- 1049 Okunma
- 8 Yorum
- 2 Beğeni
Kafeterya
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Raytheon’da gün geç başlar, erken biter. Şirketin teknisyen olmayan elemanları sabah dokuzdan önce gelmezler. Saatler öğleden sonra dördü gösterdiğinde de ofisler boşalmış olur. Öğlenleri şirket yemek vermez; çalışanlar evden getirdiklerini ya da dışarıya sipariş ettiklerini yerler. Eğer Ar-Ge ya da üretim bölümlerinde çalışmıyorsanız, Raytheon sizin için sıradan bir şirkettir.
Bu sıradanlık bir tek Perşembe günleri, öğle yemeği arasında bozulur. Şirketin orta kademe yöneticileri kafeteryada bir araya gelir ve oyun oynarlar. Kurallar son derece basittir: Kafeteryanın tek duvarına dayalı masasının üzerinde geniş ağızlı bir kavanoz vardır. Kavanozun içinde ise sayısını kimsenin tam olarak bilmediği kartlar yeralır. Her Perşembe öğle yemeği başlamadan Donna Paulsen, ki kendisi genel müdürün sekreteridir, uzun, kızıl saçlarını sallaya sallaya duvarın dibindeki masaya gider, herkesin kendisine baktığından emin olduktan sonra kavanozdan bir kart çeker. Acele etmeden, üzerindeki dikkatin tadını çıkartarak kartta yazılı olan soruyu yüksek sesle okur. Soru kişiseldir; dolayısı ile herkesin cevabı da farklıdır. Yöneticiler sırayla yöneticiler söz alır ve söz almak için kalkan ilk elle oyun başlar. ...
Donna’nın okuduğu soruyu duyunca “Bu seferki kolay” dedim içimden. Kimi soruların için çıkılması çetrefillidir. Ama bugün Donna “Uzak geçmişte bir şeyi geride bıraktınız. Bir saatliğine ona tekrar kavuşacaksınız. Bu nedir?” dediğinde yanıtı hemen aklıma gelmişti. Yine de şirkete yeni katılanların yaptığı gibi heyecanla elimi kaldırmayıp, söz sırasının bana gelmesini bekledim.
Jim Henson sözünü tamamlayıp, bakışlar bana çevrildiğinde yemeğimi bitirmiş, kahvemi içiyordum. Onları fazla bekletmedim.
“On beş yıl kadar önce Georgia’da öğrenciydim. Mühendisliği hakkıyla beceremeyince astronot olma hayallerime son vermiş, işletmede yüksek lisansa başlamıştım.
Kampüs, güneyin birbirinden güzel kızlarıyla dolu olsa da benim dikkatimi bir uzakdoğulu çekmişti. Sınıfa tişört ve şortlarla gelen diğerlerinin aksine bu kız bir iş kadını gibi derse etek-ceket giyerek, bakımlı ve makyajlı geliyordu. Beni etkilemiş olmalı ki ben de tişörtten gömleğe, blucinden kumaş pantolona terfi etmiştim.
Söylemeye gerek yok, güzel bir kızdı. Uzakdoğuluların çoğunluğunun aksine, ince ve uzun bacakları vardı. Kendisiyle selamlaşıyor ama bir türlü konuşacak cesareti bulamıyordum. Biraz soruşturunca Cuma ve haftasonları, ailesinin işlettiği Çin lokantasında garsonluk yaptığını öğrenmiştim.
Bir süre sonra arkadaşlardan biri evinde parti verecekti. Kafama koymuş, bu kızı partiye çağıracaktım. Ama ortak aldığımız derse o hafta gelmeyince bunu yapamadım. Belki de böylesi daha iyiydi, fazla tanımadığınız birine sınıfın ortasında teklifte bulunmak o kadar parlak bir fikir olmayabilirdi. Yine de onu çağırmanın bir yolunu bulmalıydım. O zamanlar şimdiki gibi internete girip, ‘Bizim sınıftaki çekik kız’ diye yazınca telefon numarasına erişmek yoktu. Bu yüzden başka ve biraz daha riskli bir metodu denemeye karar verdim: Çalıştığı lokantaya gidip, servis sonrası benimle partiye gelmesini isteyecektim. Civarda tanıdıkların da olmayacak olması olumlu bir noktaydı. Kararımı uyguladım ve parti akşamı erkenden soluğu Çin lokantasında aldım.
Elimdeki istihbarat doğruydu; kızımız orada çalışıyordu. Gidip bir masaya oturdum, o da çok geçmeden yanıma geldi. Selamlaştık, havadan sudan laf ettik, bir tane acılı ekşili çorba söyledim ama nedense partiden bahsedip onu davet edemedim. Siparişimi alıp içeriye gitti; ben de tek başıma oturduğum masada, lokantada fazla müşteri olmamasına da güvenerek kendi kendime söylenmeye başladım. Çok geçmeden yanımda orta yaşının sonlarında, uzakdoğulu bir kadın belirdi. Bana sormadan karşımdaki sandalyeye oturdu ve “Kızımla konuştuğunuzu gördüm; sanırım onu tanıyorsunuz.” diyerek lafa girdi.
Yalan söyleyecek halim yok, başta kendiminki olmak üzere tüm annelerden korkarım. Bu yetmiyormuş gibi karşımdaki annenin geldiği kültürü de bilmiyordum. Beklentisi nedir, ne yanlıştır, ne daha yanlıştır, hiç bir fikrim yoktu. Başka çarem olmadığı için, içgüdülerime güvenip el yordamı ile durumu idare etmeye çalıştım.
Kızını tanıdığımı, onunla sınıf arkadaşı olduğumuzu, yüksek lisanstan sonra doktoraya devam edeceğimi, hali vakti yerinde olan ailemin de bu kararımı desteklediğini söyledim. Uzakdoğulu annenin yüzünde herhangi bir kas hareketi göremediğimden baltayı taşa vurup vurmadığımı da hemen anlayamadım. Beni sessizce dinleyen kadın neden sonra konuşmaya başladı. Oğlundan bahsetti. Kendisi ailenin geri kalanıyla beraber Amerika’ya göç etmeyip, Tayvan’da kalmış. Şimdi bir manastırda yaşıyormuş çünkü Budist rahibi olmuş. Keşke bunlardan vazgeçip kendilerine katılsaymış, burada bir iş tutarmış, üzerine para yaparmış, aslında çok akıllıymış.
Gençliğime verelim, kadının ne söylemek istediğini o zaman anlayamadım. Ben kadına oğlunun aslında fena bir yolda olmadığını, son derece saygıdeğer bir uğraşla meşgul olduğunu bir süre anlatmaya çalıştım ama kadın bunu kabullenmeye yanaşmadı. Belki de konuyu değiştirmek için, ya da ben öyle sanmıştım, lokantaya ne için geldiğimi sordu. Ona bir anda doğruyu söyleyemedim. Acılı ekşili çorbayı çok sevdiğimi, her lokantanın onu farklı yaptığını ama çoğunun yeterince acı olmadığını anlattım. Kadın “O zaman bir dakika...” dedi, bir el işareti yaptı ve o ana kadar ortalıklarda gözükmeyen benim kız yanımızda bitiverdi. Kızına Kantonca bir şeyler söyledi (Alçakgönüllülük yapmayacağım; daha o zamandan Mandarin’le Kantonca’yı duyduğumda ayırt edebiliyordum). Kız başını sallayıp gidince, bana dönüp:
“Senin için özel sipariş verdim. Hem acı olacak, hem de büyük kaseyle gelecek. Bizden sana bir hediye.”
Çorba geldi, getiren kız geri gitti, ben anneyle masada oturmaya devam ettim. Kaseden bir kaşık aldım. Hayatımdaki tüm ‘ilk kaşık’ların arasında bir tek o anı hatırlarım. Acıydı, öyle böyle değil, acıydı. Masadaki su bardağı bir dikişte bitirdim, hala acınası halim devam ediyordu. Kadın ifadesizce karşımda oturuyor, olan biteni görmemiş gibi yapıyordu. Kaşığı ikinci defa çorbaya daldırdım ama bir türlü cesaret edip çıkaramıyordum. Masada sessizlik hüküm sürdüğünden tüm dikkatler kasenin içindeki kaşıkta yoğunlaşmıştı. Yapacak bir şey yoktu, Yaradan’a sığınıp ikinci kaşığı da ağzıma attım. Yaradan filan fayda etmedi, acıdan burnum akmaya başladı. Peçeteyle yüzümü siliyor, silerken ağırdan alıp üçüncü kaşık öncesi zaman kazanmaya çalışıyordum ama nereye kadar? Kadın kımıldamıyordu, dahası kızı da ortalıklarda gözükmüyordu. Kızı görsem ondan sadece ve sadece bir sürahi su isteyecektim. Kısmet değilmiş.
Uzun uzun her kaşığı anlatacak değilim ama herhalde durumu size tasvir edebildim. O çorbadan toplamda altı kaşık içtim. Sonra kadın acımı dindirmeye karar verdi ve masamdan kalktı. O kalkınca mucizevi bir şekilde kızı da belirdi. Kızına bir işaret çakıp, hesabı getirmesini rica ettim. Kız bana çorbayı niye bitirmediğimi, yoksa beğenmediğimi mi sorunca da annesiyle sohbete dalıp partiye geç kaldığımı söyledim. Kız hesabı ve hesapla beraber söylemiş olduğum su dolu sürahiyi getirdi. Yekünü ödeyip, kendimce yüklü bir bahşiş de ekleyip koşarak dükkandan kaçtım. Uzatmaya gerek yok, kızı partiye davet etmedim. Annesinin mesajını almıştım.
“Anladım” dedi risk yönetiminden John Tevez,, “Kıza geri dönüp bu sefer partiye davet etmek istiyorsun.”
“Hayır, niyetim o değil” dedim. “Bu kadar canlı hatırladığım bir anımın kahramanının adını unuttum. Onu sormak istiyorum.”
Sessizlik oldu. Bazı yüzlerde gülümsemeler belirdi. Donna’nın yanıma gelip bu Perşembe’nin ödülü olan, hafta boyu masamda sergileyeceğim kırmızı şapkayı bana sunmasını bekliyordum ama Jeoffrey Bennett’in henüz hikayesini anlatmamış olduğunu unutmuştum. Jeoffrey önce sesini temizledi, sonra ortamdaki sessizlikten faydalanıp kendi öyküsüne geçti.
...
“Benim geride bıraktıklarımın hikayesi böyle romantik değil. Hatta bir kadınla ya da bir erkekle de ilgisi yok. Kemal’den daha da geriye, benim çocukluğuma döneceğiz. O yıllarda Detroit’te oturuyorduk. O zaman da Detroit pek matah bir yer değildi ama şimdi ki terkedilmiş hali de yoktu. Rook sokağında, bahçeli bir evimiz vardı. Ev 1800 lerde yapılmış, Viktoryen çizgileri ahşap bir yapıydı. Çocuksunuz; bunları farketmiyor, bahçenizdeki kum havuzuyla, komşunun çocuklarıyla ve okul otobüsünün eve gidiş-geliş saatleriyle ilgileniyorsunuz. Ben de bir istisna değildim ve o evin güzelliğini algılamıyordum.
Bir Kasım öğleden sonrası okul döndüşünde beni beklemediğim bir manzara karşıladı. Evdeki tüm mobilyalar paketlenmiş, kapıya bir taşıyıcı kamyon dayanmış, babam sürücüyle beraber eşyalarımızı kamyona yüklüyordu. Beni görünce annem “Gidiyoruz, bu evde daha fazla kalamayız.” diye açıklama yaptı. Sonra bana arabaya gitmemi, eşyaların taşınması bitinceye kadar arabada beklememi söyledi. Annemle ters gidilmeyecek anlardan biriydi; uysalca arabaya gittim. Tüm eşyalar yüklendiğinde hava çoktan kararmış, arabanın da içi epeyce soğumuştu. Tam motoru çalıştırıp kaloriferi açmak için annemden arabanın anahtarını istemeyi düşünüyordum ki, annem arabaya girdi.
“Herşeyi yükledik. Baban kamyoncuyla gidecek. Biz de geceyi anneannenlerde geçireceğiz.
“Anne, biz niye taşınıyoruz?”
Annem bir süre ne diyeceğini düşündü.
“Kocaman, akıllı bir çocuksun Jeoffrey. Bir süredir biliyorsun ki o evde yanlız değiliz. Senin, benim ve babanın dışında başkaları da o evde var. Onları gün içinde görmüyorduk ama seslerini duyuyorduk. Gün battığında da... Neyse, olan bitenin farkındasın. İşte bu yüzden taşınıyoruz.”
Neler olup bittiğini biliyordum. Annem böyle söyleyince kabullendim. Ama tam hareket edecektik ki aklıma geldi, sordum:
“Anne! Çatı katında oyuncak sandığım vardı. Onu aldınız mı?”
Babamın bir uygulaması vardı: Düzenli olarak oyuncaklarımın ancak bir bölümüyle oynayabiliyordum. Diğer yarısı altı aylığına çatı katına kaldırılır, onları unutmam ve özlemem beklenirdi. Şimdi o unutmam gereken grup aklıma gelmişlerdi.
“Çatı katı mı? Oraya bakmamış olabiliriz. Acelemiz vardı Jeoffrey, kusura bakma.”
“Gidip alamaz mıyız? İki dakika bile sürmez.”
“Tabi ki hayır!” Annemin sesi birden tizleşmişti. “Hiç bir güç beni tekrar o hayaletli eve geri sokamaz. Sana yenilerini alırız.”
Arabayı hareket ettirdi, evi ve oyuncaklarımı bir daha görmedim. Annem yenilerini de almadı. Evin lanetli diye adı çıkmıştı, yıllarca satamadık. Yeni taşındığımız ev ise borcu yüzünden bize yokluk ve sıkıntı getirdi. Bu nedenle, şimdi imkanım olsa geri dönüp oyuncak sandığımı bulmak isterim. Belki hala o çatıkatındadır.”
Jeoffrey öyküsünü bitirdiğinde başında dikilen Donna’yı ve onun kendisine uzattığı kırmızı şapkayı gördü.
YORUMLAR
Bu siteye çok sık giremiyorum. Bu girişimde de takip ettiğim yazarlarla ilgili 40 ad. bildirimim olduğunu gördüm. İş esnasında bir kaçamak yapıp sizin yazınızı okudum. Her zamanki gibi; anlatımınız, hikayenin özgünlüğü ve imla kurallarına sadakatiniz her türlü övgüyü hak ediyor. Nitekim seçki kurulunun da gözünden kaçmamış ve hak ettiği kurdele verilmiş.
Yazılarınızı okumak büyük keyif ama sonrasında bir şeyler yazmak için klavye başına geçince yetersizlik duygusuna kapılmak ve genellikle vazgeçmek duygusu yok mu? çok fena. Gönülden tebriklerimle...
İlhan Kemal
Yazılarınızı okumak büyük keyif ama sonrasında bir şeyler yazmak için klavye başına geçince yetersizlik duygusuna kapılmak ve genellikle vazgeçmek duygusu yok mu? çok fena
Belki ilgisiz gözükecek ama söylediklerinize paralel olduğunu düşündüğüm kendi deneyimimden bahsetmek istiyorum. Dediğim gibi sorun tamamen benzemeyebilir ve bulduğum çözüm ise bana yöneliktir. Yine de bir fikir verebileceğini düşünüyorum (Uzunluğu konusunda da şimdiden özür dilerim).
Daha önceden yazmayan biri olarak, benim Edebiyat Defteri'nde yazmamın iki önemli ayağı var. İlki konumuzla ilgili değil ama ikincisi bir şekilde tanıdık gelebilir.
2010 yılında New York'a taşındım. Daha önceki yıllarda defalarca ziyaret ettiğim Metropolitan müzesine de düzenli olarak gider oldum. En sevdiğim bölüm olan klasik dönem resimlerinin Flaman ustaları bölümünde epey vakit geçirdikten sonra, bir rahatsızlık hissettim: Ressamlarla (eserleri aracılığıyla) tek yönlü bir ilişkim vardı.Bu monolog hoşuma gitmedi. Bir şekilde kulübe, ucundan da olsa, katılmak istedim ve Defter'e hikaye yazmaya başladım (O ilk 87 öyküm şu anda Defter'de yok). Yazmak da benim kendimi ifade tarzımdı. New York'a ilk taşındığım günlerde sokakta Orhan Pamuk'a da denk geldim (O bu karşılaşmanın farkında değil). Ama beni yazmaya iten ondan çok Flaman ustalar oldu.
Yeni başlayan biriydim. Üzerimdeki baskıyı atmak için kendimi eskiz çalışan bir ressam adayı olarak gördüm (Aradan geçen zamanda değişen bir şey olmadı). Büyük beklentiler içine girmeden, keyif aldığım öyküler yazmaya koyuldum. Bu noktada disiplinli davrandığımı kabul etmem lazım: Her gün bir öykü yazıyordum, öykülerde düzenli olarak yeni tarzlar deniyordum (Birinci tekil yerine üçüncü tekil anlatıcı, diyaloglar, çok kişili konuşmalar, zamanda ve mekanda ileri-geri gidişler, aksiyonun tasviri, vs). Denemeleri el yordamı ile yaptım. Ayrıca şanslıydım, yazdıklarımı profesyonelce yorumlayan bir üyemiz vardı. Yazdıkça ne tür ve hangi tarzda öyküler yazmaktan hoşlandığımı keşfettim.
Bütün bunlardan sonra Vermeer'in karşısına geçip,ona kulübe katıldığımı söyleyebiliyor muyum? Tabii ki hayır. Ama yine de yazmak, kurgulamak hoşuma gidiyor. Arada ''Tamam, yeterince yazdım. Artık bunları ciltletip anneme hediye edeyim'' diyorum fakat her seferinde yeni bir hikaye çıkageliyor. Hayatının ilk kırk yılında sadece on beş öykü yazmış biri olarak bu noktaya geleceğimi düşünemezdim.
Deneyimim bundan ibaret. Saygılarımla.
Önce acı sonra bir bardak su içilerek olay zaten unutulmuş..
'' Bir bardak su iç ve unut''
İlhan Kemal
İlhan Kemal ne yazarsa okunur, en azından ben okurum. Yine güzel bir öykü. Benim dikkatimi öyküden çok Raytheon şirketindeki çalışma saatleri çekti. Sabah dokuz ve öyleden sonra dört... Şaka bir yana böyle bir şirkette çalışmayı çok isterdim :)
Öyküde, hayal gücü yüksek; Uzakdoğulu kızın şıklığını ben de gördüm. İkinci hikayedeki çocuğun tavan arasında kalan oyuncaklarını almak isterken ki çaresizliğini gördüm ve alkışladım.
Tebrikler...
İlhan Kemal
Bir de itirafta bulunacağım: Hayalgücüm bu öyküde pek çalışmadı. Anlatılanların hemen hepsi gerçek olaylar. Bir tek Donna Pulsen'ı bir televizyon dizisinden ödünç aldım (Yani o da benim hayalime dayanmıyor?).
Öncelikle okuduğunuz, sonra da yorumladığınız için teşekkür ederim. Saygılarımla.
Emine UYSAL (EMİNE45)
Anlatıların hayal gücü olmasa bile anlatımın çok hoş okuyan hoş vakit geçiriyor sayfada
saygılarımla...
Aslında alakası olmasa da, öyküyü iki kısıma ayırdığımızda, ilk kısım için aklıma 'white palace' filmi geldi. İnsanların ilgi duydukları, sıradışı her şey korku verici, bir o kadar da ilgi çekici geliyor. Uzakdoğulu kızın gözlerini Donna'da gördüm ben.
Böyle güzel bir öyküyü (özellikle canlandırma hafızası yüksek, görsel figürlerin itinayla işlendiği, yer aldığı) okuttuğunuz için ben teşekkür ediyorum.
Saygılar
İlhan Kemal
Görselliği ön planda tutmayı hedeflememiştim ama olayların sadeliği sanırım görselliği ön plana taşıdı. Belli ki iyi de olmuş. Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
Bu öyküyü kimin yazdığını bilmesem size ait olduğunu tahminn edebilidim. Keyifle içine girdim adeta...
Kimbilir belki oyuncakalr hala sandıkta duruyordur. Sevgilerimle...
İlhan Kemal
Dostum,
Yine harika bir İlhan Kemal klasiği okudum. Tam da sen çekik gözlüyü partiye davet ettin edecen derken, kırmızı şapkayı kazandın derken, son anda al sana bir hayaletli ev ve çatıya bırakılmış Jeo'nun oyuncakları...
Her zaman olduğu gibi seni okumak kendi adıma mutluluk...Kutlarım dostum...
Sonsuz saygı ve selamlarımla...
İlhan Kemal
Diğer hikâyeleriniz gibi ilgi çekici ve güzeldi. Tebrik ve teşekkürler... Ayrıca, ben de kırmızı şapkayı size değil, diğer hâtıra sahibine verirdim. Çocukluğa dair şeyler, hep daha özeldir bence de.
Selâm ile.