Zil
ZİL
‘Gittin, unuttun bizi; bir daha gelmezsin artık,’ mektup işte böyle başlıyordu.
Birkaç tümce sonra zarf elinden kaydı.
‘‘Kal,’ mı dedin!’’ diye mırıldandı, yürek atışları yatışmamıştı. ‘Unutulmaz anları da nereden çıkardın!’ Gözleri en başa; biz! sözcüğüne gitti. ‘Olsa olsa çekingenlikten.’
Suçüstü yakalanmaktan korkmuyordu. ‘İki gün önce gitti… Bugün üç… Bir haftalığına, demişti… Dönüşüne daha dört gün var… Üstelik eliyle verdiği şu anahtar.’ Kendi odasında gibiydi.
Adını görünce bir çırpıda zarfı açıp okumaya koyulmuş, sayfanın sağ üst köşesini önemsememişti. ‘Ayın yirmi ikisi... Dört gün sonrası... Yani pazar! Ayrılacağım gün... Biliyor. Hesabı o gün öğlene doğru keseceğimi söylemiştim.’
Yazısına alışmış, ikinci sayfayı daha kolay yarılamıştı. Bölümcesiz, göze hoş gelmeyen bu mektuptan giderek etkileniyordu. ‘Utangaç sözcükler gözü peklerle iç içe; baş kaldırıyor, yer yer boyun eğiyor. Özlemişmiş?! Oysa daha buradayım!’
Gözleri daldı. ‘Yoksa sezdirdi de ben mi?.. Sanmıyorum. İlgilendim desem?.. Yoo… Karşılaştıkça birkaç basmakalıp sözcük. En olağanüstüleri de kahvaltıda onu övüşüm. Gerçekten, tek başına burayı iyi yönetiyor. Küçük müçük ama nereden baksan altı-yedi odalı pansiyon.’
Sayfanın sonunda duraksadı. ‘Bu denli beğenilecek biri değilim.’ Dudak büktü, ‘Hiç değilim.’
Okudukça bencilleşiyor, acıya itelemekten tat alan biri olarak tanımlanmaktan hoşlanıyor muydu?
Üçüncü sayfaya geçtiğine neredeyse yazıklanacaktı.
Bir ara, ‘‘Hayır, hayır,’’ diye fısıldadı. ‘Kafamı iyice karıştırdın. Ne yapacağımı tam saptamıştım!’
Şaşkınlığı şimdi öfkeye dönüşmüştü. ‘‘Bunları yazdıracak hiçbir şey yapmadım,’’ diye söylendi. Yapmadın değil mi? ‘Belki’ lere, yoksa’ lara yer yok. ‘Yok! Hiçbir şey yapmadım. Ne şunu... Ne bunu... Ne de... Ya da’ lara da yer yok. Nasıl sorulursa sorulsun, yanıtım; hayır, hayır.’
Somyadan kalktı. Okumayacaktı. Okudukları yetmişti. Perdeyi açınca deniz gözlerini kamaştırdı. O güçlü, ışıltılı maviler dönüşünü erteleme düşüncesini köreltebilecek miydi?
‘Ne’ ile ‘ne de’ ler arasında sıkışıp kalan erteleme düşüncesi sürüp gitti.
Arada bir, ‘‘Döneceğim, dönmeliyim,’’ diye fısıldıyordu. ‘Değil bir gün ertelemek, bir saat bile gecikemem!’
Gözleri sözcüklerde, ‘‘Sakın,’’ dedi, ‘‘sakın ha! Uyma bu mektuba. Pazartesiyi düşün, salıyı!’’
‘Önümde dört gün var. Bir şeyler yapmalıyım? Bu kesin de; ne?! Koskoca dört günde neler yapılmaz ki!’ Okudukça seçenekler; ‘ya lar’, ‘ya da’lar çoğalıyordu.
‘Gözlerine bakıyorum, gözlerini kaçırıyor. Parayı uzatınca sayarak alıyor. İyi yolculuklar dileği... Hoşça kalın... Hiçbir şey olmamış gibi-hiçbir şey olmadı ki-ayrılıyorum. Mektup çekmecesinde. Görmedim. Seviyor diye-o da kesin değil ya-sevmeli miyim?!’
‘Baba... Anlatsana... Annemle nerede, nasıl tanışmıştınız?’
‘Sırası mı şimdi. Görmüyor musun, okuyorum.’
‘Babanı sıkma yavrum. Git kardeşinle oyna.’
‘Yoo... Mektubu bilerek oraya bıraktı. Anahtarı da... Dönüşünü gideceğim günle çakıştırmasına ne demeli! Her şey tasarlanmış.’
‘O sıcakta hepsi işinin başında, çalışıyor. Benim de burada eğlenip dinlendiğimi sanıyorlar. Mektuba dek öyleydi.’
‘Daha bitmedi.’
‘İlginç bir yaz yaşamışsın. Dinlerken sanki ben yaşadım. ’
‘Demek bitmedi?.. Öyleyse anlat, anlat…’
‘Bu da bir şey mi! Ben geçen yıl…’
‘Sanırım yanlış yaptın.’
‘Yo; ben de olsam aynısını yapardım.’
‘Doğru mu, yanlış mı; bilmiyorum ama şöyle düşünmüştüm.’
‘Haydi, içeri geçelim. Toplantı başlamak üzere. Zil çalıyor.’
Zil değil, ziller çalıyor. Kapılar, telefonlar... Kapıda ya postacı ya o! Telefonun her çalışında da... Özlemle beklenen ya da sakınılan anlar. Dönüşümlü... Değişik zil sesleri, değişik tınılar… Değişmeyense; her çalınışta yüreğinin hızla çarpışı…
‘Bakın şu sözcüğe. Doğru olduğuna inanabilsem. Kuşkum yersiz mi; söyleyin.’
‘Şiit... Sessiz olur musunuz!’
‘Yazılanların içtenliğine inanamıyorum. Şu kısacık sürede? İlişkisiz, iletişimsiz...’
‘Susun ama artık, not tutamıyorum !’
‘Tek kanıt, dört sayfalık bir mektup. Yetersiz. Yeterlileştirmenin yolu da ancak ’
‘Çene, çene, çene! Sizin yüzünüzden hiçbir şey anlamadım’.
‘Doğru söylüyor, susun. Size diyorum, siz ikinize! Dinlemeyecektiyseniz niye geldiniz!’
‘Bugün tam dokuzuncu gün! Anlaşıldı, mektup gelmeyecek. Birkaç gün daha mı beklesem? Ya da hafta sonu oraya gitsem?! Hıı, ne dersin?’
‘Kıskanmana gerek yok. Geçmiş yazlardan unutulmaya yüz tutmuş bir anı.’
‘Onu bir daha göremediğin için öyle söylüyorsun. Yo; belki de buluşuyorsunuzdur!’
‘Bilseydim anlatmazdım.’
‘Şu küçücük anahtar yaşamın akışını mı değiştirecek?! Varsın çiçekler kurusun. Yolda, balkonda, her yerde, herkeste olanlardan... Az bulunur da olsalar bırak solsunlar. Dinlenmeye geldin, sana ne saksılardan! Yarın susuz kalacaksınız, bunu şimdiden bilin. Suç bitkilerde, anahtarda değil; çekmecede! Çekmeceyi çeken ellerde, elleri çekmeceye çeken nedenlerde.’
‘Sevgiyi sınava dönüştürdün.’
‘Her şeyi güçleştiren sensin. Kalemin!.. Sayfalar!!’
‘Böyle giderse ikimiz de sınıfta kalacağız.’
‘Gülme!’
‘Kaç kez söyledim; mektubu yazma nedenim, inan ki...’
‘Saati ileri almaya kalkışmasaydım masaya yaklaşmayacaktım. Yine de yelkovan hızlanmayınca... On dakika geri kalmış olsa ne çıkar! O sıcakta pil aranır mı!’
‘Dinle beni; bunlar sudan neden.’
‘Hayır. Başka amacım yoktu.’
‘Eski pilleri çekmeceye koy diyen oldu mu!’
‘Doğru… Çöpe atmalıydım. Sonunda mektubun gideceği yere... Yo, bu hiç olmazdı. Ayrıca, piller de çöpe atılmamalı. Aman… Bekle postalasın. İşte o an... Bakarsın; göndermez. Bu daha olası... Belki daha iyi… Off, dinlenmek için geldiğim bu yöreden yorgun mu ayrılacağım!’
Gözleri zarftaydı. ‘Adı, soyadı, caddesi, sokağı, numarası... Tıpa tıp... Mektup benim sayılır artık. Gönderilmemiş olsa da...’ Yapıştırılmamış oluşu işi— ‘Yo, yapıştırılmış olsa da açardım. Kim olsa açar. Suç mu? Suçmuş demek ki, baksana. İster misin, bir gün önce dönsün; daha erken dönsün; bugün, şu an dönsün. Ne yapacağımı belirlemeden beni şuracıkta hazırlıksız yakalasın! Yo; ne yapacağım belli de sonucunu kestiremiyorum.’
‘Anahtarı size çiçekleri sulamanız için bırakmıştım. Odamı karıştırmanız için değil!’
‘Neden, sen! değil de siz?! Sulaman! demen gerekirken, ‘manız’lar niye? Çekinme; mektubu neden yeğlediğini biliyorum.’
‘Evet; mektubu yeğledim. Çekingenlikten; ama senin çekingenliğinden...’
Eve yaklaştıkça adımları sıklaşıyordu. Her akşamki gibi ilk işi yine girişteki posta kutusuna bakmak olacaktı. ‘Nerede kaldı şu mektup!’
‘Son sayfa yok mu!!. Günlerdir kaçıncı okuyuşum.’
‘Salı sabahı, diyor. Karşılamamı istemiyor. Erkenmiş. İncelik!.. Ne hoş bir niteliktir.’
Duyguları ile düşünceleri kimi sözcüklerde ayrılıyor, kimi sözcüklerde buluşuyordu. Sonunda, kesişen doğruları-tümüyle olmasa da-yakalayabilmişti. Çıkış yolu bu ortak noktalardan oluşan bir kesitti. Yerden zarfı alıp somyaya oturdu.
Gözleri sayfanın yarısında, bir sözcükte durdu. Düş gücüyle beslenen tasarıları belirginleşmişti. Kesinleşen yargısında o tümcenin etkisi yadsınamaz. Özenle seçilmiş olsalar da artakalan sözcükler bir bir önemini yitirmişti.
ZİL / SEÇKİN GÜNDÜZ
YORUMLAR
Benim bazı yazılarımı andırıyordu tarz. Herkes böyle yazdığımda daldan dala atlıyormuşum gibi olduğundan, çoğu şeyi sonradan anladıklarından söz ediyorlardı. Oysa ben bu yazıyı öyle kolay anladım ki... Kim kime ne diyor, kim kiminle söyleşiyor anladım. Sonucunu da kavradım. Demek böyle yazılardan anlamlar türetebilmek için yazanıyla aynı düşünmek yetiyormuş. Bunu farketmeme yardımcı olduğunuz için ve yazı için teşekkürler. Kutlarım.