ŞİİRİMİZİ DURDURAN GEN: ÂRÛZ
Bu çalışmada, yabancı olanların ayıklanarak dile uygun söz sanatlarının öne çıkarılması, başka kültürel yollarla diğer dillerden aktarılanlarınsa, dilin doğal yapısını bozarak, onu önce melezleştirdiği, sonra da bir başkalaşım geçirecek kadar özünden uzaklaştırdığı konusu işlenmektedir.
Dilin yalın biçimi melezleştirildiğinde, içine katılan yabancı öğelerle birlikte anadilin getirisi olan birçok anlatım zenginliğinden uzaklaştığı görülmektedir. Şiirde ahengi sağlamaya yönelik ölçü adına yabancı sözcüklerin dile eklenmesinin, dili olumsuz yönde etkilediği irdelenmektedir. Sonuçta dil üzerindeki bu tür katışık bir kıvama, ’gen aşılaması’ndan başka bir tanımlama yapılamayacağı sonucuna varılmaktadır.
Gen’in Tanımı
"’Arûz’ ölçüsü, nazımda uzun veya kısa, kapalı ya da açık hecelerin belli bir düzene göre sıralanarak ahengin sağlandığı ölçüdür. ’Yön’, ’yan’, ’bölge’, ’bulut’, ’keçi yolu’, ’deli’, ’sarhoş deve’, ’çadırın orta direği’, ’karşılaştırılan’, ’ölçü olan şey’ gibi anlamları yanında, beytin ilk mısrasının sonlarına da ’ârûz’ adı verilmiştir.
"Edebî kavram olarak, bu anlamlardan hangisine dayandığı tam olarak bilinmemektedir. Develerin yürüyüşünden, demircilerin sistematik çekiç vuruşundan veya çamaşırcı kadınların tokmak seslerinden çıktığı görüşleri vardır. Bir çadırı direğin ayakta tutması gibi, Divan Şiiri’ni ayakta tutan en büyük unsûrun ârûz olduğu düşünülür. Çünkü; beyt, ’ev’ ve ’çadır’ demektir. Çadırı ayakta tutan, ölçüdür. Bu bakımdan çadır direği, en uygun mânâdadır."
"Ârûzda Arap harflerinin; [yani hecelerin] harekeli (sesli) ve sâkin (sessiz) oluşu göz önüne alınmış, kısa ve uzun hece ayrımı yapılmıştır. Bu hecelerden cüzler, cüzlerden de vezinler ortaya çıkıştır. Cüzler, kısa ve uzun hecelerin belirli sayıda bir araya gelmesinden ortaya çıkar. Buna "tef’ile" de denir. Ârûz hecelerin sayısını değil, şeklini esas alır. Ârûzla yazılmış şiirlerde, her bir mısranın heceleri, diğer mısraların aynı hizadaki heceleriyle aynı açıklık(kısalık) ve kapalılık(uzunluk) noktasında birbirlerine denktir."
Gen Aktarımı
"Türkler’in çok eski çağdan beri güçlü bir halk şiiri geleneği vardı ve "hece ölçüsü"nü kullanıyorlardı. İslamiyet’i kabûl ettikten sonra, İran edebiyatının etkisiyle Türkler de Farsça şiirler yazmışlar ve Farsça’yı şiir dili olarak benimsemişlerdir. Böylece Türkler, ilk şiirlerinde ’İran ârûzu’nu kullanmaya başlamışlardır."
"Arûzu kullanmaya başlayan Türk şâirleri, büyük bir güçlükle karşılaşmıştı. Bu nedenle, âruzun Türk şiirine başarıyla uygulanması oldukça uzun bir süre sonunda gerçekleşebilmiştir. Çünkü Türkçe’nin yapısı, Arapça ve Farsça’ya benzemiyordu. Bunun nedeni Türkçe’nin kelime varlığında aruz veznine uygun hecelerin mevcut olmamasıdır. Türkçe’de uzun ünlü (â, î, û) bulunmaması, Türkçe sözcüklerdeki kimi ünlülerin uzatılması sonucunu doğuruyordu. Bununla birlikte Türkler, ilk zamanlarda hece ölçüsüne en yakın olan kalıpları seçerek işe başlamışlardır."
Türk edebiyatının Anadolu sahasındaki ilk ürünlerinde oldukça sık görülen aruz hataları, zamanla Arapça ve Farsçadan Türkçe’ye giren (yabancı kökenli) kelimelerin de katkısıyla giderek azalmış ve aruz vezniyle son derece âhenkli şiirler yazılmaya başlanmıştır." "Diğer yandan Türkçe, aldığı bu yabancı kelime ve kavramları Türkçeleştirdiği zaman güçlü bir dil olmuştur. Aruzla birlikte, halk arasında yaşamaya devam eden milli şiir ölçümüz hece, bu yoksullaşmayı bir ölçüde durdurmuş ve Türkçe kendi geleneği içinde varlığını sürdürmüştür."
Genetik Sorunlar
"Rahat kullanılabilmesi için bol miktarda uzun heceye ihtiyacı olan bu ölçü, aslında Türkçe’nin kelime yapısına uygun değildir. Bu yüzden Aruzu ilk defa kullanan Karahanlılar, Türkçe’nin kelimelerini bozarak kısa heceleri uzun okuma yoluna gitmişlerdir. Zamanla bu da yeterli olmamış; şairler, Arapça ve Farsça kelimeleri sık sık kullanmaya başlamışlardır. Bu durum, Türk dilinin kelime hazinesinin giderek yabancı kelimelerle dolmasına yol açmış, böylece şairlerin güzel kullanışlarından mahrum kalan Türkçe, anlam ve kavram bakımından yoksullaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır."
"Aruz ölçüsünde esas olan, dizelerde alt alta gelen hecelerin, uzunluk-kısalık yani ses değeri bakımından denk olmasıdır. Türkçenin dil yapısı, aruzun bu özelliğine uymaz. Çünkü Türkçe’de uzun sesli harf yoktur, ancak bunları içeren sözcükler vardır. Dolayısıyla Türk şiirinde aruza ilişkin bu denklik, her sözcükte sağlanamayabilir. Bu bağlamda, ses denkliğini sağlamak ve heceleri ölçüye uydurmak için bazı heceler değişikliğe uğratılır. Bu değişikliğe ’aruz kusurları’ denir." Bu kusurları gidermek için Zihaf (kısma), Med (kabartma), Vasl (ulama, ulaştırma, liyezon), Kasr (kısaltma, inceltme), Sekt-i melih (Güzel kesme) yöntemleri uygulanır. "Aruz vezninde tef’ileler heceleri bölebilir. Takti yapılırken sözcükler başından, ortasından veya sonundan bölünebilir."
Genetik Korunma
Diller açısından bakıldığında; Arapça, Farsça ve bunların yapısal açıdan bir türevi olan (ancak pasif kullanımda kalan Türkçe sözcükler ve eylemsiler barındıran) Osmanlıca içinde, bu dillerin yapısına uygun olarak (Divan edebiyatında) kullanılan, sonradan onlara göre yabancı bir dil olan Türkçe’ye de uyarlanmaya çalışılan bir vezindir.
Bir dilin ana yapısını oluşturan sözcük biçimlerine dayalı bir vezin, o dilin içinde kullanılmakla sınırlandırılmalıdır. Çünkü farklı dillerde, hecelerdeki seslerin kısa ve uzun olmasına (ünlü veya ünsüzle bitişine göre açık/kapalı hecelere) dayalı sözcükler olabilir; aynı nesne, birisinde açık, diğerinde ise kapalı bir hece ile anlatılır, açık sözcük dağarcığının sayıları da farklı olabilir. Eğer bir dilde kapalı sözcükler yoğunsa, diğer dilde aynı konuda başka bir şiir yazmak için açık/kapalı sözcük ortalaması ile anlatılabilir bir tema için kapalı sözcükler aranmak zorunda kalınacaktır.
Çoğu kere, sözcükler uymadığında devreye alınan bir yöntem olarak; özel ayraçlar kullanılır, sözcükler bazen hecelerinden, bazen de kapalı hecelerin sonundaki harfi ayırarak bölünür ve yine aynı vezin kalıbına uydurma kurtarışı uygulanır.
Gen Bankası
Türkçe’ye uygun olduğu belirtilen hece ölçüsünün, aslında yine nefesi eşitleyici, dizelerin uzunluğunu denetleyici bir getirisi vardır ve oldukça değerli halk şiirleri de üretilmiştir. Aslında vezin, bir şiirde diğer ahenk kıstaslarının bulunması durumunda, zorunlu olmayan, yani ikincil bir ölçüt olarak değerlendirilirse; terk edilmesi gereken yabancı ârûz yerine, yerli hece ölçüsünün konulması bile gerekmezdi. Bu durumu kurtaracak olan kıstas şiirimizin son zamanlarında çözüm olarak kendiliğinden gelişmiş olan (herhangi bir ölçüye gerek duymayan) ’serbest’ vezindir. Çünkü ses benzerliğini öne çıkaran uyaklar, dizelerdeki kısa/uzun hece gereği veya hece sayısı eşitliğine gerek bırakmamaktadır.
Kafiyeler genellikle dize sonlarında aranır, ancak beyin algısı, bir dize içindeki benzer sesleri, dize bitinceye kadar bellekte tutabilir. Ses benzerliğinin dize içinde herhangi bir yerde yakalanması durumunda, komşu dizelerde de aynı sesle çağrışımını kolaylıkla yapar. Armoni ve uyaklama, ’yarım kafiye’ noktasında ortak sesi verirler. Ancak bir şiirdeki ses benzerlikleri; dizelerde tek veya çoklu, arada veya sonda olmasından bağımsız olarak aynı ahengi yine de üretebilirler. Bu nedenle bir şiirdeki ahenk, eşit veya benzer seslerin, birer nota olarak kabul edildiği bir söz müziğinden veya ezgilerinden kuruludur. Bu durumda ses, diğer ahenk kıstaslarının önüne geçer, dize uzunluğunu kurala bağlayan ölçü gereğini ortadan kaldırabilir.
Şiirde ahengi sağlayan öğeler [(söyleyiş tarzı, armoni (dize içinde tek ses benzerliği), ölçü ve uyaklama (dize sonlarında çoklu ses benzerliği)] önemli kıstaslar olarak tanımlansa da; diğer türler içindeki hece ölçüsü şiirin özgürlüğünü kısıtlayan bir yasak olarak görüldüğünden, yeni şiirlerde hece ve aruz reddedilmiştir. Yeni şiirler, genel olarak halk şiiri veya divan şiiri nazım biçimleri ve türlerinin tümünü kullanan ancak, sadece bunların hece ölçüsüne uymayan geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Böylece her ne kadar zaman zaman yabancı kültürün nâzım biçimleri denense de veya hece türü ile denemeler yapılsa da, genel olarak serbest şiirin sağladığı özgür çerçevenin ürünleri görülür.
YORUMLAR
Birbirine karşı görüşler olduğundan, karşıt fikirleri birebir eşleştirmek; daha verimli bir tartışma tekniği olacaktır:
---------------------------------
1-"Divan edebiyatı ve aruz geleneğimiz içersinde bütün ihtişâmıyla yerli yerinde duruyor."
............................
Aruz'a bir gelenek olarak bakmak; yıllardır karma bir dilin içinde tutulmuş olmasıyla açıklanabilir. Bir başka dilin kurallarının, edebiyatımıza ilk giriş nedenine ve dilin uygun olup olmadığına bakmadan gelenekleştirirsek; kendi kültürümüzü çağlar boyu geriden izleyen bir konuma düşürürüz. Kültürler arası iletişimden kaynaklanan bir geçiş yolunun meşrûluğuna dayalı olarak, küresel iletişime açık olunabilir. Ancak bu, bir toplumun kendi içindeki birliğinin biricik temeli üzerine dek yayılırsa, daha özenli olmak gerektiğini düşünmeliyiz.
--------------------------------
Yorumdan alınan kısımlar; sayın Mehmet Nuri PARMAKSIZ - "Divan Şiiri, Aruz, Gelenek ve Biz", (http://www.edebiyatufku.com/haber.php?haber_id=2188; Sayı 51, Haziran 2013) yazısından alınan bölümleri de içermekte olup, bunun genele yayılan bir tartışma olduğunu göstermektedir. Böylelikle sayın Parmaksız'ın görüşlerine de bir açıklama niteliğini taşıyacaktır:
------------------------------
2-"Hemen hemen on asır kültürümüzün bir parçası olan dilimizin güzelliğini şiirlerle dile getirmiş olan Dîvan şiiri ve aruzu yok saymak, asırlarca bu dile şiirleriyle hizmet etmiş şâirlerimizi ve edebiyâtçılarımız yok saymakla eşittir."
..................................
Divan / arûz; dilimize yabancı kalan ve içinde uzun sesler barındıran sözcüklerle yazılabilen bir vezin kuralı olup, dilimizin güzelliğini göstermeye ilişkin değildir. Ancak öte yandan bu kurala uyan şiirlerde, genellikle karma dil kullanıldığından; şairlerin Türkçe değil, Osmanlıca olarak bu edebiyatı uyguladığı söylenebilir; sergiledikleri ürünlerin sayısı da kısıtlı olup, ahenk barındıran klasik yapıtlardır, yok sayılamazlar.
--------------------------------
3-"Dîvan şiiri Arap ve özellikle İran şiirinin sesini yakalamak maksadıyla başlangıçta sergilediği tavrı, zamânla kendi benliğine sindirmiş, zamân zamân tonu edâsı düşse de, her asırda kendi olan seslerle, duygu ve düşüncelerini dile getirmiştir." (Erbay 2003: 13).
.....................
Bir dilin başka bir dile dönüşmesiyle sonuçlanan bir (İran Edebiyatı) geçiş sürecinde; Türkçe'ye değil, Osmanlıca'ya sinmiş olan bir kuraldan söz edebilirdik aslında. Bu dilin karma ses yapısı öne çıkarılarak, halkın kullanmadığı sözcüklerle dile getirilebilecek duygu ve düşüncelerin ne kadar sınırlı kalacağını takdir edersiniz.
--------------------------------
4-"Bugün de aruzu kullanan şâirlerimizin olması bu gerçeği ortaya koymaktadır."
.........................
Bugün 'arûz'u kullanan şairlerin bulunduğu açıktır; ancak kullandıkları dile bakarsanız, bazen 'Eski Türkçe' denilen Osmanlıca yapılarla icra edildiği anlaşılacaktır.
-----------------------------------
5-"Bugün Türk şiiri içersindeki yeni arayışlar, yeni teknikler ve san'at görüşleri şiirimizi nereye götürüyor? Acaba biz şiirle uğraşanlar, güzel Türkçemize ve geleneğe yeterince katkıda bulunabiliyor muyuz? San'atın dille ilgili herhangi bir dalında uğraşan sanatçılarımızın eser verirken dikkatli olması gerekmiyor mu? "
.....................................
Türk şiiri'nin, Türkçe ile yazılması gerektiğinden ve şiir dilinin de halk diline yakın olması zorunluluğundan daha güçlü bir ilke, bir sanat dalı için asla bulunamazdı. Kendi dilinde daha kolay ifade edilen duygu ve düşünceleri, başka dillerin kurallarına göre uyarlamaya çalışmak ve yeni arayışları da buna bağlamak; Türk Şiiri ile ilgili olmasa gerektir.
-----------------------------------
6-"Bugün tekniğiyle ve hayâl dünyâsı ile unutulmuş sanılan ama her Türk insanının hâfızasında İstiklâl marşımızla (Bağımsızlığımızın timsâli bu marşın ölçüsü aruz veznidir.) yaşayan aruz vezni ve Dîvan şiiri, 11. ve 20. Yüzyıl arasında şâirlerin çoğunluğu tarafından kullanılmıştır."
.......................................
Marşımız, Osmanlıca ile Türkçe arasında kalan ve bir geçiş döneminin epik şiiridir. Onu sadece karma dilinden dolayı reddetmek mümkün değildir; o, ülkenin kuruluşunda klasik bir yapıt durumuna yükselmiş olup, yazıldığı dilde okunması ve ne demek istediği de gençlere çevrilerek açıklanması gereken bir ortak mirastır. Yani, yeri özeldir; ama bunun bir devamı yoktur, bir kere daha asla yazılmayacaktır.
------------------------------------
7-"Geleneğin bir parçası olan ........... onu bizim yapmıştır. ... ecdâdımızdan kalan edebî zenginlikten vazgeçmek, milletimizin kültür hazinesini kıymetli cevherden mahrum edip, kendi kültürümüzü fakirleştirmek demektir. ... Mâzide ortaya konan büyük edebiyât geleneğimize vâris olmak mecbûriyetindeyiz."
.....................................
Bir edebiyat külliyatı olarak, bu birikimin gözardı edilmesi gerekmez, bir tarih olarak okutulur, yapılan çalışmaların da sadece ruh güzelliği açısından değil, dil ve edebiyat arasındaki ilişkilerin bilim dalı olarak incelenmesine de fırsat verecektir. Bu arılaştırmaların, önceki kültür birikimlerinden kopma istemi olarak değerlendirilmesi de doğru sayılmaz. Çünkü halk dili için olması gerekenin, yalın ve anlaşılır çıktılar olacağını bile bile, karma dil ve sanat için çabalamak anlamsız kalacaktır. Varılmak istenen hedef doğru olduğuna göre, arılaştırma için gerekenin, eskilerle uğraşmak olmadığı görülecek; dilin kendi içindeki duruluğa giden ve sanat için kalıcı bir çözümü sağlayıcı doğal tekniklere yönelmek yeterli olacaktır. Bu nedenle kaynağın, Asya ve Afrika olması önemli değildir. Hangi kavim olursa olsun, bir dilin ilkel olduğuna ilişkin bir değerlendirme de söz konusu olmadığına göre; çağdaş olmanın bir Avrupa diline yakınsamak olmadığını da söylemek; bu konularda duygusal, tinsel eğilimlere göre değil, filoloji ve epistomoloji ışığında; linguistik yaklaşımlara yol açmak zorunda olduğumuzu da açıklamış olacaktır.
--------------------------------------------------
8-"... Aruz vezni Araplarındır. ......... (Kaşgarlı 1998: 73). Edebiyat tarihindeki bilgileri, ancak bilimsel yollarla araştırabilir ve sonuçlar çıkarabiliriz. Siyasî ve dinî etkileşimlerin yol açtığı geçiş süreçlerinin doğru incelenmesi, karma edebiyatın bugünkü konumunu da berrak kılabilirdi.
----------------------------------
Aşağıdaki sanat tarihi bilgileri de, aruz vezninin hangi etkilerle Türk Dili kullanan topluluklara aktarıldığını göstermektedir:
"İslamiyet öncesi Türk şiiri hece ölçüsüyle yazılmıştır. Yedili, sekizli, on ikili ölçülere çok rastlanır. Kafiye önemlidir, dize başlarında da kafiye yapılır. Nazım birimi dörtlüktür. İslamiyet öncesi Türk şiirinin dili Öz Türkçe'dir. Şiirler, Türklerin o çağdaki dünya görüşlerini, yaşantılarını, duygularını, düşüncelerini doğal bir dille anlatırlar." "Sözlü Edebiyat, Türklerin henüz yazıyı kullanmadıkları dönemdeki edebiyattır. Bu dönem edebiyatı sözlü olarak üretilmiş ve kulaktan kulağa yayılarak varlığını sürdürmüştür. Bu dönemde edebiyatımızı Şamanizm, Maniheizm, Budizm gibi dinler etkilemiştir." "Budizm benimsemiş Uygur edebiyatının özelliklerinde; tamamı dini içerikli, bazıları tercüme çoğu telif, mısra başı kafiye ve dörtlük aliterasyonlar, hece ölçüsü, mısra sonu kafiyede bulunur." "Uygurlar'ın Orta Asya politik sahasında etkinleşmesi yüzyılın ortalarına doğru tırmanan Arap-Çin rekabetiyle ilintilidir. Taraflar kozlarını 751 yılında Talas Irmağı kenarında yapılan savaşla paylaşmışlar, Karluklar'ın da desteğini alan İslam kuvvetleri Çin ordusunu dağıtmıştır." ... "Talas Savaşı sonrasında, İslamiyet'i kabul ettikten sonra, Fars edebiyatının etkisiyle Türkler de Farsça şiirler yazmışlar ve İran aruzunu kullanmaya başlamışlardır. Aruz vezni, 5. - 11. yüzyıllarda Hakaniye Türkçesine 7. - 13. yüzyıllarda, Anadolu Türkçesine 8. - 14. yüzyıllarda, Çağatay ve Azerbaycan Türkçelerine girmiş ve zamanımıza kadar birçok şiirler yazılmıştır. Türkçe olarak yazılan ilk ve temel eserlerden Kutadgu Bilig'de aruz kalıpları kullanılmıştır: (fa'ûlün fa'ûlün fa'ûlün fa'ûl)."
"Türkçe'nin yapısının Arapça ve Farsçaya benzememesi ve Türkçede uzun sesli bulunmaması Türk şairlerin aruz ölçüsünü kullanırken güçlüklerle karşılaşmasına yol açmıştır. Bu problemler ilk zamanlarda hece ölçüsüne en yakın olan kalıpların seçilmesiyle aşılmıştır." "Uygurların şaheseri Kutadgu Bilig, Balasagunlu Yusuf (Yusuf Has Hacib) tarafından 1069-1070 yıllarında yazıldı. Kutadgu Bilig, Eski Uygur dilinde 85 başlık altında 13 bin 290 dizeden oluşan ve aruz vezniyle yazılan bir uzun şiirdir. Yusuf, 18 ayda yazarak, Devrin Karahanlı hükümdarı Hasan b. Süleyman'a ithaf etti. Kitabın tamamının çağdaş Uygurca çevirisi 1984'te yayımlandı." Halk ağzından derlenen birbirinden güzel sav, sagu ve koşuklar ise XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divânü Lûgati't Türk adlı yapıtta görülmektedir. "15. yüzyılda Çağatayca’nın (Çağatay Türkçesi’nin) klasik bir yazı dili olarak kimlik kazanmasında Ali Şir Nevai’nin (1441 – 1501) önemi bilinmektedir. Nevai öncesinde ve Nevai’nin çağında, Timurlular devletinde Türkçe yazan sanatçılar azdır. Nevai, Türkçe'yi edebi dil olarak kullanmayan, Farsça yazan çağdaşlarına çatar. Çağdaşlarının Farsça’nın karşısında edebi dil olarak Türkçe'yi yetersiz görmelerini eleştirir; eğer emek verilirse Türkçe'nin de Farsça kadar, hatta daha fazla anlatım inceliklerine sahip olduğunun görüleceğini belirtir. Muhakemetü’l Lügateyn: 15. Yüzyılda Ali Şir Nevai Türkçe'nin zenginliğini kanıtlamak amacıyla yazılmıştır." Şair Abdurehim Nizari (1770-1838); bir Uygur şairi olup, eserlerini aruz ile yazmıştır. Şiirlerinde Arapça sözcüklerin bulunduğu, kültürel etkileşimden sonra, Uygur Dili'nin de saflığını koruyamadığı görülmektedir. "Bir kısım halk edebiyatı şairimizin (Tokatlı Nuri, Âşık Dertli) saray kültürüne yakınlık duyması, yaşadıkları dönemde divan edebiyatının önemli temsilcilerinin yetişmesi, onların edebî mahsullerine kayıtsız kalınamaması, deneme veya özenti sebebiyle aruz vezniyle de şiirler yazmıştır.
Bu şiirlere bakıldığında, yine karma dilin etkileri görülecektir. Bu şiirlerin halk dilinden uzaklaştığı, anlaşılması için çevrilmesinden anlaşılmaktadır" (Aruz Bilgisi, Eğitim Ve Estetik, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009). Yeni şiircilerden Orhan Veli KANIK, aruz denemesi yapmış olup, yine karma dilden katkılar vardır (Bütün Şiirleri, 23. Baskı, Adam Yay., İst. 1993, s. 172. Vezin: mefâilün feilâtün mefâilün feilün /fa’lün.).
Şarkı - Orhan Veli KANIK
/Felâh bulmadı bir türlü derd ü mihnetten/
/Ne türlü âteşe yanmış gönül muhabbetten/
/Müreccah olmalı dîvânelik bu hâletten/
/Ne türlü âteşe yanmış gönül muhabbetten/
"Şair Sezai Karakoç’a göre divan şairleri Arap ve Acem şairlerini taklit etmemiş, onlarla yarışmıştır." Ancak bu yarışma, Osmanlıca ile yapılagelmiş olsa da, başka (arı) bir dilde sürdürülebilir miydi? "Şair "Karakoç, yeniliğin geleneğe karşı olmakla değil, onun bıraktığı yerden başlamakla mümkün olacağına inandığından; ona göre gelenek dünyası, çok boyutlu ve çok cepheli bir dünya olarak, şairin okuludur."
Ancak bu gelenek, bir imparatorluğun karma dilinden, bir ulusun arı diline indirgendiğinde, ne kadar sürdürülebilirdi? Bir geleneği sürdürmek uğruna, halkının şiirlerine ithâl kurallar yoluyla uzak kalmak kabul edilebilir miydi?
"Attilâ İlhan, divan şiirleriyle batı şiirinin ‘olanak ve araçlarını çağdaş ve ulusal bir birleşim içinde verebilmek’ amacındadır. Ona göre şiirini kendinden önceki şiir zincirine bir halka olarak ekleyemeyen şairin yaşayabilmesi imkânsızdır."
Ancak bu şiir türünü, Türkçe ile sürdürmek ne kadar mümkün olacaktı? Dil temelinde kesin bir çizgi ile ayrılmış bulunan edebiyat kurallarının, birbiri için geçerli olmasını beklemek ne kadar doğru olabilirdi? Katkılarınız ve tartışmayı güçlü kıldığınız için çok teşekkürler efendim..
Makale doğrultusunda düşündüğünüzü algıladım, aruzun biraz daha şiirimizden uzaklaşmasını arzu edenlerden olmak gibi.
Şiirleri yazarken, yabancı sözcük içerenlerin aruzla kolayca yazılabildiğini görüyorduk, bizlerse elimizdeki Türkçe sözcüklerle aynısını denemeye çalışıyor ve ahenkli bir dize üretmeye çabalıyorduk yıllardır.. Oysa sonuçta görüyorduk ki; sözcükleri bulmamıza karşın, birdenbire anlamından ödün vermeye başlıyorduk hiç istemeden, yapsak bile çaktırmadan anlama ilişkin yorum alamıyorduk ama, iyi bir söz cambazı, puzzle uzmanı gibi görülmeye kadar varan bir bakış altında kalmayı göze alarak; hiçbir toplum sorununu kendi dilinden aktaramadan harcanan cambazlık mesaisi boyunca.
Önceki yazılarda da böylesi serzenişlerimiz olmuştu aslında, sonraları her kalem gibi bir kere değinip bırakmışlığımızla kalmıştı bu konu. Ancak bugün bile ayrımsanamamış sanat külliyâtının bulunması, dilimize uygun olmadığının açıkça belirtilememiş olması ve şiirimizi akıl tutulmasına uğratan bu tür katışıklığa izin verilmesi; anonim bilgilerden derlenenlerle birlikte bir sonuca bağlanmasını, üstelik bir tavır alınmasını gerektiriyordu buna karşı.
Desteğiniz için çok teşekkürler efendim. Selamla.
Efendim, gerçekten de doğru bir tespit, doğru bir algıyı tadanlardansınız siz de..
Çünkü, bir başka dilin kuralını önümüze sürerek ona uygun olanın, bizim dilimizle yazılanda da aynı ahenk etkisini bırakmasını beklemek; doğru bir mantık olamazdı zaten.
Belirttiğiniz üzere, bazı değerli şairlerimizin, bu kurala uyabilmiş şiirler üretmesi de mümkün olmuştur; ancak bunların bu denli sınırlı kalması, dilimizdeki her sözcüğün buna uygun doğrultuda devam etmeyeceğini göstermektedir. Yani aruzla yazılabilecek şiirler bitmiştir belki de. Aynı satranç kombinasyonunun bir kere daha çözüldüğünde, ortaya yeni bir stratejinin konulamaması gibi.
Diğer taraftan da bilinir ki; zaten yabancı sözcükler içeren şiirlerle ancak bu kurallar işletilebilmiştir genelde.
Şiirleri yazarken, yabancı sözcük içerenlerin aruzla kolayca yazılabildiğini görüyorduk, bizlerse elimizdeki Türkçe sözcüklerle aynısını denemeye çalışıyor ve ahenkli bir dize üretmeye çabalıyorduk yıllardır..
Oysa sonuçta görüyorduk ki; sözcükleri bulmamıza karşın, birdenbire anlamından ödün vermeye başlıyorduk hiç istemeden, yapsak bile çaktırmadan anlama ilişkin yorum alamıyorduk ama, iyi bir söz cambazı, puzzle uzmanı gibi görülmeye kadar varan bir bakış altında kalmayı göze alarak; hiçbir toplum sorununu kendi dilinden aktaramadan harcanan cambazlık mesaisi boyunca.
Önceki yazılarda da böylesi serzenişlerimiz olmuştu aslında, sonraları her kalem gibi bir kere değinip bırakmışlığımızla kalmıştı bu konu. Ancak bugün bile ayrımsanamamış sanat külliyâtının bulunması, dilimize uygun olmadığının açıkça belirtilememiş olması ve şiirimizi akıl tutulmasına uğratan bu tür katışıklığa izin verilmesi; anonim bilgilerden derlenenlerle birlikte bir sonuca bağlanmasını, üstelik bir tavır alınmasını gerektiriyordu buna karşı.
Katkılarınız için çok teşekkürler..
Güzel bir çalışma.
Bilgi sahibi olduk bilmediğimiz bir konuda.
Bildiğim,
Selçukluların resmi dil olarak Farsçayı aldıkları,
bu nedenle de Türkçeye büyük bir darbe vurduklarıdır.
Yakın tarihimizde de,
dilimizi yabancı kelimelerden temizleyeceğiz başlığı altında,
çok saçmalıklar yapılmıştır.
Sonuç olarak,
Aruz da, hece bibi bizden olmuştur.
Serbest şiirin de,
hece şiirinin de,
aruzun da tadı başka.