayarak öpüyordu. Her öpüş son öpüştü…
“Ya beni de götür, ya sen de gitme” demişti. Mesajı alınmıştı… Ama, ekmek parasının bir ucundan tutabilmek, çalışarak okuyabilmek için, Kürtün Ortaokulunda Fen Bilgisi öğretmenliği görevine başlamak üzere gitmek zorundaydım…
“Gidip de dönememek, gelip de görememek vardı…”
Şimdi Hüseyin’i dağlardaydı, dağ olmanın ne demek olduğunu bildiği için, sevdiği dağlarda… Karlara bürünmüş Kaçkar Dağları’nda…
Evet, dağ olmayı bilirim. Onun için de oldum olası acımışımdır dağlara... Dağ olmak zor zanaat… Zor… Sana yaslananlara arka olacaksın bir kere, asla ihanet etmeyeceksin onlara. Orman barındıracaksın her şeyden önce, orman… Orman deyip de geçme haaa… Ağacı, böcüsü börtüsü içinde, kurdu kuşu içinde… Kuytularında çobanlar barınacak, ateşler yanacak üstünde… Dağ ateşleri… Eşkiya barındıracaksın… “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyenlerin olup, bağrına basacaksın zulmeden padişahlara direnenleri. Bu yüzden sana sığınanları asla ele vermeyeceksin… Asla… Bu senin varlık sebebin olacak…
Suskun ağaçlarının altından seke seke dereler akacak… Derelerinin, coşkuyla denize dökülüşüyle, denizle bir oluşuyla teselli bulacaksın…
Çırpına çırpına kendini sana vurup, oyarken altını denizler, sen dim dik ayakta durup kıyı olacaksın denizlere... Kıyı olmanın sorumluluğunu taşıyacaksın…
Başına topladığın bulutlarla avunacaksın… Aşkları için delecekler seni, onların adı FERHAT olup, destanlar düzecekler. Sen delindiğinle kalacaksın…
“Erisin dağların karı,
Geçti ömrümün baharı,
Ecel kapımı çalmadan
Durma gel ömrümün varı…”
Diye, türkü yakacak, ben gitmesem de o gelse diyen tembel aşıklar… Başındaki karlarla bahane olacaksın onlara…
“Erzurum dağları kar ile boran,
Aldı yüreğimi dert ile verem
Sizde bulunmaz mı bir kurşun kalem.
Yazam arzuhalim yare gönderem.
Uy beni beni beni de, belalım beni.
Satarım bu canı da, alırım seni.
Çıkayım dağlara da kurt yesin beni”
“Hasan Dağı, Hasan Dağı, Eğil eğil eğil bir bak
Sıkıyor zincir bileği jandarmada din iman yok….
Gidiyor kalktı göçümüz, Gülmez, ağlamaz içimiz,
İnsan olmaktı suçumuz, Hasan Dağı insan olmak…
Koçhisar üstünden bora, Gülek bir karanlık dere,
Sıra dağlar sıra sıra, Çukurova ana toprak….”
“Bu yıl bu dağların karı erimez eser bad-ı saba yel bozuk bozuk…”
“Yol ver dağlar yare gidem…”
“Dağlar dağladı beni, gören ağladı beni…”
“Başı duman pare pare, yol ver dağlar…”
“Dağ başını duman almış…” Nereye yürüsek arkadaşlar?
Dağlardayım, dağlara taktım, dağ türküleriyle kendimden geçtim. Değişik duygu ve düşünceler içinde, karlarla kaplı Kaçkar dağlarının patika yollarından, Kürtün’ün bir mezrası Topkara mahallesine yaklaşmıştım. İlerilerden bir insan silueti yerinde duramıyor, zıplıyor, el kol işaretleri yapıyor… Kime olduğunu ve ne anlatmak istediğini anlamaya çalışıyorum. Anlamak çok zor…
“Hüseynim geçiyor gençlik çağlarım,
Ya beni de götür ya sen de gitme…”
Mırıldanıyorum. Bağıra bağıra söyleyecektim. Sesim çıkmıyor. Boğazım düğümlü, yutkununca yutulmayan, öksürünce atılmayan bir şeyler var yine boğazıma tıkılan…
“Yüce dağlar başında mı,
Zemherinin kışında mı,
Duyan duysun bilen bilsin gülüm
Bir başkadır bizim sevdamız...”
Keşke duyan duysaydı bilen bilseydi… Yok canım, yalnız o bilseydi… O bilseydi de ben bu dağlara çıkmasaydım… Keşke söyleseydim. Seni seviyorum deseydim…
Offf!
“Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır,
Bugün posta günü canım sıkılır...”
İnsan iki satır yazmaz mı? Ben sana geldim geleli her gün yazmadım mı? Heyhat! Bir gün gönderdim mi?
İlerden bağırıp işaretler yapan kişiye yaklaştıkça işaretleri bana yaptığını, durmamı istediğini anlıyorum. Durup yaklaşmasını bekliyorum. Gelen bir öğrencim. Heyecan ve panik içinde;
“Öğretmenim, burada ne yapıyorsunuz. Nereye gidiyorsunuz?”
Allahım, burası neresi, ben neredeyim, neyim, kimim… Neden buradayım. Nereye gidiyorum?… Ne kadar zor sorular. Hiç bir şey bilmiyorum… Elimdeki tek kırma tüfeği fark edip;
“Ava gidiyorum” dedim.
“Bu tüfekle mi?” dedi.
“Evet, ne olmuş ki?”
“Öğretmenim, canınıza mı susadınız? Bakın biraz daha gelseydiniz ayı kapanına yakalanırdınız, ayağınız kırılırdı. Buralar tuzaklar, kapanlarla doludur. Bilmeyen yakalanır, sakatlanır. Rasgele gezilmez bu dağlarda... Hem o tek kırma tüfekle ne vuracaksınız ki, ayı ya da kurt çıkarsa ne yapacaksınız?”
“Yavrum, ayıyla, kurtla işim olmaz. Ben tavşan kuş ne bulursam onları vuracağım” dedim. O tür küçük hayvanları aşağıda dere kenarlarında veya mezarlık civarında bulabileceğimi, yukarıların tehlikeli olduğunu söyledi. İnanmıştım, döneceğime söz verdim. Teşekkür ederek ayrıldım.
Geldiğim yerden geri dönmek uzun zaman alacaktı. Aralardan, biraz tehlikeyi göze alarak çok çabuk inebilirdim. Yol ve güzergâh hesabı yaparken tanımadığım iri bir kuşun havalandığını gördüm. Hemen ateş ettim. Vuramadım. İleride konduğu yeri fark ettim. Yeniden doldurdum tüfeği, yavaşça yaklaştım. Horozu kaldırdım, dalların arasından kuşu görüyordum. Emniyeti açıp, atış pozisyonuna geçtim. Başka bir dala zıpladı. Pür dikkat kuşa bakarak bir adım daha attım. Bütün dikkatimi kuşa verdiğim için bastığım yeri fark edemedim, kaydım, düştüm… Düşerken tüfek elimden kurtulmuştu. Önümden, aşağıya doğru hızla kayıyordu… Ben de peşinden... Bir an tüfeğin dolu olduğunu, horozunun kalkık ve emniyetinin açık olduğunu anımsadım, ürperdim. Bu benim sonumdu. Nereye olduğunu bilmeden karlı, buzlu bir yamaçtan aşağı doğru, her an patlayabilecek bir tüfeğin peşinden kayıyordum…
Kulaklarımda, yıllar önce Bulcuk dağlarında vurduğum bir tavşanın, ölmeden önceki son feryatları yankılanıyordu… O gün tövbe etmiştim. Bir daha ava gitmeyeceğim, demiştim. Ancak tövbemi bozmuştum. Bir kuşa kurşun sıkmıştım… İlahi adalet ve ilahi son… O kaydığım birkaç saniye içinde neler gelmiş geçmişti gözlerimin önünden... O sırada aşağılarda bir çalı gördüm. Tüfek takılmadı. Ben tutunabildim. Kendime gelinceye kadar kıpırdamadan bekledim. Tüfek, bir alttaki çalıya takılmıştı. Büyük bir özenle aldım. Bildiğim bütün duaları ederek namluyu kara batırıp, tutunarak patikaya ulaştım.
“Şu dağları delmeli kül edip elemeli,
İçerim kan ağlıyor yârimi görmeyeli…”
“Dağlar dağladı beni,
Gören ağladı beni,
Ayırdı zalim felek
Derde bağladı beni….”
Of! ki of! Bir of çektim… Karşıki dağlar yıkılmadı, ben kahroldum. Kasabaya indim. Tüfeği temizleyerek kalan fişeklerle birlikte lokantaya teslim ettim… Dışarı çıktım, dağlara baktım… Kaçkar Dağları’na… Sensiz dağlara… Baktıkça seni hatırladığım dağlara, kendimi, sende bulmayı umduğum dağlara…
Ne ben seni unuturum
Ne de bu dağlar gider önünden gözlerimin
Her atışında yüreğimin
Her susuşunda yüreğimin
Her yürek oluşunda yüreğimin…
Dağ olmak… Zor zanaat, zor…
[ /
YORUMLAR
Öncelikle bir hayvansever olarak tüm avlara karşı olduğumu itiraf etmeliyim...
Anı, harika bir dil söyleşisi, geçmişi şimdicesine yaşar gibi olduk. Konuya hakim bir anlatımla anı, baştan sona kadar sürükleyciydi. Yazarın yer yer öznel anlatımla nesnel anlatımın paralelinden dağ çoşkusunu kendi öznel çoşkusunu harmanlayarak hep okunası bir anı olarak zihnimizde yer etmiştir.
Dağ, her zaman sığınak olmuştur asilere ve kendini bilenlere. Ve edebiyata en çok dağ teması işlendiği dağlar ressamların olmaz olmazlarında olup manzaralarına hayran olduğum güzide yerlerdir.
Ava tövbeli olmanız, büyük bir erdemliliktir. Doğada bizim yaşama hakkımız olduğu kadar tüm canlıların da yaşama hakkı vardır.
Güzel bir anı okudum ve çokça mutlu oldum ve teşekkür ediyorum
En içten selamlarımla
Deman Ronahi tarafından 2/6/2014 11:24:43 AM zamanında düzenlenmiştir.
Güner Kutluk
Ne kadar güzeldi...
Ne kadar içtendi...
Ne kadar özgürdü...
Seviyorum bu öğretmenlik mesleğini ben.
İşim gereği ben de çok gezdim ama,
hep sevimsiz sanayi bölgelerinde,
pasın, kirin içinde geçti hayatım.
Keşke,
bir öğretmen olsaydım...
Bir köy öğretmeni belki.
Dağlarda, taşlarda dolanabilseydim,
bağıra çağıra,
türkülerin en güzelini paylaşsaydım yüce dağlarla.
Çok hoş bir paylaşımdı.