EDEBİYAT TARİHİNDE DİL SAVAŞLARI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Şiir dilinde anlaşılırlığın önemi; halka ulaşıp, sorunlarına dikkat çekmesi tabanlıdır. Bilmece yazmak, halkın beklentisi değildir elbette. Zaten pratikte, sorunlarının üstesinden gelmek, bulmaca gibi değil miydi zihinlerimizde? Demek ki, şairin işi zor; labirentteki, puzzle’daki aydınlığa çıkan yolları çözecek ve sunacak bulanık zihinlere; sanatla çözülebilir her yolu, her bir yaşayanın mükerrer olarak çözmesi gerekmesin diye; onlar da toplumun iş bölümlerini gerçekleştirebilsinler, toplumun idâmesi için diğer işleri yapabilsinler diye; her bireyin, bir aydın olmasını beklemenin güçlüğünü bilmiyor muyuz sanki?
Bir de melez dillerle yazanlar ve onlarda geçerli kuralları Türkçe’mize uygulamaya çalışanlar var... Zaten kendi dilinde arıca yazmanın zorluğu üzerindeyken bir kalem, bir de giderek daha da zorlaştırılan bir ahret sorusu gibi, sözcük bulmacasına dönüştürülen, toplumun algısından ıraklaştırılan yaklaşımlar söz konusudur yazın tarihimizde.
Bazı sanat tarihi bilgileri de, aruz vezninin hangi etkilerle Türk Dili kullanan topluluklara aktarıldığını göstermektedir. Bazı kaynaklarda ise "... Aruz vezni, Araplarındır (Kaşgarlı)” denilmektedir. Edebiyat tarihindeki bilgileri, ancak bilimsel yollarla araştırabilir ve sonuçlar çıkarabiliriz. Siyasî ve dinî etkileşimlerin yol açtığı geçiş süreçlerinin doğru incelenmesi, karma edebiyatın bugünkü konumunu da berrak kılabilirdi ancak.
"Türkçe’nin yapısının Arapça ve Farsçaya benzememesi ve Türkçede uzun sesli bulunmaması Türk şairlerin aruz ölçüsünü kullanırken güçlüklerle karşılaşmasına yol açmıştır. Bu problemler ilk zamanlarda hece ölçüsüne en yakın olan kalıpların seçilmesiyle aşılmıştır."
“Fars dili imlâda ve cümle yapısında dahi etkisini göstermişti. Cevdet Paşa; ‘Belâgat-i Osnumiyye’ adlı eserinde, divan şiirinin cümle yapısında, cümle unsurlarının yer değiştirmelerinde Farsçanın oynadığı role sık sık temas eder. Fars dilinin, etkisinin köklerini tespit etmek, divan şiirinin estetik gelişmesini açıklarken konunun anlaşılmasında kolaylık sağlayacaktır. Türkler, Hindistan ve İran gibi kendi dilleriyle konuşanların azınlıkta olduğu ülkelerde devlet kurduklarında Farsça’yı edebiyat ve devlet dili olarak kullanmışlardı. Çoğunluğu her üç dilde -Arapça, Farsça, Türkçe - yazıp okuyabilen bu şairler zengin Fars dilinin kavramlarıyla düşünüp yazmağa alışmışlardı. Aşağı yukarı aynı eğitim basamaklarından çıktıkları ve benzer kültür ortamını oluşturdukları için kendilerine göre bir dil zevki oluşturmuşlardı. Dolayısıyla şiir ve nesirde Farsça’nın ve Fars etkisiyle gelen Arapça’nın kelime ve kavramları dile hâkimdi. Çünkü Nevâyî’nin yukarıda adı geçen eserinde belirttiği gibi, Türkçenin yapısı başka dillerden kelime almağa uygundur. Bu gün de başka dillerden kelimelerin akınına ve içimizdeki heveslilerin acayip kelimeler uydurmalarına engel olunamayışta, dilimizin yapısındaki esnekliğin rolü vardır. Aslında Fars dili de Türkçe’nin, özellikle Arapça’nın etkisinde kalmıştır. Başlı başına Arapça, Fars dilinin zenginleşmesinde büyük etken olmuştur. Aruz vezni, içinde uzun heceler bulunan Arapça ve Farsça’ya ne kadar uygunsa, Türkçe’nin hecelemesine (telâffuzuna) o kadar yabancı idi. Tarihçi Âlî’nin dediği gibi, nazma çekilmesi kolay, fakat belâgatten yani âhenkten uzaktı. Aruzla Türkçe şiir yazmak, bir güzeli ödünç alınmış yamalı elbise ile giydirmek, fakat onu süsleyip bezememek gibiydi. Ahmed Paşa’nın iki yüz yıllık bir tecrübeye, birikime rağmen hâlâ dile hâkini olamadığı, Türkçe’yi aruz kalıbına koymakta güçlük çektiğidir. Diğer taraftan, umumiyetle kulağa hoş gelmeyen (sakil, yani kaba) ve akıcı olmayan Türkçe’nin bu eksikliğini gidermek için Arapça’nın ve Farsça’nın söylenmesi kolay, işitilmesi hoş kelimelerinin alınarak hem anlam hem de akıcılık bakımından mükemmel bir şekilde kaynaştırılmasını tavsiye ediyor. Sanıyorum ki Âlî’nin bu kanaati, divan şiirinin XVI. yüzyılın başına kadarki durumunu gösterdiği gibi, Türkçe’nin Arapça, Farsça kelime ve kavramları hangi maksatla aldığını da açıklıyor. Nitekim Âlî, çok saygı duyduğu Kınaltzâde Ali Çelebi’nin Türkçe, Farsça ve Arapça şiirlerinin herkes tarafından beğenildiğini söyledikten sonra, edasında Arapça sözlerin galip olduğunu, bu sebepten dolayı "şuh” olmadığını ilâve eder.” (Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu, "DİVAN ŞİİRİ")
"15. yüzyılda Çağatayca’nın (Çağatay Türkçesi’nin) klasik bir yazı dili olarak kimlik kazanmasında Ali Şir Nevai’nin (1441 – 1501) önemi bilinmektedir. Nevai öncesinde ve Nevai’nin çağında, Timurlular devletinde Türkçe yazan sanatçılar azdır. Nevai, Türkçe’yi edebi dil olarak kullanmayan, Farsça yazan çağdaşlarına çatar. Çağdaşlarının Farsça’nın karşısında edebi dil olarak Türkçe’yi yetersiz görmelerini eleştirir; eğer emek verilirse Türkçe’nin de Farsça kadar, hatta daha fazla anlatım inceliklerine sahip olduğunun görüleceğini belirtir. Muhakemetü’l Lügateyn: 15. Yüzyılda Ali Şir Nevai Türkçe’nin zenginliğini kanıtlamak amacıyla yazılmıştır." Şair Abdurehim Nizari (1770-1838); bir Uygur şairi olup, eserlerini aruz ile yazmıştır. Muhakemetü’l Lügateyn: 15. Yüzyılda Ali Şir Nevai Türkçe’nin zenginliğini kanıtlamak amacıyla yazılmıştır." “Şair Abdurehim Nizari (1770-1838); bir Uygur şairi olup, eserlerini aruz ile yazmıştır.” (Anonim)
Şiirlerinde Arapça sözcüklerin bulunduğu, kültürel etkileşimden sonra, Uygur Dili’nin de saflığını koruyamadığı görülmektedir. "Bir kısım halk edebiyatı şairimizin (Tokatlı Nuri, Âşık Dertli) saray kültürüne yakınlık duyması, yaşadıkları dönemde divan edebiyatının önemli temsilcilerinin yetişmesi, onların edebî mahsullerine kayıtsız kalınamaması, deneme veya özenti sebebiyle aruz vezniyle de şiirler yazmıştır. Bu şiirlere bakıldığında, yine karma dilin etkileri görülecektir. Bu şiirlerin halk dilinden uzaklaştığı, anlaşılması için çevrilmesinden anlaşılmaktadır" (Aruz Bilgisi, Eğitim Ve Estetik, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009).
Yeni şiircilerden Orhan Veli KANIK, aruz denemesi yapmış olup, yine karma dilden katkılar vardır (Bütün Şiirleri, 23. Baskı, Adam Yay., İst. 1993, s. 172. Vezin: mefâilün feilâtün mefâilün feilün /fa’lün.).
Şarkı - Orhan Veli KANIK
/Felâh bulmadı bir türlü derd ü mihnetten/
/Ne türlü âteşe yanmış gönül muhabbetten/
/Müreccah olmalı dîvânelik bu hâletten/
/Ne türlü âteşe yanmış gönül muhabbetten/
"Şair Sezai Karakoç’a göre divan şairleri Arap ve Acem şairlerini taklit etmemiş, onlarla yarışmıştır." Ancak bu yarışma, Osmanlıca ile yapılagelmiş olsa da, başka (arı) bir dilde sürdürülebilir miydi? "Şair "Karakoç, yeniliğin geleneğe karşı olmakla değil, onun bıraktığı yerden başlamakla mümkün olacağına inandığından; ona göre gelenek dünyası, çok boyutlu ve çok cepheli bir dünya olarak, şairin okuludur."
Ancak bu gelenek, bir imparatorluğun karma dilinden, bir ulusun arı diline indirgendiğinde, ne kadar sürdürülebilirdi? Bir geleneği sürdürmek uğruna, halkının şiirlerine ithâl kurallar yoluyla uzak kalmak kabul edilebilir miydi?
"Attilâ İlhan, divan şiirleriyle batı şiirinin ‘olanak ve araçlarını çağdaş ve ulusal bir birleşim içinde verebilmek’ amacındadır. Ona göre şiirini kendinden önceki şiir zincirine bir halka olarak ekleyemeyen şairin yaşayabilmesi imkânsızdır."
Ancak bu şiir türünü, Türkçe ile sürdürmek ne kadar mümkün olacaktı? Dil temelinde kesin bir çizgi ile ayrılmış bulunan edebiyat kurallarının, birbiri için geçerli olmasını beklemek ne kadar doğru olabilirdi?
Karma ve arı olarak, her ikisi de reddedilemez üretilen eserler açısından. Çünkü bir olgu yaşanmıştır; dilimizin eski karma yapısında bu kural oldukça uzun yıllar boyunca uygulanmıştır. Gerçekten de yeterince mesai harcarsanız, aruzdaki kusur sanatlarını da uygularsanız, her üç dildeki birçok sözcüğü de uygun yerlerinden kalıplara bölüp uydurabilirseniz; böylesi bir kuralın işlediği görülüyor. Ancak henüz çözemediğim (ancak araştırmayı sürdürdüğüm) bir alt konu; dilimizde okumayı (dilin dönmesini) kolaylaştıran ’ulama’ etkisinden daha ileri bir ahengi nasıl sağlamaktadır bu vezin? Oysa ses ritmlerinden başka ahengi sağlayan bir melodi bulmak mümkün gözükmüyor içinde. Aruzun, sadece ulamayı sağlayan kalıplarını alıp, uygulamayı sınırlı tutmak olası.
Buradaki tartışmalar, imparatorluk-cumhuriyet, doğu-batı, İslam-eski dinler gibi cepheleşme amacını taşımamaktadır. Kültürün yönlü olduğunu düşünenler, salt sanat veya bilimle irdeleme amacından sapabilirler çünkü. Bu nedenle dile uygunluk açısından değerlendirmekle yetinmenin yararına inanmaktayım.
Şiirimize gem vurabilecek her türlü kuralı gözden geçirme zorunluluğumuz var. Yıllardır kültürler arası geçişte tartışılagelmiş olan bu uygulamanın, şiirdeki ahenk için kullanılmasının yararlı/gerekli olup olmadığını irdeleyip, şiirin önünü açmak için bu konuyu bir sonuca bağlamak gerektiğinin bilincindeyiz. Umarım, dostların katılımıyla, sanatsal çerçeveyi daha berrak kılabiliriz.
Bu savaş, bir kaç cepheden sürecek akınlar olmaksızın kazanılacak bir savaş değildir. Uçaktan atılan her kumanya paketini, geleneğimizmiş gibi benimsemenin yolunu da kapatmalıyız belki; paketlerde bir başka virüs olmadığı kim söyleyebilir ki?
Çok sayıda dostla tartışabilmenin tek yolu, aramızdaki dağları aşabilen sinyaller kullanmak, onları elektriğe çeviren internetle birlikte, çözümlere koşmaktı dileğimiz. Sizi ve dostlarımızı bu konuya ayrıntılı olarak eğilmeye çok çok davet ediyorum. Çoğu okurun makalelere verdiği görüşler; çekilen sıkıntıların resmini çok da güzel veriyordu, onların düşündürdüğü diğer değinmeleri de derlemekse, bu kalemin göreviydi elbette. Öte yandan, bu konunun çözüme yaklaşması için gerekenin, bu kadarla sınırlı kalmayıp; daha etkin ve geliştirici yolları düşünen kalemler üretmek olduğunu da gözardı etmemeliyiz.
YORUMLAR
(II)
Site dostlarımızın verdiği eleştirilerin değeri, onlara sunduğum yanıtların da açıkça görülmesini gerektirdiğinden dolayı; bu yanıtları ayrıca 'eleştiri' kutusu içinde (savunma görüşü gibi) ekliyorum:
Görüş alışverişinin dinginliğini duyumsadığınız sunum ve süregiden karşı görüş tekniği, gerçekten de kolay kotarılan bir beceri değildir. Eğer başarılabilirse, ortak değerlerimizi, kimlik çatışmalarından ve günlük politikadan ayrı bir yere koyarak tartışabilmeliyiz. Çünkü ‘benim dilim, senin dilin’; artık giderek ‘senin bölünmüş ülken, benim toprağım, kurtarılmış bölgem’ gibi geri dönülemez parçalanmalara yol açabilecek düzeyde tehlikeler barındırmaktadır.
Gerçekten de dil, sadece seslerini yinelediğimiz, anlamlı sözlerini dizip, sorunlarımızı konuşup durduğumuz basit bir araç olsaydı; belirttiğiniz külliyâtı okumamız gerekmezdi, onunla kültür taşımamız da… Hele özellikle batı uygarlıklarının, her şeylerini yitirmelerine karşın, henüz dilleri konusunda o denli cömert olmadığını, bu konuda bizleri şaşırtacak düzeyde ‘ulusalcı’ olmalarını, şu ‘Avrupa Birliği’ jeopolitiğinde nasıl açıklarsınız?
‘Arı’; ‘arılaştırma’ sözcüğünün kökeninin neresi olduğuna bakılmadan söylenmiştir. Ancak eğer ‘arındırma’ sözcüğü karşılamaktaysa, makalenin vermeyi hedeflediği iletileri okuruna taşıması için onu da kullanabilirdik en azından. Arındırma işlemini, karşılığı olmayanları uydurarak değil, unutulan, geri bıraktırılan dağarcığı canlandırarak yapmak akılcı olurdu. Bir zaman TDK’nın ay adlarını değiştirme çabası (Şubat/Gücük, Mart/Yelin, Nisan/Açaray, Mayıs/Gülay, Haziran/Bozaran, Temmuz/Biçim, Ağustos/Derim, Eylül/Verim; Ocak, Ekim, Kasım ve Aralık aylarının adlarını değişlirmedi), öte yandan hiç kimsenin kendini eşleştiremediği ve ahırda beslediği hayvanına benzer olarak yemek yiyeceği konum için yemek evi demek yerine önerilen ‘toplumsal otlangaç’ karşılığına kitlesel direnci; böylesi yöntemlerin doğru olmadığını zamanla göstermiştir ("TDK'nın başımıza ördüğü çorapları, bin kötü niyetli düşman bir araya gelse, öremez"). Yani sonuç olarak, önceden bir kavram, olay/gereç adı yoksa, onun karşılığı bir sözcük olamazdı; olayın anlatan yarım sayfalık bir ‘meâl’ yazmanız gerekirdi.
“Aşırı özleştirmecilerin gözden kaçırdıkları gerçeklerden birisi de bu konuda halkın kabulünü ve kelimelerin, yeni hayata uyum sağlama sürelerini hiçe saymalarıdır. Bu konuda tam anlamıyla "Ben yaptım, oldu" anlayışı esas alınmıştır. Kelime ve kavramların tarihî derinliği, bağlantıları, Türkiye ile Türkçe konuşan diğer soydaşlarımızın irtibatları hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Sözde Türkçeleştirme akımı, gereğinden çok hızlı ve zorlamalarla sürdürülmüştür. Bu ise, başarısızlığı beraberinde getirmiştir” (Yard. Doç. Dr. Ertuğrul YAMAN).
Bir çok kereler yabancı dillerden gelen saldırıların, yönden bağımsız olduğunu belirtiriz. Doğu yahut batı, kendi kültürümüz dışındaki katışık öğelerin kaynağı olarak birbirlerine eşdeğerdir. Dinsel kimlik veya teknoloji milleti olmak için, dilden ödünler verilmektedir; çünkü kavramların kaynağı dıştadır, bize yabancıdır; dilimizde asla bir karşılığı yoktur ve üstelik reddedilemez niteliktedir. Bu nedenle, tek doğru arayışı, yahut karma kültürlerin neresinde olduğumuz gibi, kesin önermeler konumuz dışıdır. Daha ziyade kültürün aktarılmasına özgü bir araç olarak bakıldığında, dil kimlik öğesidir. Dil, gerek sanat ve gerekse geleneklerin sürdürülmesinde vazgeçilmez bir gereçtir. Kendi kimliğini ikinci plana atabilen bir topluluk, diğerlerinin de üstünlüğünü kabûllenen bir millet görmek olağan işlerden değildir.
Site dostlarımızın verdiği eleştirilerin değeri, onlara sunduğum yanıtların da açıkça görülmesini gerektirdiğinden dolayı; bu yanıtları ayrıca 'eleştiri' kutusu içinde (savunma görüşü gibi) ekliyorum:
Karşı (ardışık) görüşler, değerli geri dönüşleri içeriyordu. Yorumlarla birlikte, makalelerde ileri sürülen fikirlerin ortak paydasını aşağıya özetlemek gerekiyor:
1-Unutulan dilin, hatırlanması; dilin yetkinliğinin anlaşılması için yeterlidir.
2-Üç dilin karması olan Osmanlıca’nın, bugünkü kullanım düzeyi ve hizmet ettiği toplumun kültürüyle uyuşup uyuşmadığının belirlenmesi, halkının ve edebiyatını temsil edip etmediğinin deklare edilmesi gereklidir.
3-Yabancı dil kurallarına göre yazılmış veya yazma eğiliminde olmanın olağan kabûl edilmesi uygun gözükmektedir. Bu bağlamda arûz yasağının, sanatsal davranışları zindana atmakla eşdeğer olacağı âşikâr olup, şairlerin bu konuda özgür olmaları gerekir. Bu sonuca göre dilin yeni jeopolitiğinde, divan edebiyatının resmî müfredat olarak okutulması yerine, sanat tarihi olarak değerlendirilmesinin yeterli görülmesi uygundur.
Karşı görüşlerin tartışıldığı bir zemin olarak değerlenen bir ortamda, farklı yönlere değindim ve bir orta yol üzerinde neler yapılabileceği konusunda düşünmeyi sürdürdüm:
Savaşın gerekçesi
Diğer makalelerde de belirttiğim üzere, Türklerin gezgin coğrafyasında uğradığı her jeopolitiğin işlediği dilden, bir parça alınmış olabilir anadilimizin dağarcığına. Ancak bunun doğu-batı çatışmasına dönüştürülmesi; kimlik çatışmasıyla eşleştirilebilen yönüne ilişkindir. Gerçekte, dilin anlaşılırlığı için değil, alt kimliğin daha iyi yerleşebileceği dillere meyledenlerin savaşıdır bu. Sanki Cumhuriyet öncesinde doğu, sonrasında ise batı dillerinin egemen olduğu kimlik değişiminde; sümen altındaki savaşın, dil savaşından çok daha başka bir savaş olduğu anlaşılır. Yeni rejimle birlikte ortaya çıkan edebiyat akımlarının da, yeni (arılaştırılmış) dilin etkileriyle ve dışarıdan katılan karma kurallardan da arınmış olarak, 'yeni' (ikinci) şiirler ortaya çıkarması, doğal bir sonuç olarak görülmelidir oysa. Ancak öte yandan, kamu yönetimi meselesi gibi, yabancı dilin atılmasına direnç gösterenler de her çağda bulunmaktadır.
Makale dili
Bugünkü dilim; kalemime sızan ve aynı zamanda kime yazdı isem, okuduğunda anlayabileceği bir dağarcıktan ibarettir. Ne TDK önerilerinden oluşuk bir sözlük, ne de doğu dillerinin yoğunlaştığı bir defineden müteşekkildir. Anlaşılmaya önem verirken, dilin ateş hattında gezinmenin de gereği yoktur elbette; ancak güncelin sorunlarını deşerken, dillerin harmanlandığı o devranın köklerine dek inmekse mecburîdir.
Kültür dili
Eğer bir milletin dili, kendi kültürünü yansıtabilecek dağarcığa sahipse, özellikle arûz kuralı nedeniyle onun kaba ve yetersiz olduğunu söyleyip, diğer dillerden sözcük çekemezsiniz. Eğer sözcük kazanımı, karşılanamayan sözcüklerden dolayı ise, elbette yenilerini gocunmaksızın benimser ve kullanırsınız. Batı dillerine doğudan da katılmalar olmuştur gerçekten; ancak bunlar, içlerine çektikleri sözcükleri kendininkilerden daha üstün görmek ve o sözcüklerin işlediği edebiyat kurallarını da içselleştirmek gibi edilgen bir duruma düşmemişlerdir.
Bir dilin tümüyle arılaştırılması veya tümden harmanlanması gibi ütopik bir görüşü ileri sürmekse, zaten konumuz dışıdır. Din kimliğinin gerektirdiği güneydoğu adlarının topluma kazındığı da mâlumdur; geri verilemeyecek onca sözcük varken, millet dilinin belli bir ülkü çizgisinde kültürü koruyacak ve halkın sorunlarına inecek boyutta arılaştırılmasının yeterli olduğunu düşünmek de mümkündür. Öte yandan ümmet dilinin, sadece Arapça-Farsça olacağını iddiasını sürdürmek de; dilimize çevrilemeyenler ve dinsel kalıpların geçerli olacağı ibâdet bilgileri hariç, halifeliğin kalmadığı bir dünyada oldukça ütopiktir.
Aslında hiçbir dile karşı doğrudan tiksinme duyulmaz; organikmiş gibi iğrenilmez. Çünkü onlar da birer dildir ve ait oldukları kültürü toplumunun belleğinde tutmak için canlı kalmak zorundadırlar; görevleri şah damarı kadar önemlidir. Ancak farklı kültürler ve onların din kimliğini aşan diğer gelenekleri, toplumları birbirinden bazen birbirinden ayıran veya soğutan âdetleri de barındırabilir. Kültürünü korumak bazen, kendisiyle diğerleri arasına bazı kimlik çizgilerini çekmekle mümkün olabilir. Türk topluluklarının yerleştiği topraklarda resmî dilin seçimi, din kimliğinden daha önce jeopolitik bir tercih olduğundan; dil üzerindeki savaşın, dinsel kimliğe büründürülmesi de aslında gereksizdir. Ancak kronolojik gelişime göre din kimliğini doğudan, teknolojik kimliği de batıdan almayı amaçlayan bir jeopolitiğin yol açtığı ılımlı sonuç da; Ön Asya kültürünü ifade edebilen bir harmana denk olabilir.
Katkılarınız için çok teşekkürler.
Efendim, elimizden geldiğince karaladığımız şu sözler; gerçekten de karşılaştığımız ve aksadığımız konuları içeriyordu, bunların nasıl çözülebileceğine ilişkin çırakça görüşlerle donatılıyordu biraz da.
Aslında kim bilir hangi zaman diliminde de sözü edilegelmiş olan bir çok görüşün, bugün daha bir birikimli çerçevede derlenmesi gerekiyordu; sizlerin de buna katılmanız veya daha başka bir başlık açarak sonuca bağlamanız.
'Türkçeleşmiş Arûz'; elbette ki biraz ilginç bir tanımlama gibiydi. Sadece bir kaç sözcüğün uyumlu hareket edebildiği bir vezin sahanlığında, söz cambazlığı işletilerek kurgulanmış az sayıdaki şiirden dem vurmuş olabilirsiniz belki de. Çünkü ses dizimi uygun olmayan bir dile uygulamakla eşdeğer olan bu kural çerçevesinde her Türk, bir 'arûz' yazamaz. Yazsa da, çocuk bayramında okutamaz, anlaşılamaz; topluma yarar sağlamazdı.
Hadi, 'olsun' diyelim: böylesi şiirlerin dile dolanması, bugünün kısmen arılaşmış yapısında anlaşılır olanlar varken, niçin bilmecemsi söz oyunlarıyla uğraşıp, sağırlar diyaloğuna girelim ki? Niçin, birbirimizi bir metreden duyup da, 'efendim?' mi diyeceğiz? Kulağımızı tersten mi göstereceğiz, çözüm yanı başımızda bekler dururken?
Tüm dünya dilleri..Ve târih. Bunun için üç beş kitabı hatmetmek demek biliyor olacağımız anlamı taşımadığı için üzerime vazife değildir yorumlamak.. Hâlâ bir kelimenin öz dilindeki hâli ile kullanılmasının haklılığını tartışıp duruyoruz.. Gerek yok tekrarlamaya hülâsa.. Merâk ettiğim tek bir şey var. Yazınızda sıkça kullandığınız "arı" kelimesi..
Osmanlıca'da "ârî.." dediğimiz, pak, duru, katıksız mânâsı ile değerlendiriyoruz burada. Sözcükle bir derdimiz yok, evvelâ bunu söylemekte yarar var. Mesele, hakîkaten "katıksız, saf, duru.." bir dilin bir kültürün bir medeniyetin yeryüzünde vâr olup olmadığıdır..
Bakın. Gerçek bir'dir. Düşünce çok, bu konuda herkes hem fikir olsa gerek. Gönül isterdi ki bilmek ile anlamak aynı safta yer alsın. Fakat böyle olmadığını, insanların bunu kavrayamadığını, dayatmalardan, yasaklardan seyrediyoruz... Türkçe'yi sâfileştirmek adına yapılan çalışmalarda Farsça ve Arapça sözcük kullanımını -akımlardan kimsenin haberi yok- tenkit ederken batı dillerden birçok ek ve sözcük almayı da ödev olarak bildiriyorlar.. Ne perhiz ne lahana deyiminin tablo vaziyeti..
Yeni bir şeyler mi, geliştirerek mi.. Engellemeyin, yasaklamayın.. Özgür kılın. Ülkem insanı için demeliyim ki aydınlık varsa bir yerde, uygarlık çağdaşlık denen bir şey varsa gerçekte, bunu göreceğinden eminim. Topluma hoş görülen varoşluğun örnek sunulmasıyla bunu başarmak olanaksızdır.. Bugün bu ülke ya da başka bir ülke ve başka bir dil. Tek başına tek bir isim önderliğinde vâr olmamıştır ve tek bir insan ile kimlik bulmamıştır. Dünya gerçeğini inkârın neye faydası varsa sır gibi saklıyorlar, hani açıklansa da onca gönül bu kahrı çekmese...
Yorumlarda gözüme çarpan açıklamalar vardı. Tekrar etmenin bir anlamı yok. İstişârenin yerini bulduğu bir sayfa..
Esenlik diliyorum.
orhanti
Görüş alışverişinin dinginliğini duyumsadığınız sunum ve süregiden karşı görüş tekniği, gerçekten de kolay kotarılan bir beceri değildir. Eğer başarılabilirse, ortak değerlerimizi, kimlik çatışmalarından ve günlük politikadan ayrı bir yere koyarak tartışabilmeliyiz. Çünkü ‘benim dilim, senin dilin’; artık giderek ‘senin bölünmüş ülken, benim toprağım, kurtarılmış bölgem’ gibi geri dönülemez parçalanmalara yol açabilecek düzeyde tehlikeler barındırmaktadır.
Gerçekten de dil, sadece seslerini yinelediğimiz, anlamlı sözlerini dizip, sorunlarımızı konuşup durduğumuz basit bir araç olsaydı; belirttiğiniz külliyâtı okumamız gerekmezdi, onunla kültür taşımamız da… Hele özellikle batı uygarlıklarının, her şeylerini yitirmelerine karşın, henüz dilleri konusunda o denli cömert olmadığını, bu konuda bizleri şaşırtacak düzeyde ‘ulusalcı’ olmalarını, şu ‘Avrupa Birliği’ jeopolitiğinde nasıl açıklarsınız?
‘Arı’; ‘arılaştırma’ sözcüğünün kökeninin neresi olduğuna bakılmadan söylenmiştir. Ancak eğer ‘arındırma’ sözcüğü karşılamaktaysa, makalenin vermeyi hedeflediği iletileri okuruna taşıması için onu da kullanabilirdik en azından. Arındırma işlemini, karşılığı olmayanları uydurarak değil, unutulan, geri bıraktırılan dağarcığı canlandırarak yapmak akılcı olurdu. Bir zaman TDK’nın ay adlarını değiştirme çabası (Şubat/Gücük, Mart/Yelin, Nisan/Açaray, Mayıs/Gülay, Haziran/Bozaran, Temmuz/Biçim, Ağustos/Derim, Eylül/Verim; Ocak, Ekim, Kasım ve Aralık aylarının adlarını değişlirmedi), öte yandan hiç kimsenin kendini eşleştiremediği ve ahırda beslediği hayvanına benzer olarak yemek yiyeceği konum için yemek evi demek yerine önerilen ‘toplumsal otlangaç’ karşılığına kitlesel direnci; böylesi yöntemlerin doğru olmadığını zamanla göstermiştir ("TDK'nın başımıza ördüğü çorapları, bin kötü niyetli düşman bir araya gelse, öremez"). Yani sonuç olarak, önceden bir kavram, olay/gereç adı yoksa, onun karşılığı bir sözcük olamazdı; olayın anlatan yarım sayfalık bir ‘meâl’ yazmanız gerekirdi.
“Aşırı özleştirmecilerin gözden kaçırdıkları gerçeklerden birisi de bu konuda halkın kabulünü ve kelimelerin, yeni hayata uyum sağlama sürelerini hiçe saymalarıdır. Bu konuda tam anlamıyla "Ben yaptım, oldu" anlayışı esas alınmıştır. Kelime ve kavramların tarihî derinliği, bağlantıları, Türkiye ile Türkçe konuşan diğer soydaşlarımızın irtibatları hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Sözde Türkçeleştirme akımı, gereğinden çok hızlı ve zorlamalarla sürdürülmüştür. Bu ise, başarısızlığı beraberinde getirmiştir” (Yard. Doç. Dr. Ertuğrul YAMAN).
Bir çok kereler yabancı dillerden gelen saldırıların, yönden bağımsız olduğunu belirtiriz. Doğu yahut batı, kendi kültürümüz dışındaki katışık öğelerin kaynağı olarak birbirlerine eşdeğerdir. Dinsel kimlik veya teknoloji milleti olmak için, dilden ödünler verilmektedir; çünkü kavramların kaynağı dıştadır, bize yabancıdır; dilimizde asla bir karşılığı yoktur ve üstelik reddedilemez niteliktedir. Bu nedenle, tek doğru arayışı, yahut karma kültürlerin neresinde olduğumuz gibi, kesin önermeler konumuz dışıdır. Daha ziyade kültürün aktarılmasına özgü bir araç olarak bakıldığında, dil kimlik öğesidir. Dil, gerek sanat ve gerekse geleneklerin sürdürülmesinde vazgeçilmez bir gereçtir. Kendi kimliğini ikinci plana atabilen bir topluluk, diğerlerinin de üstünlüğünü kabûllenen bir millet görmek olağan işlerden değildir.
Katkılarınız için çok teşekkürler..
Türklerin, yüz yıl öncesine kadar sınırlarının içinde olan ülkelerden kelime kazanmasının ne gibi anormal bir yanı bulunabilir ya da bir mahsuru olabilir? Üstelik müslüman bir ülke olması hasebiyle, Kuran dili olan arapçadan bir çok kelime dilimize kazanılmış. İsimlerimiz bile önemli bir çoğunlukta arapça, farsçadır.
Aruz Osmanlıca'da hayat bulabilmiştir o günkü kelime dağarcığının zenginliği nedeniyle. Özellikle şehir ve saray şairleri şiirlerini aruzla yazmışlardır ki tadından da geçilmez hani. Bu günkü kısırlaştırılmış ve batı kayması nedeni ile mutasyona uğratılmış gramer dolayısıyla aruz yazmakta zorlanıyorsa şairler hece veya serbest şiirlerde kalem oynatabilirler. Kaldı ki değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan 2. yenicilik akımını destekleyen şairleri eleştirmek lazım esasında. Ne demek istedikleri kendilerinden başkasına karanlık. Çöz çözebilirsen.
Emek vermiş yazmışsın sevgili Orhan kardeşim. Kalemine sağlık. Yazının içinde bir dolu arapça farsça kelime de kullanmışsın. Tabi ki kullanacaksın. Bize malolmuş çünkü. İrdelemek gibi sonradan uydurulmuş kelimelere de rastladım, ritim gibi (yunanca) batı dillerinden olan kelimelere de. Halk arasında rağbet görülmüş ve kullanılıyor bu kelimeler. şiirseldir değildir, onu tartışırız ama ne şiirler görüyoruz, itici kelimeler yüzünden adeta beni okuma diyen. Değil mi? İşte şiirde de kelime kabulü olayı var. Fazla kurcalamamak lazım. Kabulde dem tutmuşsa kendisini okutur, yoksa yok.
Ayrıca şunu da belirteyim. Sadece Türkçede yok bu durum. Endülüs Emevi devleti devleti zamanından beri avrupa dillerine özellikle Fransızcaya sayısız arapça kelime girmiştir ve bu gün hala tüm canlılığıyla yaşamaktadır. Keza Almanca, İngilizce dillerinde ortak bir çok kelime vardır. Neredeyse komşu bütün ülkelerde aynı durum söz konusudur.
Günün yazısı seçilmesi hasebiyle kutlarım. başarılarının devamını dilerim. Sevgilerimle Orhan kardeşim.
orhanti
Karşı görüşlerin tartışıldığı bir zemin olarak değerlenen bir ortamda, farklı yönlere değindim ve bir orta yol üzerinde neler yapılabileceği konusunda düşünmeyi sürdürdüm:
Savaşın gerekçesi
Diğer makalelerde de belirttiğim üzere, Türklerin gezgin coğrafyasında uğradığı her jeopolitiğin işlediği dilden, bir parça alınmış olabilir anadilimizin dağarcığına. Ancak bunun doğu-batı çatışmasına dönüştürülmesi; kimlik çatışmasıyla eşleştirilebilen yönüne ilişkindir. Gerçekte, dilin anlaşılırlığı için değil, alt kimliğin daha iyi yerleşebileceği dillere meyledenlerin savaşıdır bu. Sanki Cumhuriyet öncesinde doğu, sonrasında ise batı dillerinin egemen olduğu kimlik değişiminde; sümen altındaki savaşın, dil savaşından çok daha başka bir savaş olduğu anlaşılır. Yeni rejimle birlikte ortaya çıkan edebiyat akımlarının da, yeni (arılaştırılmış) dilin etkileriyle ve dışarıdan katılan karma kurallardan da arınmış olarak, 'yeni' (ikinci) şiirler ortaya çıkarması, doğal bir sonuç olarak görülmelidir oysa. Ancak öte yandan, kamu yönetimi meselesi gibi, yabancı dilin atılmasına direnç gösterenler de her çağda bulunmaktadır.
Makale dili
Bugünkü dilim; kalemime sızan ve aynı zamanda kime yazdı isem, okuduğunda anlayabileceği bir dağarcıktan ibarettir. Ne TDK önerilerinden oluşuk bir sözlük, ne de doğu dillerinin yoğunlaştığı bir defineden müteşekkildir. Anlaşılmaya önem verirken, dilin ateş hattında gezinmenin de gereği yoktur elbette; ancak güncelin sorunlarını deşerken, dillerin harmanlandığı o devranın köklerine dek inmekse mecburîdir.
Kültür dili
Eğer bir milletin dili, kendi kültürünü yansıtabilecek dağarcığa sahipse, özellikle arûz kuralı nedeniyle onun kaba ve yetersiz olduğunu söyleyip, diğer dillerden sözcük çekemezsiniz. Eğer sözcük kazanımı, karşılanamayan sözcüklerden dolayı ise, elbette yenilerini gocunmaksızın benimser ve kullanırsınız. Batı dillerine doğudan da katılmalar olmuştur gerçekten; ancak bunlar, içlerine çektikleri sözcükleri kendininkilerden daha üstün görmek ve o sözcüklerin işlediği edebiyat kurallarını da içselleştirmek gibi edilgen bir duruma düşmemişledir.
Bir dilin tümüyle arılaştırılması veya tümden harmanlanması gibi ütopik bir görüşü ileri sürmekse, zaten konumuz dışıdır. Din kimliğinin gerektirdiği güneydoğu adlarının topluma kazındığı da mâlumdur; geri verilemeyecek onca sözcük varken, millet dilinin belli bir ülkü çizgisinde kültürü koruyacak ve halkın sorunlarına inecek boyutta arılaştırılmasının yeterli olduğunu düşünmek de mümkündür. Öte yandan ümmet dilinin, sadece Arapça-Farsça olacağını iddiasını sürdürmek de; dilimize çevrilemeyenler ve dinsel kalıpların geçerli olacağı ibâdet bilgileri hariç, halifeliğin kalmadığı bir dünyada oldukça ütopiktir.
Aslında hiçbir dile karşı doğrudan tiksinme duyulmaz; organikmiş gibi iğrenilmez. Çünkü onlar da birer dildir ve ait oldukları kültürü toplumunun belleğinde tutmak için canlı kalmak zorundadırlar; görevleri şah damarı kadar önemlidir. Ancak farklı kültürler ve onların din kimliğini aşan diğer gelenekleri, toplumları birbirinden bazen birbirinden ayıran veya soğutan âdetleri de barındırabilir. Kültürünü korumak bazen, kendisiyle diğerleri arasına bazı kimlik çizgilerini çekmekle mümkün olabilir. Türk topluluklarının yerleştiği topraklarda resmî dilin seçimi, din kimliğinden daha önce jeopolitik bir tercih olduğundan; dil üzerindeki savaşın, dinsel kimliğe büründürülmesi de aslında gereksizdir. Ancak kronolojik gelişime göre din kimliğini doğudan, teknolojik kimliği de batıdan almayı amaçlayan bir jeopolitiğin yol açtığı ılımlı sonuç da; Ön Asya kültürünü ifade edebilen bir harmana denk olabilir.
Katkılarınız için çok teşekkürler.
Türk edebiyatina aydinlatici yaziyla katkida bulunan yazari ve kalemini kutlarim...
önceligin dilimize, dilimizde var olan ve olasi kural gelisimlerinde olmasi edebiyatimizin gelismesini getirebilecegi gibi; yabanci kelimelere muhtac kaliplari günümüzde de birincil dereceye cikartmak engelleyecektir. bizim diyebildigimiz Kadar Türkcelesmis aruzu da olmasi gereken sekilde degerlendirmeliyiz ancak halkin anlayip kabullenerek diline doladigi kac aruz siir vardirki...
orhanti
Aslında kim bilir hangi zaman diliminde de sözü edilegelmiş olan bir çok görüşün, bugün daha bir birikimli çerçevede derlenmesi gerekiyordu; sizlerin de buna katılmanız veya daha başka bir başlık açarak sonuca bağlamanız.
'Türkçeleşmiş Arûz'; elbette ki biraz ilginç bir tanımlama gibiydi. Sadece bir kaç sözcüğün uyumlu hareket edebildiği bir vezin sahanlığında, söz cambazlığı işletilerek kurgulanmış az sayıdaki şiirden dem vurmuş olabilirsiniz belki de. Çünkü ses dizimi uygun olmayan bir dile uygulamakla eşdeğer olan bu kural çerçevesinde her Türk, bir 'arûz' yazamaz. Yazsa da, çocuk bayramında okutamaz, anlaşılamaz; topluma yarar sağlamazdı.
Hadi, 'olsun' diyelim: belirttiğiniz gibi; böylesi şiirlerin dile dolanması, bugünün kısmen arılaşmış yapısında anlaşılır olanlar varken, niçin bilmecemsi söz oyunlarıyla uğraşıp, sağırlar diyaloğuna girelim ki? Niçin, birbirimizi bir metreden duyup da, 'efendim?' mi diyeceğiz? Kulağımızı tersten mi göstereceğiz, çözüm yanı başımızda bekler dururken?
Katkılarınız için çok teşekkürler, sağlıkla.
atahan
farscayi ve kurallarini sürekli türkceyle yarisa sokmanin yersizligini dil bilimcilerin tesbilti olan "farsca: Türkce ve arapcanin karisimi bir dildir"bilgisini de hatirlayarak degerlendirmek gerek.
kurali arap fars olsada isteyen aruz yazsin ve bu ne yasaklansin nede tesvik edilsin. aruz ölcüsüyle siir yazma konusunu gereginden fazla tartismamali.
faydali bir makaleye tebirk ve katki artmali...
orhanti
Karşı (ardışık) görüşünüz, değerli geri dönüşleri içeriyordu biricik paragrafında. Yorumunuzla birlikte, makalelerde ileri sürülen fikirlerin ortak paydasını aşağıya özetlemek gerekiyor:
1-Unutulan dilin, hatırlanması; dilin yetkinliğinin anlaşılması için yeterlidir.
2-Üç dilin karması olan Osmanlıca’nın, bugünkü kullanım düzeyi ve hizmet ettiği toplumun kültürüyle uyuşup uyuşmadığının belirlenmesi, halkının ve edebiyatını temsil edip etmediğinin deklare edilmesi gereklidir.
3-Yabancı dil kurallarına göre yazılmış veya yazma eğiliminde olmanın olağan kabûl edilmesi uygun gözükmektedir. Bu bağlamda arûz yasağının, sanatsal davranışları zindana atmakla eşdeğer olacağı âşikâr olup, şairlerin bu konuda özgür olmaları gerekir. Bu sonuca göre dilin yeni jeopolitiğinde, divan edebiyatının resmî müfredat olarak okutulması yerine, sanat tarihi olarak değerlendirilmesinin yeterli görülmesi uygundur.
Kaleminizin hep görüş üretmeden duramaması dileğimle, selamlar.
Sayın Celayir,
Efendim, gerçekten de çok net bir sonuç arayışı içindesiniz. Sizin sorunuz kadar kesinlik bulunmuyor henüz tek bir kalemin tartışmalarında.
Öte yandan, "üçlü dilin mi, tek dilin mi egemen olması gerekir" tarzında bile sorsanız; "kendi dilimiz" demek bile bazılarına çok zor gelecektir.
Çok net cevaplar veremeyişimize benzer olarak; üç dilin dağarcığının orta yerinde bir yerlerde belirsiz bir sınır olduğunu düşünüp, onu dikkate alarak arılaştırma düzeyini belirleyebiliriz belki de.
Hangi sözcükleri atmak gerek, hangilerini dilimizde bırakmak noktasında; dil politikasını belirlemeyi ve çözümünü de buna bağlı olarak önerme işini, teknik konuları biraz uygulamaya, biraz da uzman edebiyatçılara, son noktayı da dilbilimcilere bırakmak gerekir esasen.
Görüldüğü üzere, sadece kültürün korunmasını ve toplumun kendi kendini anlamasına yetecek düzeyde kalabilecek bir arılaştırmadan söz ediyoruz. Beklediğiniz ölçüde bir kesinlik arz etmeyen tartışma içeriği olabilir.
Ancak bunlar, sizlerin karşı görüşlerine, hangilerinin doğru kalıp, hangilerinin yanlışlanacağına, çürütülen görüşlerinse, bir kere daha yinelenmemek üzere çöpe atılmasına dek sürmesi beklenen uzun soluklu tartışmalardır.
Çoğu kullanıcının beklediği gibi, bir tek satırda dilin çözümü sunulmamış olup, sunulması da tek celsede mümkün değildir. Ancak çok eski çağlardaki politikalarla ve yer değiştiren atalarımızın değişken coğrafyaların etkisinde kalmasıyla, daha kolay bozunan ama geri dönülemeyen bir karma dilin etkisinde kalmışız.Bu açıdan, sözcük savaşından daha öncelikli olarak, yabancı kuralların geri verilmesini düşünmek gerekir. Çünkü ahenk kuralı olarak gelen aruz, Türkçe sözcüklerin uygun olmaması nedeniyle, yabancı sözcüklerin içeriye çekilmesinde ana etken olmuştur.
Sonuç; çok kesin cevaplar aramak yerine, çok sayıda görüşleri ortaya dökmek ve çalıştayı işletmek daha doğru olabilir derim.
Katkılarınız için çok teşekkürler, selamla.
orhanti
Efendim, gerçekten de çok net bir sonuç arayışı içindesiniz. Sizin sorunuz kadar kesinlik bulunmuyor henüz tek bir kalemin tartışmalarında.
Öte yandan, "üçlü dilin mi, tek dilin mi egemen olması gerekir" tarzında bile sorsanız; "kendi dilimiz" demek bile bazılarına çok zor gelecektir.
Çok net cevaplar veremeyişimize benzer olarak; üç dilin dağarcığının orta yerinde bir yerlerde belirsiz bir sınır olduğunu düşünüp, onu dikkate alarak arılaştırma düzeyini belirleyebiliriz belki de.
Hangi sözcükleri atmak gerek, hangilerini dilimizde bırakmak noktasında; dil politikasını belirlemeyi ve çözümünü de buna bağlı olarak önerme işini, teknik konuları biraz uygulamaya, biraz da uzman edebiyatçılara, son noktayı da dilbilimcilere bırakmak gerekir esasen.
Görüldüğü üzere, sadece kültürün korunmasını ve toplumun kendi kendini anlamasına yetecek düzeyde kalabilecek bir arılaştırmadan söz ediyoruz. Beklediğiniz ölçüde bir kesinlik arz etmeyen tartışma içeriği olabilir.
Ancak bunlar, sizlerin karşı görüşlerine, hangilerinin doğru kalıp, hangilerinin yanlışlanacağına, çürütülen görüşlerinse, bir kere daha yinelenmemek üzere çöpe atılmasına dek sürmesi beklenen uzun soluklu tartışmalardır.
Çoğu kullanıcının beklediği gibi, bir tek satırda dilin çözümü sunulmamış olup, sunulması da tek celsede mümkün değildir. Ancak çok eski çağlardaki politikalarla ve yer değiştiren atalarımızın değişken coğrafyaların etkisinde kalmasıyla, daha kolay bozunan ama geri dönülemeyen bir karma dilin etkisinde kalmışız.Bu açıdan, sözcük savaşından daha öncelikli olarak, yabancı kuralların geri verilmesini düşünmek gerekir. Çünkü ahenk kuralı olarak gelen aruz, Türkçe sözcüklerin uygun olmaması nedeniyle, yabancı sözcüklerin içeriye çekilmesinde ana etken olmuştur.
Sonuç; çok kesin cevaplar aramak yerine, çok sayıda görüşleri ortaya dökmek ve çalıştayı işletmek daha doğru olabilir derim.
Katkılarınız için çok teşekkürler, selamla.