- 1142 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bu öykü, sizin bildiğiniz öykülerden değil
*’soğuk bir şey yersen, lezzeti değil, soğuğu hissedersin. sıcak bir şey yersen, lezzeti değil, sıcağı hissedersin. sert bir şey yediğinde, lezzeti değil, sertliği hissedersin. sulu bir şey yediğinde, lezzeti değil, sıvıyı hissedersin. bu yüzden ılık ve yumuşak şeyler yemelisin.’
Bakkala gidip kibrit alıyorsun. Dua ediyorsun ki bakkalı işleten sana malazlar marka kibritten vermesin. Para üstü niyetine yuvarlak, kocaman bir plastiğin içinde bekleyen malazlar kibritinden nefret ediyorum. Bir sigara alıyorsun. Paran varsa en iyi sigara senin; en güzel kadın, en güzel araba, en güzel hayat… Yalan! Lord’un biri leydisine demiş ki:’ Eğer Lord olmasaydım, yine de benimle yaşar mıydın?’ Kadın bir şey dememiş. Lord bir daha sormuş. Leydi bir süre sessiz kaldıktan sonra, ‘sana kahve yapayım sevgili Lord’um’ demiş. Bunun veya bir başkasının benimle alacağım sigarayla ne alakası olabilir ki? Olmamalı, sigara bile pahalı! Filmlerde gördüğünüz o fakir ama gururlu yaratıklar nasıl olur da her sahnede ceketlerinin ceplerinden bir paket çıkarıyorlar? Akıllının biri atladı dedi ki:’ Eskiden çok ucuzdu piyasası.’ Haklısın, fakir olanların da kitap okumaya hakkı olmalı. Çocukken bir arkadaşım okulun kütüphaneden her hafta bir kitap hırslardı. Kütüphanenin nöbetçi öğrencileri derse girmeyecek imkânları bulsalar da, mutlaka her nöbetçi olduklarında sınıfa gidip, girecekleri önemli bir ders olurdu. Bu arkadaş da böyle zamanlarda derse hep beş dakika geç kalırdı. Edebiyat öğretmeni her hafta kütüphane kolunda olanları azarlardı.
Kahrolsun örgütler! Kaçak sigaralar, eşekleri, dolarla işleyen tüm piyasalar. Ne saçmalıyorum ben, altı üstü bir sigara alacağım ama sigaralar çok pahalı. Paltomun sol cebi hep delik. İçinde yeni aldığım kitabım var. Ne güzel insanın iri olması! Böylece giydiği paltonun cepleri de büyük oluyor. O büyük cepte açılan delikten de her şey paltonun astarıyla kumaşı arasında saklanabiliyor. Bu bakkaldan sigara almaktan ve kibrit almaktan vazgeçiyorum. Ocağın üzerinde duran yağlı çakmak işime yarayabilir. Evin yakınındaki markete giriyorum. İşte insanın dumura uğradığı an! İnanın en ucuz sigarayı alacağım ama raflarda tek sigara dahi yok. Altmışını biraz geçmiş, yakında onu görecek herkesin ona hacı diye seslenecekleri adam üzgün. Gözüm sigara raflarında, bir yandan da slayt gösterimi yapıyorum. Adamın hüzünlü portresi fon, beynimdeki düşünce harmanı kaçak ömrün fiyakasız düşleriyle uğraşıyorum. Her şey tamam olduğunda slaydı gösterebileceğim kimse yok. ‘Hayırdır dayı, üzgünsün?’ Adamın yüzünden düşen sekiz bin parça! ‘Hayır olsun diyeydim keşke, gece hırsızlar girmiş dükkâna. Tüm sigaraları götürmüşler. Bunu yapan Müslüman olamaz, Hristiyan ancak böyle bir şey yapabilir. Sekiz bin liralık mal gitmiş. Ah, ah!’ Ne demeli böyle durumlarda, insanlara nasıl konuşmalısın ki onları rahatlatabilesin? Dayının boyu kısacık, kilolu da değil pek! Mezarını hayal ediyorum da, kendimle kıyaslıyorum, sıkılacağı, ölmekten dahi üşeneceği bir durum yok. Okuldayken on arkadaş beni kaldırıp, havaya fırlatmak istemişlerdi de, kaldıramamışlardı.İçlerinden biri o an şöyle demişti:’ Camış gibi lan bu, bırakın boşuna uğraşıyoruz, kaldıramayız bunu!’ Ölmek istiyordum ancak o geri zekâlıların elinde değil. Çünkü sonraları bana yapmaya çalıştıkları şeyi, başka bir arkadaşta deneyeceklerdi. Ben aralarına dahi girmemiştim. Çocuğu ayakkabısından, elinden, kolundan, bacağından, baldırından, başından, kulağından tutup havaya fırlatırken, on kişiden fazla ergen kuvvetinin neye mal olacağını hesaplayamamışlardı. Hâlbuki aralarında Fizik dersinde başarılı olan çok öğrenci vardı. Fırlattıkları çocuk yükseldiği mesafeden tabana doğru düşerken, yükseldiği maksimum yükseklikten maksimum hıza yere çarptığı an ulaşacaktı.
‘İkinci kattaki Zuhal Hanım duydum diyor, sabah namazı vaktinden önce sesler geliyormuş. Ama kalkıp da bakmamış. Bun yapan Müslüman olamaz, Hristiyan bunu yapan, Hristiyan!’ Dayı giden malına üzülüyordu. ‘Mal canın yongasıdır’ diye de ekliyordu. Aklıma gelenleri ona söylesem, birkaç aydır aramızda var olan muhabbetin biteceğini düşündüm. ‘E dayı, bunu yapan nasıl Müslüman olmasın? Müslüman’ın hırsızı yok mu? Baksana ülkenin haline!’ Bu biraz hardcore olurdu. Daha dinsel yaklaşabilirdim:’ Dayı, bunda da bir hayır vardır. Sekiz bin liralık sigaran gitti ama üzülme! Sadaka, zekât hükmünde düşün. Bazen Rabbim insanları da böyle sınar. Kaç farklı sınanma yolu var, Allah bilir!’ Mahallenin imamı olsam, belki bana karşı koymadan dediklerim karşısında ‘haklısın, Allah hayırlara vesile eylesin’ der, sözlerimi tasdik ederdi. Geçmiş olsun demeden önce, bakışlarımı yamulttum. Bir ineğin kesilmeden önceki son anına ait hüzünlü bakışlarıyla adama baktım. Rol yapmam gerekiyordu. Ben üzülmemiştim. İnsanlar genellikle bir başkası zor durumda kalınca karşıdaki için üzülmezler. Ya önceden kendi yaşadığı üzücü bir hikâyeyi anlatmaya koyulurlar ya da rol yapmaya başlarlar. Cebimdeki bozukluklara baktım. O bozukluklarla bir şey gelir mi diye bakkalın içini iyice baktım. Bir nevi kendimi iyi hissettirecek hareketlerden biri de, adamın bakkalından bir şey alıp çıkmak olacaktı. Hiçbir şey almadan dükkândan çıktığımda, o an aklımı kurcalayan tek şey sigarasız oluşumdu.
Her erkeğin hayalidir; iki sevgilisiyle birlikte aynı yatakta sevişmek. İki kitabı bir anda okumak da böyle bir şey olsa gerek. Hangisini öpeceğini bilemiyorsun, pardon okuyacağını. İkisi de çırılçıplak karşında, sayfalara bakıyorsun. Ne güzel sarkıyor kelimeler sayfadan ve sen onlara yalnızca gözlerinle değil, parmaklarınla da dokunmak istiyorsun. Yan yana açılmış iki fırın var ve sen kışın dondurucu soğuğunda sokakta ikisine birden bakıyorsun. Birinden birine girmen lazım ama hangisine? Birinden ekmek alınca, diğerinden ekmek almanın pek de manası kalmıyor. Hangisi daha çıtır ekmek satıyor diye düşünürken, olaya duygusal yaklaşıyorsun. Girdiğin fırından çıkarken, bir boşluk içini kaplıyor. Fırınlar öyledir. Sen o fırına bir kez girdikten sonra, bir daha o fırının sıcaklığını unutman kolay olmuyor. Ekmeğe dokunuşun, o ekmeği bölüşün, içindeki beyazlığın tadına varışın ve dişlerin arasında eriyen lezzeti… ‘Her şey güzel ve hoş, hiç kimse kötü değil’ saçmalığını anımsatıyor bu fırın olayı bana. Fırınları severim. Bir seferinde bir fırıncıda işe girmeyi ciddi olarak da düşünmüştüm. Fırıncılık zor bir zanaat! Sıcaklığı bazen insanı bunaltıyor. İnsanları memnun etmek zor! Hem memnun olunca nasıl bir tepki verebilir ki insan? Bir daha fırınına girmesini beklersin ve o fırınına girer, sana istediği şeyi söyler. Sen ona şunu sorabilirsin:’ Sert mi olsun, yumuşak mı?’ Aslında sert, susamlı bir ekmeğin, yumuşak ekmekten farkı sıcak oluşundaki güzellikte yatar. Kısacası fırındaki ekmekler gibi kelimeler sıralanırken, sayfalar arasında gözlerim gezinirken, iki kitabı bir anda okumanın zor olduğuna karar veriyorum. Bir zamanlar altı-yedi kitabı birden okurdum. Benim ki de iş sanki! Altı-yedi kadını bir anda parmağında oynatan erkekler yok mu? Tam tersi de var tabi ama öyle olunca kadın fahişe oluyor, erkek hovarda! Bu dünyada ne kadar sıfat varsa, bu sıfatlar kadınlar sayesinde ortaya çıkmıştır. Okuduğum bir kitapta fahişenin biri yatakta adama şöyle diyordu:’ Evlisin, işinde güzel. Göbeğinden ve saçlarındaki beyazlardan anlamadım bunları ya da odaya girdiğimiz an parmağından çıkardığın yüzükten... Gözlerin her şeyi anlatıyor. Bana bakışın, o bakışları çok iyi biliyorum. Bana acıyorsun, bir nevi benim durumum sana dünyanın en çirkin durumu gibi geliyor. Kendi karının, kızının böyle olacaklarını bilsen, yaşamak istemezsin. Beni çekici kılan şey asla bacaklarım arasındaki o sıcak kuyu değil! Aynısı eşinde de var. Beni seçiyorsun, benimle zevk alıyorsun; çünkü benim adım fahişe! Fahişe ne demek siz erkekler için, bu sikiş işini yapan. Kadın ya da erkek olması da önemli değil. Şimdiler de piyasada travestiler de çoğaldı. Sizin için önemli olan sıfatlar… Eğer fahişeyse, bu sikiş işi daha kolay geliyor. İnan bana eğer dünya yıkılmıyorsa, biz fahişeler yüzünden yıkılmıyor. Dünyada insanlığın sahiplenemediği suçları biz sahiplenebiliyoruz ve böylece diğerleri kendilerini günahsız, melek gibi hissedebiliyorlar. Oysa hepsi katil, hepiniz katilsiniz! Sokaklarda gururu kırılmış, insan olmak için tek amacı savaşmak olan insanlar var. O kadınlar, o kadınların erkekleri… Katiller! Çocuklarını doğmadan öldüren insanlar görüyorum. Çok rahatlar, hala gülebiliyorlar ve yaşıyorlar. Biliyor musun, hiç böyle konuşmazdım ama bu dünyayı sizin gibi aşağılık para babaları değil, çocuklar ve delileler kurtaracak!’
Eve girdiğimde siyah naylon poşetin içindeki tütün aklıma geldi. Çok az kalmıştı ama üç dört tane de sigara çıksa iyiydi! Nihayet poşet içindeki o azıcık tütün de bitmişti. Azılı bir katili arayan jandarma ve polis ekipleri gibi, evin her yerinde dolanıyordum. Gözlerim satacak bir şey arıyordu. Bir paket sigaraya yetecek param vardı ama tütün için daha fazlası lazımdı. Gözüme takılan kolinin yanına koştum. O koliyi geçen sene bir arkadaş bırakmıştı. ‘Lazım mı bu sana’ diye sorduğumda,’ yok’ demişti. ‘Yok’ sözünün üzerinden bir seneden fazla zaman geçmişti ve artık o kolinin içinde ne varsa benimdi! Tek tek kitapları çıkardım. On tane kalın kitabı satabilirsem, tütün alabilirdim. Pencereyi açtım. Göğsüm daralıyordu. Göğüs kafesim içerisinde büyüyen dislokasyonlar ruhumu acıtıyordu. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Buz gibi kolanın hışırtısız serinliğini pencereyi açınca yüzümde hissettim. Bu his dünyanın en güzel hislerinden biri olmakla beraber insanı hasta edebilecek ciddi prezervatif yoksunluğuna da davetiye çıkarır. Çıkardı. Dışarı çıktığımda, elimde büyük bir poşet, içinde kitaplar ve burnuma çektiğim havanın donan sinüsler arasında kaybolma komikliğiyle baş başaydım. Hayalimde gördüğüm raflar ve içindeki marka sigaralar, benim aklımı kaybetmeye başladığımın kanıtıydı. Deliriyordum. Öncesinde bu kitapları satmalıydım.
Yolda yürürken insanın aklına her şey gelebilir ama bu akla gelenlerin çoğu işe yaramaz fikirlerdir. İnsan sırtı dimdik yürürken, beyin en yukarıda bulunan organ olur. Bu beynin pek de işine gelmeyen bir durumdur. Ayakta yapılan çoğu iş, hem kanunlar, hem de dinler arasında ayıpla karşılanmıştır. Ayakta su içen için dünya sağlık örgütü tüm dâhiliye doktorlarını bir yerde toplayıp, konferans verebilir. Ya da ayakta yemek yerken, ayakta işerken, ayakta çay, kahve içerken, ayakta sevişirken, ayakta otobüs beklerken, ayakta kitap okurken, ayakta bilumum saçma işlerle uğraşırken, insan doğal sağlığına ters şeyler yapar. Ayakta duruyordum. Kitapçı üç oğluyla beraber yıllardır aynı işte beraber çalışıyorlardı. Mekânı da bir kez değiştirme zorunda kalmışlardı. Oldukları mekânın sahibi daha fazla kirayla bir bankayla anlaştığı için, on beş metre ötedeki daha büyük bir mekâna tekrar baba ve oğulları kitap işine devam etmişlerdi. Dükkânına hırsız giren dayının sözünü anımsadım:’ Ya, Müslüman değil bunu yapan, Hristiyan, Hristiyan!’ Babanın oğullarından biri kitaplara baktı. ‘Ya hocam, bunlar kaynak kitaplar, niye satıyorsunuz’ dedi. İhtiyacım olmayan bir şeyi satmam kadar mantıklı bir hadise olamazdı. Babasının sözleri iğneleyiciydi:’ Sizin mi bu kitaplar? Nasıl güveneceğiz? Kimlik fotokopisi almak zorundayız.’ Dükkânına hırsız giren dayının sözleri aklımın bir köşesinde, burnuma çektiğim hava bir tarafta ve yüklenen, etrafa saçılmaya hazırlanan küfürler bir yanda, bomba gibiydim. Adama nazik bir dille ihtiyacımın olmadığını, bir arkadaşın bana bıraktığı kitapları satıyorum derken, cüzdanımdan kimlik fotokopisini çıkarıyordum. On kitap için verdikleri para, asıl vermeleri gereken paranın üçte biriyken, bir yandan da beni suçlu durumunda bırakıyorlardı.Bir ara ‘dünyanın dengesi tamamen şaşmış’ diyen bir deli tanıyordum. Anlatırdı hep! Biz o zaman arkadaşlarla onun yanında gider, onu dinlerdik. Sigara dumanları başlarımızın üzerinde bir bulut oluşturur, delinin anlattığı hikâyelere gülerdik. Kendini akıllı zanneden o deli kadar eğlenceli hikâyeler anlatamaz. O zaman akıl nasıl bir şey ki, insan mutlu olduğu zaman onu deli diye kategorize ederler.
Yürürken düşündüğüm şeyler bazen mantıklı olabiliyorlar. Sigaralara taktım kafayı. Madem devlet yasal olarak piyasa şartlarını kendi düzenlediği sigara satışında vergi oranını artırıyor, diğer yanda neden kaçak sigaranın hızlı yükselişine dur diyemiyor? Eğer devlet dış mihraklardan dolayı inciniyorsa, önce ekonomiye bakmalı. Kafamı bunlarla yormamalıyım. Cebimde kitapları satıştan kazandığım az bir miktar para, ağzımda biriken turuncu renkte bir coşku ve haklıyken hep haksız durumuna düşme komedisi! Tanrı insanları sınarken, insanlar sınandıklarının farkına varmazlar ama bir başkası için sınanma meselesini çok rahat bir şekilde anlatabilir, ortaya atılıp ‘sen sınanıyorsun’ diyebilirler. Kimse yok! Buna da şükür, kimse yok, kimse konuşmuyor, kafamda konuşan kalabalık topluluk benim asil hayal kardeşlerim. Kızlı oğlanlı iç içe yüzlerce yaşayan bu arkadaşların en uzun boylusu benim. Asıl yalnızlığımı asil bir kabalığa dönüştürmemek için hepsi uğraşıyor. Hele ki kızlar, o kızlar pırlanta gibi! Parmaklarımı emerken, o kızlardan birinin evde otururken iki elimin her köşesine krem sürdüğünü fark ediyorum. Haylaz kızlar! Ya erkeklere ne demeli? Göğüs kıllarımdan çekiştiriyorlar, kestiğim kılların yerine daha düz kıllar çıksın diye!
Eve dönerken, ışıkları sönmüş dükkânın camına yapıştırılmış kâğıdı görünce göğsüm tekrar sıkıştı. Bir insan hani birisini çok sever ya, sonra ondan kopmak zorunda kalır. İki kelimelik bir son bekler. Elbette ‘the end’ değil, o tek bir kelimeden oluşuyor. Mesela, ‘hoşça kal’, ‘elveda gidiyorum’, ‘seni seviyorum’… Yine de seni seviyorum denebilir. Ayrılıkları da zaten anlamıyorum. İki insan birbirini seviyorum derken, nasıl olur da sonra ayrılırlar ki? Bu aklıma takılı kalıyor. Günde iki kez doğruyu gösteren saat gibi hareketsiz bekliyorum. ‘Nasıl oluyor?’ Banyo kapısının anahtar deliğinden içerideki güzel kadına bakmak gibi, sevgi o süre zarfında görüp görebileceğin et parçalarının hissizleşmesini tercüme eden bir sanat mı yoksa? Eğer ayrılacaklarsa, neden seviyorlar ki birbirlerini? Bir filmde geçiyordu. Kadının biri bir sahnede arkadaşına şöyle diyor:’ Ayrıldık!’ Arkadaşı gözlerini kısıyor, elindeki kadehi masaya bırakıyor ve kadının gözlerinin içine bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor. Sonra ‘ayrıldık’ diyen kadın, gözlerine bakmakta olan arkadaşına şunları söylüyor:’ Biliyorum, sen ‘ben biliyordum’ diyeceksin. Biliyorum, ‘ben söyledim’ diyeceksin. Biliyorum, ‘bir mana veremiyorum’ diyeceksin. Ama inan bana ayrılmak kadar lanet bir şey yok bu dünyada. Şimdi rahatça kafelerde, barlarda dolaşabileceğim. Öncesinde onunla beraber olduğumuz zamanlardaki gibi olmayacak hiçbir şey. Erkekler daha rahat bir şekilde yanıma gelip, benimle bir şey içmek isteyecekler. Bana gözleriyle ‘seninle düzüşmek istiyorum’ diyen erkekler, açıkça yanıma gelip bu isteklerini ‘evimde bir kahve içelim mi’ gibi basit bir istek cümlesiyle ifade edebilecekler. Lanet olsun evet, onu seviyorum ve ondan ayrıldım. Bir başkasını severken, yine bir başkasıyla olma pisliği sadece bizim gibi pislikler için geçerli bir durum. Onu ne zaman görsem, onunla yaşadığımız şeyler aklıma gelecek. Sonra ben birisini daha seveceğim, ondan da ayrılacağım. Birisini, birisini, birisini daha hep seveceğim ve terk edeceğim onları. Sonra hayatta tek dileğim Tanrı’dan ne olacak biliyor musun? Her birini tek tek bir yerde görebilirim ama hepsini bir arada görmeye dayanamam.’ Güzel filmler, güzel kadınlar, güzel kitaplar… Hepsi yaşlanıyor. Hala güzellik varsa, yaşlılık olduğu için bizler hep şükretmeliyiz.
Kitabı açıyorum. Normalde kitabı açmam, kitap bana açılır. Ama bazen de ben kitabı açarım. Fırın kapısını açmak, fırın kapısının fırıncı ya da bir müşteri tarafından açılması gibi değil. Ayrıca bir ekmek için, beş dakikalık lezzet için saatler çalışan insanlığın haline gülmek varken, ne diye aynı muhabbetin bohemliğiyle tüketeceğim zamanımı. Kitabı açtığım zaman, Albert Camus’u gözlerimin önüne getirdim. Aşağılık insanlar! Herkes kendini beğenmiş. Bazıları o kadar çok beğenmiş ki, çaresiz susmak zorunda kalıyorsun. Aşağılık kitaplar… Albert Camus konuşuyor diyorum, bir diğer yandan hiç kanımın ve aklımın ısınmadığı Jean Paul Sartre yarım şişe viski sipariş ediyor. Hep aynı oyunu oynuyor. Kimse ona ayyaş demesin diye, garsondan hep yarım şişe viski sipariş ediyor. Sanki hep aynı şişeden içiyormuş gibi… Albert Camus konuşuyor. Albert Camus konuşurken, gözüme dükkânın camındaki yazılı iki kelime geliyor:’ Satılık Dükkân!’
Çıldırırken, aslında sapkın mezhebim sıkıntının gerektirdiklerini yapıyorum. İlkel isteklerimin azgınlığıma törpü olduğu, zamanın gerçeğe lehim edildiğini çıplak olarak görebiliyorum. Elimde titrek bir sigara, külleri kâğıda dökülürken, burnumun ısınan deliklerinde tutkuyla karbonun oksijene aşk melodileri bestelediğini hayal ediyorum. Karbon bey ve oksijen hanım. Yüreğimde mektuplar üst üste dizilmiş, beyaz bir mendil gibi ütülenmiş, yalnızca koklamanı bekliyorlar. Yalnızlığım uzun yoldan gelmiş, yorulmuş bir trenin acı ıslığı gibi üzerime sinmiş. Sevgi yeteneğine sahip bir kahramanın acısını kalbimde taşıyorum. Yaşıyorum. Şartları şeker gibi ağzımda emiyorum, yoruluyorum, bitkin düşünüyorum. İnsan bazen alıntı dahi yapamıyor. Şu an yapamıyorum. Siyah beyaz her şey, hatta hiçbir şey! Renkli görmek istemeyeceğimiz kadar kirlendi dünya. Sepya özgürlüğün bantlarında ruhların tırmanmak istediği en yüksek makamda oturmuş, yiğitlerinin ölümünü izleyen Tanrı’ya inanmayan kuklaların gölgelerinden dahi kir akıyor. Bunu ancak aşklar aklayabilir. Bir katili ancak bir aşık affedebilir, bir aşkı bir katili yok edebileceği gibi; çürüyen dişlerimin mine içlerinde yaşayan milyonlarca mikrobu tedavi edici sıvının sahibini alev gibi beynimle arıyorum.
Ölü sigaralar, çıplak sigaralar, nemli tütün dokunuşları, fırıncı muhabbetleri, kirli çarşaflar, satılık dükkânlar, sessiz aşklar, gişelik filmler, eğilimli sevişmeler, dini olmayan günahlar, yorucu kelime sarraflığı, mücevher dükkânlarında aklanan kalbim… Hiçbirinde sen değilsin, sen ben de bile değilsin! Tutukluyum. Gece hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Gece daha ne kadar soğuk olabilir ki! Ağzımda iki kelime. Tatlı. Yutuyorum. Geçmiyor. Hepiniz sonu olan hikâyeler bekliyorsunuz. Hepiniz sevmek, daha çok sevilmek, hepiniz çok paraya sahip olmak istiyorsunuz. Haydutluğun rolü dahi yok. Çok keskin cümleler kurmanın neticesi olarak kendimden tiksinirken, tepki veriyorum. Nasıl olur ki bu işler? Birini dahi tanımadığın bir diğer insana kendi eserini gösteriyorsun. Albert susuyor.
Bir film de adam kadına şöyle diyordu:’ Eğer beni bir kez olsun seviyorum deseydin, ben sana seni sevdiğim için bu kadar çok dil döküp, yalvarmayacaktım. Sonunda yine seviyorum demedin. Sen farklı şeyler bekliyorsun hayattan. Çocuk, işi olan bir erkek, bir ev, belki bir araba. Ben sana el altından hiç çıkarılmamış sevgimi anlatmak için uğraşıp durdum bu zamana kadar. Seviyorum deseydin, inan bana bu kadar uğraşmazdım. Sen bana kendimi hatırlattın. Şimdi kendimi daha iyi tanıyorum. Şimdi vazgeçmemin sebebi asla senden umudu kesmiş olmam değil. Seni sıktığımı düşünüyorum. Bu yüzden senin etrafında dönüp durmaktan, nereye gidersen git, seni takip edip orada olmam benim aklıma korkunç şeyler getirmeye başladı. Seni sıktığımı düşünüyorum.’ Bir adam için en zoru da, karşısındaki kadını sıktığını düşünmesi ve sonra filmdeki gibi ‘Excusez-moi’ demesidir.
Pardon, kelimeler ne güzeldi! Asla bildiğim ve bildiğiniz bir yazar olamadım bayan. Asla beklenilen insan da olamayacağım. Gerektiğinde gülebilirsiniz. Ben ağlamıyorum. Sadece mutsuz bir öyküyüm. O yazdı, oynuyorum. Kimse, kimsenin öyküsünü okumamalı! daha acı şeyler, bu söylenenlerden daha güzel cümleler var. hepsini arzu ederken, sinyal kesildi. elde avuçta bir şey kalmadı.
* La Maman Et La Putain filmden...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.